EMPERYALİZMİN ‘YENİ DÜZEN’İ
Emperyalizm kavramı bundan yüz yıl önce, on dokuzuncu yüzyıl sonu yirminci yüzyıl başında ortaya çıkmaya başladığında, bu gelişme, insanlık tarihi açısından yeni bir evrenin de başladığını haber veriyordu. Bu gelişme batının iktisadi, siyasal ve sosyal yaşamını yeniden biçimlendiren bir olay halini alırken, kuşkusuz ki sömürge ülkeleri çok daha derinden etkiledi.
On dokuzuncu yüzyılın sonuna kadar hüküm süren klasik sömürgeciliğin nasıl bir şey olduğu hemen herkes tarafından bilinen bir olgu. Sömürgeciliğin bu biçimi, tarih kitaplarından yedinci sanat olarak kabul gören sinemaya kadar oldukça geniş bir alanda gözler önüne serilmiştir. Bu konu hakkında pek bir şey bilmeyen insanlar bile en azından seyrettikleri bu filmler aracılığıyla konu hakkında bir şeyler söyleyebilir. Oysa sömürgeciliğin günümüzdeki biçim ve araçları hakkında buna benzer bir bilgi ve bilinç yeterince oluşmamıştır. Bunun sebebi ise, günümüz koşullarını kavramak için film seyretmekten “biraz” daha fazla bir çaba gösterilmesinin gerekmesidir.
Emperyalist dönemle birlikte, klasik sömürge ülkeler yalnızca uygun meta pazarları olmakla kalmayıp, önemli derecede ucuz işgücü ve hammadde kaynağı olarak da kullanılmaya başladı. Bu bakış açısını doğuran en önemli gelişme ise, kapitalist ülkelerin ulusal sınırlan içinde merkezileşmeye başlayan sermaye birikimleri olmuştur. On dokuzuncu yüzyılın sonlarına doğru tekelleşme eğilimleriyle dikkat çeken batılı sermayedarlar zaman içinde kendi sınırlan içine sığamaz duruma geldiler. Bu aşamadan sonra yaşanan ise, sömürge ülkeleri sadece meta pazarı olarak görmek değil, sermaye ihracı yolu ile bu ülkelerin emek ve yer altı kaynaklarını da kontrol altına almak oldu. Tabi kapitalizmin bu aşamaya evrilmesi kesinlikle batılı sermaye sahiplerinin çok öncelerden tasarlayıp uygulamaya koydukları bir gidişat değildi. Tam tersine emperyalizmin ortaya çıkışı kişilerin ve sınıfların tasarlanmış tercihi dışında, kapitalizmin gelişmesinin zorunlu bir durağıdır.
Marks ve Engels’in kapitalizmin özel mülkiyete ve rekabete dayanan ekonomik yapısı üzerine yaptıkları ilk tespitler sermayenin yoğunlaşmasının ve merkezileşmenin kaçınılmazlığı üzerinedir. “Gerek Marks, gerekse Engels, rekabetin otomatik olarak sermayenin yoğunlaşmasına ve merkezileşmesine yol açtığım; serbest teşebbüsün tekelleşmeyi, ‘serbest piyasa kapitalizminin tekelci kapitalizmi doğurduğunu, özel mülkiyetin toplumu zenginler ile yoksullar arasında kutuplaştırdığını, küçük mülk sahiplerinin büyüklerce, özgür girişimcilerin dev ekonomik tröstlerce yutulmasını hızlandırdığını, ekonomik gücün yoğunlaşmasını, dolayısıyla politika sahnesinde de çürüme ve baskılan beraberinde getirdiğim belirttiler.”
İşte kapitalizmin zorunlu bir durağı olarak emperyalizm, yine kapitalizmin eşitsiz gelişimi yasası gereğince değişik ülkelerde değişik zamanlarda vücut buldu. örneğin “İngiltere, kapitalist gelişmesini en önce tamamlamış olması sonucu, teknolojisini yeni koşullara göre yenileyemediği ve fazla sermayesini kolaylıkla ihraç edebileceği bir sömürge imparatorluğuna sahip olduğu için, tekelleşmenin ABD ve Almanya’ya göre daha yavaş meydana geldiği bir ülkeydi. Kapitalist gelişmesini daha geç tamamlayan ABD ve Almanya ise, çok daha modern teknoloji ile başlamak durumunda kaldıklarından, daha hızlı bir tekelleşme sürecine girdiler.”
Rekabetçi kapitalizmin, tekelci kapitalizme ve dolayısıyla emperyalizme geçişini belirleyen koşullar üretimin yoğunlaşması ve sermayenin merkezileşmesi olarak özetlenebilir. Bu süreç ise, kabaca şu hattı izler;
“-üretimin bir elde toplanması, giderek karteller ve tröstler gibi tekelci grupları oluşturmuştur, üç-beş büyük banka bütün iktisadi yaşamı egemenliği altına almıştır;
-İlkel madde kaynaklarını, tröstler ve -tekelci hale gelmiş sanayi sermaye ile banka sermayesinin kaynaşması demek olan-mali oligarşi ele geçirmiştir.
-Dünya iktisadi bakımdan milletlerarası karteller arasıda bölüşülmüş ve -tekelci olmayan kapitalizm dönemindeki emtia dışsatımından farklı olarak- sermaye ihracı ön plana geçmiştir.
-Dünya, yalnız iktisadi bakımdan değil, topraklar bakımından da bölüşülmüş ve sömürgecilik başlamıştır.”
Tekelleşme ve Bankaların Rolü
Kâra dayalı bir ekonomik sistemin engellenemez zorunluluğu tekelleşmedir. Bunun için kapitalist ülkelerde yaşanan sermaye yoğunlaşması bir aşamadan sonra kendiliğinden tekelleşmeye varıyor. Tekellerin ortaya çıkışı ise yoğunlaşmayı daha da hızlandıran koşullan doğurarak o döneme kadar görülmedik düzeyde bir merkezileşmeyi meydana getiriyor. Sermayenin merkezileşmesi ise çok sayıda işletmenin daha az sayıda kapitalistler tarafından yutulması demektir. Böylece küçük işletmelerin sermayeleri giderek büyük şirketlerde merkezileşmeye başlar.
Sermaye birikiminin belirli bir aşamasından sonra, bir eğilim olarak ortaya çıkan merkezileşmeyi kolaylaştıran ve hızlandıran en önemli faktörlerden bir tanesi finansman ve kredi sisteminin gelişmesidir. “Bu sistem ilk aşamalarında, birikimin alçakgönüllü bir yardımcısı olarak hiç sezdirmeden işin içine girer ve büyük ya da küçük miktarlar halinde toplum yüzeyine dağılmış bulunan para kaynaklarım, görünmeyen iplerle, tek ya da ortaklık halindeki kapitalistlerin ellerine çeker. Ama çok geçmeden, rekabet savaşının yeni ve müthiş, bir silah halini alır ve en sonu sermayenin merkezileşmesi için, dev bir toplumsal mekanizmaya dönüşür.” özellikle on dokuzuncu yüzyılın ikinci yansından sonra pazarda tutunabilmenin daha yüksek kârlara ve buna paralel daha büyük yatırımlara bağlı hale gelmesi, ve bunun da daha önce olduğu gibi kişisel kaynaklardan sağlanan tasarruflarla karşılanamayacak büyüklüklere ulaşması finans ve kredi sistemini gerekli hale getirdi. “Kimya, elektrik, demir-çelik sanayi gibi, hem modern teknoloji, hem de büyük ölçek gerektiren üretim dallarındaki yeni yatırımları artık ne kişisel kaynaklar ne de tek bir anonim şirket finanse edebiliyordu. Bu tür yatırımlar ancak bir bankanın veya bankalar gurubunun açtığı kredilerle gerçekleştirilebiliyordu.”
Bu aşamayla birlikte ise sanayi sermayesi ile banka sermayesinin daha yoğun bir şekilde iç içe geçtiği görülüyor. Sanayi sermayesi banka kredileriyle sağladığı büyüme sonucunda öyle bir noktaya ulaşmıştır ki, artık kullandığı sermayenin önemli bölümü kendisine ait değildir. Bankaların sanayi yatırımlarına ayırdıkları para miktarı her geçen gün artarken, pek çok şirket de kredi açısından bağımlı hale geldikleri bankalar tarafından kontrol edilir duruma geldi. İşte sermaye birikiminin bu aşamasından sonra, ‘mali oligarşi’ denilen mali sermaye, ekonomiye damgasını vurmaya başladı.
Sermayenin yoğunlaşmasıyla birlikte bankaların artan önemi, sadece büyük yatırımlar için kredi sağlamakla sınırlı değildi. Bankalar belirli bir sanayi dalındaki girişimlerin birleştirilmesi ve bu birleşmeden sağlanan sermayeden, daha fazla bir sermayeye sahip, yeni bir şirket kurulması için bu sektördeki firmalarla ortak bir program yürütüyorlardı. Birleşme sonucu oluşan sermaye miktarından daha fazla bir sermaye ile kurulacak olan yeni şirketin ihtiyaç duyduğu ek sermaye, yatırım bankalarının aracılık ettiği hisse senetleri ve tahvillerin satışından sağlanıyordu. Bu şekilde halkın tasarrufları tekelleşme için kaynak haline dönüştürülürken, bankalar da satın aldıkları gerekli miktarlardaki hisse senetleri ile oluşan tekellerde söz sahibi oluyorlardı.
Kapitalist ekonominin merkezine oturmuş olan bankalar, hiçbir zaman sadece bir mübadele aracı olmayan parayı, en fazla kütleleşen bir biçim altında mübadelenin konusu haline getirmişlerdir. Paranın sadece bir mübadele aracı olmamasının anlamı, tarih boyunca paranın sadece meta satın alımında kullanılmamış olmasıdır. Tefeciliğin insanlık tarihi içindeki uzun geçmişi aynı zamanda paradan para kazanmanın da tarihidir. Bir tefeci için para sadece meta satın alımında kullanılacak bir araç değil, satılarak (kredilendirilerek) para getirebilecek, yani mübadeleye konu olacak bir araçtır. Tefeciliğin ortaya çıkışı, ticaret içindeki bir bölünmeydi de aynı zamanda, bundan sonra ticaret meta ticareti ve para ticareti olarak iki şekilde tanımlanacaktır. İşte paranın insanlık tarihi kadar eski olan, ticaretin konusu haline gelmesi, finans ve kredilendirme sistemlerinin gelişmesi ile en üst boyutuna ulaşarak, günümüz kapitalizminin omurgasını oluşturmaktadır.
Mali sermaye ile iç içe geçen sanayi sermayesi, oluşturduğu tekeller sayesinde, egemenliğini güçlendirmek için ilk başvurduğu araçlardan bir tanesi hammadde kaynaklarını kontrol altına almak oldu. “Hammadde kaynaklarının tamamım ya da büyük kısmını ele geçirmek olanaklı olduğu zaman kartellerin oluşumu ve tekellerin kuruluşu da çok kolay olmaktadır.” Bu şekilde rakiplerine ve tekelleşmeye karşı direnen küçük işletmelere karşı önemli bir avantaj yakalamış olan tekeller, adres olarak kendilerini gördükleri bir merkezileşmeyi her ne pahasına olursa olsun yaratmayı önlerine koymuşlardı.
“Tekelci birliklerin ‘örgütlenme’ zorunluluğu için” diyor Lenin, “…başvurdukları usullerin listesine şöyle bir göz atmak yararlı olacaktır:
1-Hammaddeden yoksun bırakmak (…’kartele katılmaya zorlamak yolunda kullanılan en önemli usullerden biri ‘)
2-‘İttifaklar’ yoluyla emek arzını durdurmak (yani kapitalistler ile işçi sendikaları arasında işçilerin kartelleşmemiş işletmelerde çalışamayacaklarına ilişkin anlaşmalar yapılması)
3-Ulaştırma araçlarından yoksun bırakmak
4-Mahreçleri (Kaynaklan -özgürlük-) kapamak
5-Yalnızca kartellerle ticaret ilişkilerin kurmaları konusunda müşterilerle anlaşmalar yapmak
6-Sistemli bir biçimde fiyat indirmek, (bu usule outsider’ları yani tekelden bağımsız bulunan işletmeleri yıkmak için baş vurulur…)
7-Kredileri kesmek
8-Boykot”.
Tekelleşme aşamasında başvurulan zorbalıklar sonucu, ekonomide rekabet de biçim değiştirmiş, küçük işletmeler arası süren geliştirici rekabet, tekeller arası paylaşım savaşlarına dönüşmüştür. Büyük şirketlerin pazarda kalabilmek için başvurdukları ilk yöntemlerden bir tanesi olan fiyat kırma, zamanla önemli miktarlardaki sermayenin tehlikeye atılmasına neden olan zorlu bir rekabet ortamı yarattı. Dolayısıyla da büyük sermayedarlar bu türlü rekabete son verme ihtiyacı içine düştüler. Fiyat kırmada rekabet öyle boyutlara varmış bulunuyordu ki ABD’deki petrol sanayini tek bir tekelde birleştiren Standard Oil şirketinin kurulmasından önce 1859-1861 yılları arasında kıyasıya bir rekabet yaşanmış ve bir galon petrolün fiyatı 20 dolardan 52 cente düşmüştü. Yine demiryolu tekellerinin kurulmasından önce yaşanan rekabette 400’Un üzerinde demiryolu şirketi iflas ederek yok olmuşlardı.
Küçük üreticilerin ya da tekelleşme eğilimine karşı duran sermayedarların tasfiyesinde ulaşılan başarı, bütün küçük üreticilerin iflasına neden olsa da sözü geçen sermayedarların her zaman tamamen yok edildiği anlamına gelmiyor. Yaşanan gelişmeler çoğu zaman, tekelci baskılar karşısında pes etmek zorunda kalan sermaye kesimlerinin merkezi bir sermaye grubu çevresinde toplanan ‘Holding’ler içinde yer alınması şeklinde olmuştur. Holding sistemi, küçük tasarruf sahiplerinin birikimlerinin tek bir kaynakta toplanması ve bunların daha geniş yatırımlara yönelik anonim ortaklıkların kurulması biçimi altında tekelci firmalara kaynak aktarılması anlamına geliyor. Daha zayıf işletmelerin tekelci baskılardan kurtularak çalışma imkanı bulabilmek için katılmayı kabul ettikleri holdingler, bir ‘ana şirket” etrafında toplanmış ona bağlı olarak çalışan ‘bağlı şirket’lerden oluşan bir sistemdir. çoğu zaman bağlı şirketlerin de daha küçük şirketleri kendilerine bağlı hale getirdikleri görülür. Bu sayede ana şirket kendi öz sermayesinden defalarca daha fazla büyüklükteki bir sermayeyi kontrol altına alabilmekte ve üretimin geniş alanlarına hakim olabilmektedir.
Anonim şirketler şeklinde sermayeleri hisse senedi olarak bölünmüş bulunan şirketlerin, işlerine egemen olabilmek için hisselerinin yüzde kırk’ına ve hatta daha azına sahip olmak yetmektedir. çünkü sahip olunan payın dışında kalan hisselerin ortaklan çok küçük paylar şeklinde parça parça olduklarından bir araya gelip ana hisse sahibinin taleplerine karşı gelmeleri oldukça zordur. üstelik, ana hisse sahibi bağlı işletmenin diğer ortaklarından bazılarını da yanına çekmeyi başarabilmektedirler. Ana şirketin sahip olduğu hisselerin oranı ise geriye kalan hisselerin parçalanma oranı artıkça, azalacaktır. Burada bir parantez açarsak; Türkiye’de de son yıllarda yaygınlaşan borsacılık, anlaşılacağı gibi ana şirketlerin yani tekelci sermayenin, kendi şirketini veya bağlı şirketi daha az bir payla yönetmesini kolaylaştırmaktadır. Dolayısıyla borsada alınan her hisse diğer bir değişle borsada oynamak- İşbirlikçi Tekelci Sermayenin ve onun bağımlı bulunduğu çok uluslu şirketlerin başka sömürü mekanizmalarına daha fazla para ayırmalarına yardımcı olmaktadır.
- Yüzyılda Tekelleşme ve Savaş;
Serbest rekabetin egemen olduğu kapitalizmin ilk aşaması, gelişmesinin sınırına 1860-1870 yıllan arasında erişirken, sömürge fetihlerinin ve savaşlarının keskinleşmesinin tam da bu dönemin sonrasına rastlaması bir tesadüf değildir. Ekonomiye belirleyici aktör olarak dahil olan mali oligarşi, ulusal sınırlan içinde yaşadığı sıkıntıyı aşabilmek için çözüm yolunu en saldırgan tarzda, sömürge savaşları ile yansıtmaya başlamıştır bile.
Yaşanan her savaş sermayeye yeni bir hamle yapması için gerekli tüm olanakları sağlıyordu. “Amerika İç Savaşı ABD’deki tekelleşmenin önünü açan en önemli faktörlerden bir tanesi olmuştu. 1831 yılının ABD’si için “ortada ne dev tekeller, ne muazzam zenginlik, ne de büyük yoksulluk var”(8) gözlemini yapan Aleksis de Tocqieville’e göre ABD iç savaş öncesi rekabetçi kapitalizm aşamasındadır. O yıllarda Amerikalı üreticilerin yüzde seksen’i gerçekten de kendi üretim araçlarına sahipti. Kuzey’de yoğunlaşan sanayileşmeyle birlikte kuzeyli burjuvazi ile güneyli köle sahiplen arasındaki uzlaşmaz çelişki, en sonunda iç savaş ile çözümlendi. İç savaşla birlikte sanayi görülmemiş bir hızla ilerlerken bu durum elbette ki kuzeyli burjuvazinin işine yaramıştır. İç savaştan sonra tekelleşme büyük bir ivme daha kazanmış ve ABD kapitalizmi tekelleşme aşamasında büyük bir ilerleme sağlamıştı. Bunun ardından 1898 İspanyol-Amerikan savaşı, ağır sanayiinin tröstleşmesini daha da ileri taşımıştır. ABD – İspanyol savaşı kapitalizmin eşit olmayan sıçramalı gelişimi sonucu doğan yeni güç dengelerinin gerektirdiği dünyanın yeniden paylaşımı yolundaki savaşların ilk büyük ve somut örneği olmuştu.
Ekonomide tekellerin yeri ondokuzuncu yüzyılın sonlarına doğru ancak fark edilebilecek bir seviyeye erişmiştir. Bu döneme kadar belirleyicilikleri sınırlı ve geçici birlikler olarak oluşan karteller, emperyalizm tanımlamasını hak edecek kadar merkezileşmelerini ancak yirminci yüzyılın ilk yıllarında başarabildiler. 1.900-1903 yıllan arasında hüküm süren bunalım ekonomideki ağırlıklarını yeni yeni hissettirmeye başlayan tekellere ekonomiye tamamen hakim olma şansını verdi. üç yıl süren bu bunalımın tekelleşmeyi nasıl etkilediği konusunda net bir fikre sahip olabilmek için rakamlara baş vurmakta yarar olacak; “Almanya’da kartel sayısı 1896’da 250 kadardı. 1905’te ise 12 000 kurumu içine alan 385 kartel olduğu tahmin edilmekteydi. Kitapta bu alıntı yapıldıktan sonra ise verilen rakamların o dönem için bile gerçek rakamların çok altında kaldığının herkes tarafından kabul edildiği vurgulanıyor.
“Her bireysel sermaye, şu ya da bu ölçüde üretim araçlarının yoğunlaşması olup, buna uygun düşen büyüklükte bir emek-ordusu üzerinde komuta yetkisi vardır. Her birikim, yeni bir birikimin aracı olur… …birikim, bir yandan, üretim araçlarının gitgide artan yoğunlaşması ve emek üzerindeki egemenliğinin artması olarak görünür. öte yandan da, birçok bireysel sermayenin birbirini itmesi ve ayrılması olarak ortaya çıkar.”
Sanayi sermayesi ile banka sermayenin iç içe geçmesi ve ikincisinin lehine bir etkileşim anlamına gelen mali oligarşinin ortaya çıkışıyla birlikte, kapitalizmin kazandığı yeni eğilim, sermaye sahibi ile sermayeyi doğrudan yatırım olarak sanayide kullanan sanayicilerin birbirinden ayrılması şeklinde oldu. Sermayenin sahipleri yani rantiyeler, sanayicilerden giderek daha fazla ayrıldılar. Bu ayrılış finans ve kredi sistemlerinin genişlemesiyle orantılı bir hat izlerken, süreç, rantiyenin bütün diğer sermaye çeşitlerinden üstünlüğünü pekiştiriyordu. Mali oligarşinin gelişimi ile birlikte kârlılık oranlan dönemsel olarak muazzam boyutlara ulaşan burjuvazi, elde ettiği bu aşın fazla sermayeyi daha hızlı-bir şekilde yatırıma dönüştürmeye başladı. Ancak bu hızlı yapılaşma sonucu kısa süre içinde kendi ülkesindeki kaynakların ve pazarın da sonuna gelen mali oligarşi, kendi sine yeni pazarlar yani topraklar aramaya başladı. Daha önceleri meta ihracı yoluyla kendisine bağladığı sömürge ülkeler, artık sermaye ihracı yoluyla da kullanılabilirdi.
Sermaye İhracı
Elde ettikleri aşın artı değeri, burjuva ideologlarının iddia ettiğinin ve küçük burjuva ‘iyi niyetliliğinin aksine kendi halkının ve bunun içindeki işçisinin refah seviyesinin artışı için harcamayan emperyalist kapitalizm, kendisine daha geniş ve kârlı yatırım alanları bulmak amacıyla sömürge imparatorluklarını güçlendirdi. Bu noktadan sonra birkaç ülkede sıkışmış bulunan olgunlaşmış kapitalizm, süratle geri kalmış ve emeğin ucuz olduğu tarım ülkelerine kaymaya başladı. Bu ülkelerdeki kâr oranlarının yüksek oluşunun temel nedeni, emeğin ucuz, toprak fiyatlarının göreceli olarak düşük, hammaddenin bol ve daha ucuz oluşuydu. Bunun yanında sömürge ülkelerin bu imkanları değerlendirmek için kendi öz sermayelerine sahip olmayışları bu pazarları daha kârlı hale getiriyordu.
ülke pazarının tekeller tarafından paylaşımı ile yatırım olanaklarının sınırlı hale gelişi, tekelleri dış pazarlara yöneltti. Böylece başlayan sermaye ihracı, zamanla daha hızlı artarak, sömürge ülkelerdeki yatırımların belirli bir hacmi aşması sonucunu doğurdu. Bu ülkelerde oluşan ‘nüfuz bölgeleri’ genişledikçe, işler de tekelci gruplar arası anlaşma ve uluslar arası kartellerin kurulmasına doğru yöneliyordu, “Sermaye ihraç eden ülkeler, dünyayı sözcüğün mecaz anlamıyla, aralarında paylaşmıştı. Ama mali sermaye, yeryüzünün, doğrudan paylaşılmasına götürdü.”
Bu arada sermaye ihracı bir şeyi daha geliştirdi; rantiyeyi. Sermaye ihracının artışı, rantiyelerin ekonomi içindeki payının giderek artmasına, yani daha da güçlenmesine neden oldu. Hiçbir iş yapmayan, Lenin’in tabiriyle “meslekleri işsizlik olan insanların”, elde ettikleri paralan kredilendirerek sağladıkları yüksek kazançlar daha yüzyılın başında bile muazzam boyutlara erişmiş bulunuyordu. Rantiyeliğin her geçen gün sanayi sermayedarlığına göre daha fazla kazanç sağlayan bir sektör haline gelmesi, sermaye sınıfını doğrudan sanayi yatırımı yapmaktan hızla uzaklaştırmıştır. Rekabetçi kapitalizm dönemine özgü olan geliştirici sanayi yatırımları, mali oligarşiye varan rantiyeleşme dönemiyle birlikte, sona ermiş, tekeller sayesinde pazarda tutunabilmenin yolu daha iyi üretim olmaktan nispi ölçülerde çıkmıştır. Burjuvazinin kazancının temeli bu noktadan sonra üretim değil asalakça tefecilik yapmaya dönüşmüştür. Sadece İngiltere’deki rantiyelerin yıllık kazancı, dünyanın en büyük ticaret ülkesi olan İngiltere’nin yıllık ihracat gelirinden beş kat daha fazlaydı. “Emperyalizmin” diyor Lenin, “ve emperyalist asalaklığın esası budur.”
Kapitalizmin gelişim seyri içinde devletle de içi içe geçecek olan mali sermaye zamanla kimi devletleri tefeci konumuna getirmiştir. Bugün de içinde yuvarlandığımız borç batağının Oltaya çıkışı rantiyeleri aşırı büyüklüklere ulaşmış olan devletlerin, bu sermayeler adına sömürge ülkeleri kıskaç altına almasıyla meydana gelmiştir. Mali sermaye önce kendi ulusal sınırlan içinde, küçük ve orta kapitalisti ve devamla daha da küçük ölçekli üreticileri kendisine bağlayarak başladığı merkezileştirme eğrisini daha sonra dünyanın paylaşımı doğrultusunda diğer ulusların mali gruplarını da bir şekilde kendisine bağlayarak devam ettirmiştir. Kendi ulusal sermayelerini doğal bir seyirle geliştiremeyen sömürge ülkeler ise doğrudan doğruya devlet mekanizmaları ve yukarıdan aşağıya oluşturulan komprador burjuvazi eliyle emperyalizme bağımlı hale geldiler.
“üretim araçlarının basit yoğunlaşması ve onun emek üzerindeki kumandası, birikimle özdeş demek değildir. Bu, daha önce oluşmuş bulunan sermayelerin yoğunlaşması, bağımsızlıklarına son vermesi, kapitalistin kapitalist tarafından mülksüzleştirilmesi, birçok küçük sermayenin, birkaç büyük sermayeye dönüştürülmesidir… Başka bir yerde birçok kapitalistin elinden çıkan sermayeler, burada, tek bir kapitalistin elinde büyük bir kitle halinde toplanır. İşte bu, birikim ve yoğunlaşmadan farklı olarak, gerçek anlamda sermayenin merkezileşmeğidir.”
20 yüzyılın başlangıcında sermaye ihracı da hızlanmaya başladı. örneğin 1902 ve 1914 yıllarında İngiltere, Almanya ve Fransa’nın gerçekleştirdiği sermaye ihraçları sırasıyla; 62 milyar franktan 75-100 milyar franga, 12,5 milyar franktan 44 milyar franga, 27 milyar franktan 60 milyar franga yükselmişti. Sermaye ihracı ilk önceleri kontrol altında bulundurulan açık sömürge ülkeler üzerinden gerçekleştirilirken zaman içinde açık sömürgeciliğin yanı sıra yan sömürgecilik metotlarının geliştirilmesiyle sermaye ihracının miktarı ve yayılıra alanı da genişliyordu. Tabi yapılan sermaye ihracatı, dünyanın mali oligarşisi ve onların siyasal temsilini yapan devletler arasında paylaşılarak gerçekleştiriliyordu. Elbette ki bu paylaşım hiç de barışçı ve uzlaşıya dayalı bir bölüşüm değildi. Aksine gerginliğin her geçen gün arttığı ve derin karşıtlıklara dayanan bir karaktere sahipti. üstelik kapitalizmin eşitsiz gelişim yasası gereğince sömürgecilikte önceleri geri kalmış olan emperyalist ülkeler zamanla bu açıklarını kapatmak için oldukça hırslı görünüyorlardı. İşte bu ortam kapitalizmin yaşadığı krizin, ‘I. Paylaşım Savaşı öncesi Koşullarını’ (I. Bunalım Dönemi) ve I. Paylaşım Savaşı’nın da zeminini oluşturuyordu.
Emperyalizmin Bunalım Dönemleri Ve Sömürgecilik
Pazarın görece geniş olduğu 1900’lü yılların ilk çeyreğinde dünya büyük tekeller arasında paylaşılmıştı bile. Yoğunlaşmanın daha fazla olduğu sanayi dallarında tekelci birlikler tek bir ülkenin sınırlarını aşarak pek çok ülkenin pazarlarını kapsayacak kadar büyümüş durumdaydı. Bir çok ülkeye yayılmış bulunan sanayi dallarında pay kapan tekeller, aynı alanda yatırım yapan başka tekellerle karşılaşmaya başladıklarında sorun da kendisini göstermeye başlamıştı. Rekabetçi dönemin koşullarına uygun rekabet biçimlerinin tekelci döneme pek uygun olmadığı ortada olsa bile, daha önce hayal bile edilemeyecek kadar büyüklükteki bir sermayenin riske atılması söz konusu olduğundan başvurulan yollar da değişmeye başlamıştı. Belirli sanayi dallarında birden çok ülkenin büyük tekelleri, kendi aralarında anlaşarak uluslararası kartelleri oluşturdular. örneğin 1. Paylaşım Savaşı öncesi elektrik sanayi bütün dünyada temel olarak Almanya ve ABD’nin tekeli altındaydı. “1907’de bu iki dünya tröstü arasında bütün dünyadaki nüfuz alanlarının paylaşılması konusunda bir anlaşma yapıldı.”
- Paylaşım Savaşı öncesinde de başka sanayi dallarında bir dizi tröst oluşturulmuş ve bu tröstler kendi aralarında dünya pazarının paylaşılması için çeşitli anlaşmalar yapmışlardı. Emperyalizm çağından yüzyıllar önce başlayan sömürgeleştirme kapitalizmin egemen üretim biçim haline gelmesiyle birlikte büyük bir hız kazanmış ve on dokuzuncu yüzyılın sonuna gelindiğinde dünyanın ekonomik değere sahip hemen hemen bütün toprakları kapitalist devletler tarafından paylaşılmış bulunuyordu. Ondokuzuncu yüzyılın ikinci yansında müstakbel emperyalist devletler tarafından dünyanın ne oranda sömürgeleştirildiğine rakamlarla göz atacak olursak;
‘…Avrupa devletleri ile ABD, Afrika’nın toplam yüz ölçümünün 1876’da yüzde 10,8’ini, 1900’de ise yüzde 90.4’ünü, Polinezya (Büyük Okyanus Adaları)’nın 1876’da yüzde 56.8’nin 1900’de yüzde 98.9’unu, Asya’nın 1876’da yüzde 51.5’ini 1900’de yüzde 56.6’sını, her iki dönemde de Avustralya’nın yüzde 100’ünü … ellerinde bulunduruyorlardı. Asya’nın önemli bir bölümü (çin, İran, Türkiye) ile Güney Amerika’daki bütün devletlerin kapitalist ülkelerin en güçlüleri karşısında yan bağımlı bir konumda bulunduğu göz önünde tutulursa bu sayılar, 20. Yüzyılın başında bütün dünyanın emperyalist ülkeler arasında zaten paylaşılmış olduğu anlamına geliyor.”
Kapitalizm, emperyalizm çağına geçtiğinde, dünyada fethedilmemiş toprak kalmamış durumdaydı. Bu koşullar altında tekeller, önce kendi kontrolleri altındaki topraklardan başlayarak sermaye ihracı yoluyla etkilerini ve güçlerini artırmaya yöneldiler. Emperyalizm çağının başında bütün dünyanın paylaşılmış olması, aynı zamanda emperyalist çağa da yeni bir anlam kazandırıyordu. Emperyalizmin hüküm sürdüğü dünyada bundan sonra uluslararası ilişkilere hakim olacak olan anlayış, dünyanın ‘yeniden paylaşım’ıdır. Bunun içindir ki emperyalizm ortaya çıktığı andan itibaren bir bunalım içindedir. Ve sürekli olarak savaş koşullarım içinde barındırır. Emperyalizmin bu ilk aşaması ve yaşadığı sorunlar I. Paylaşım Savaşı öncesinin kendine ait koşullarını yansıtırken, ortaya konulan tablo bu şekildeydi. Emperyalizm çağı bundan otum emperyalist dünya savaşları çağıdır da.
1900’lü yılların verili koşullarındaki güç dengelerine uygun olarak oluşturulan karteller, aradan zaman geçtikçe kendi içlerinde yaşadıkları çelişkileri de derinleşiyordu. Kuşkusuz ki bunun temel nedeni kapitalizmin eşitsiz gelişim yasasıydı. Güç dengelerine uygun olarak oluşturulan karteller, zamanla kendisini oluşturan tekelci şirketlerin güç oranlan değiştikçe içinden çatırdamaya başlamıştı. Ama bir karteli dağıtmak normal şartlar altında hiç de kolay bir şey olmadığı için bu sorunlar bir süre diş sıkarak ertelenmeye çalışıldı. Elbette ki kaçınılmaz son nihayet gelecek yaşanan sorunlar en sonu, tekelleşmenin mayasında olan bir yöntemle, yıkıcı bir savaşla çözümlenmeye çalışılacaktı. üstelik bu savaş dünyanın sanayileşmeyle at başı giden militaristleşmesine uygun bir biçimde, insanlık tarihinde görülmemiş bir kıyıcılık içinde yaşanacaktı.
Değişen güç dengeleri yirminci yüzyıla kadar dünya yüzeyinde ayrıcalıklı bir konuma sahip olan Avrupa’nın bu durumunu sarsmaya başlamıştı. özellikle ABD ve Japonya’nın sağladıkları ilerlemelerle önce Batı Avrupa’lı sömürgeci ülkeleri yakalamaya başlamış ve onları geçebilecek potansiyelde olduklarını göstermiş bulunmaları yaşanan değişimin nedenini oluşturuyordu.
Ondokuzuncu yüzyılın sonunda İngiltere, Almanya ve Fransa’nın oluşturduğu sanayide ve ticarette Avrupa üstünlüğünün rakamlarla ifadesi şu şekildedir; Dünya’da ticareti yapılan malların yüzde 62’sini Avrupa sağlamaktadır ve dünya yüzeyindeki her 10 kalifiye elemandan 7 tanesi yine Avrupa’da istihdam edilmektedir. Ayrıca Avrupa, aynı zamanda dünyanın en büyük alıcısıdır. öte yandan Avrupa sahip olduğu mali güç nedeniyle dünyanın kredi merkezidir. Dünyanın herhangi bir bölgesinde yapılacak bir yatırım için sağlanan krediler bu yıllarda sadece Avrupalı bankalardan sağlanabiliyordu. Aynı dönemde ABD’Ii mali sermayenin etki alam ise sadece kuzey ve güney Amerika’nın pazarları ile sınırlandırılmış bulunuyordu. Avrupa kapitalizminin temsilcisi olan İngiltere, Fransa ve Almanya dünya yüzeyindeki “…bütün dış yatırımların yüzde 83’ünü aralarında bölüşürler. Büyük Britanya yüzde 45, Fransa yüzde 25, Almanya yüzde 13 bir payla sıralanırlar; Birleşik Devletler ise, yüzde 5 payla onların arkasından gider.”
Aradan geçen yıllar içinde 1.Paylaşım Savaşı’nın hemen öncesine gelindiğinde ise dünyanın toplam sanayi üretimindeki dengeler şu şekilde değişmiş bulunuyordu; sanayi üretiminin yüzde 35.8’ini tek başına ABD gerçekleştirirken Almanya’nın üretimdeki payı yüzde 15.7’yi buluyordu. Yine bu dönemde İngiltere yüzde 14.4’lük pay ile dünya yüzeyindeki üçüncü büyük ekonomiyi oluştururken, bunu yüzde 4 ile Fransa ve yüzde 5.5 ile Rusya izliyordu.
Güç dengelerinin bu şekilde değişmeye başlaması başta Almanya olmak üzere ABD’yi de oldukça rahatsız eder bir hale gelmişti. özellikle Almanya, ondokuzuncu yüzyılda başta Afrika olmak üzere sömürge ülkelerin bir oldu biniye getirilerek paylaşılmasından son derece rahatsız görünüyor ve yeni bir paylaşım istiyordu.
Uluslararası sermayenin aşın büyümesi sonucu mevcut pazarların yetersiz hale gelmesi ve bu pazarların kimilerinin lehine paylaşılmış olması emperyalist devletler arasındaki gerilimi artırıyordu. Dünyanın değişen güç dengeleri Avrupa merkezli hiyerarşinin değişim sancılarını artırıyordu. Ancak emperyalist devletleri bundan daha çok rahatsız eden başka bir gelişme daha yaşanmaktaydı. O da, giderek artan ve devrimci bir niteliğe bürünen, kitlesel işçi eylemleri ve grevlerdi. özellikle de 1905 yılından sonra emperyalistleri tedirgin edici boyutlara taşınan işçi eylemleri sadece sokakta kalmıyor, burjuva demokrasisinin sağladığı kurumlaşmalar aracılığıyla parlâmentoya da yansıyordu.
Bu ve benzeri sorunlarla derinleşen gerginlik en sonunda Balkanlar’daki karışık politik durum bahane edilerek dünyanın ilk en kıyıcı savaşı olan 1. Paylaşım Savaşı, emperyalistler arası yeniden paylaşım sorununu çözmek amacıyla patlak verecektir.
Tabi ki l. Paylaşım savaşı dünyadaki bütün dengeleri de alt üst ederek sonlanacak ve oluşan yeni dengelerin ardından ise kısa bir süre içinde emperyalist devletler yaşadıkları sorunlara hiç de sandıklan gibi bir çözüm üretemediklerini anlayacaklardı.
Savaş Ekonomisi
Savaş ekonomisi ile ekonomide daha önce var olan tüm dengeler ve alışkanlıklar da alt üst oldu. Her hükümet ordularının ihtiyaçlarını karşılayabilmek için önce özel girişimleri kendi kontrolü altına almak zorunda kaldı. Savaş ekonomisinin temel mantığını oluşturan kendi kendine yeten bir ekonomiye sahip olmak için yapılan devlet müdahaleleri savaş öncesi alışkanlıkların değişmesinde en önemli etkiyi yaptı.
Savaş öncesi yapılan hesaplar yaşanacak bir savaşın çok uzun sürmeyeceği üzerineydi. Ancak yaşanan bunun tam tersi olunca daha 1914’ünEylül ayından itibaren bütün cephelerde silah ve cephane bunalımı boy gösterdi. Bu gelişmeyle birlikte sanayiler hızlı bir şekilde savaş üretimine dönüştürülmek zorunda kalındı. Bu sorun öylesine hayati boyutlara ulaştı ki savaşın dengeleri bu dönüşümü en iyi ve hızlı sağlayanın lehine değişiyordu. Savaş sanayinin sağladığı hızlı üretim o güne kadar pek görülmemiş başkaca sıkıntıları da gündeme getiriyordu. O da hammadde ve iş gücü sıkıntısıydı. Erkek iş gücünün asker olarak değerlendirilmesi nedeniyle baş gösteren iş gücü yetmezliği, özellikle tarım üretiminde kendisini göstererek, beslenme ihtiyacının aksamasına ve savaş yıllarında gıdanın karneye bağlanması gibi uygulamalara sebep olmuştur. Kadın emeğinin giderek daha da önem kazanması, işte böylesi süreçlerin sonucu olarak gündeme daha sıkı bir şekilde yerleşmişti.
Yaşanan aşırı üretimin ve hammadde alımlarının yarattığı en önemli sonuçlardan bir tanesi de devletlerin mali kriz içine girmesi ve devlet borçlarının aşın artmasıdır. Tabi başta Avrupa devletlerinin yaşadığı bu sorundan daha sonra en fazla yararlanacak olan ülke ABD olacaktır. Savaş öncesi Avrupa ile boy ölçüşecek ve kimi sektörlerde geçecek bir sanayiye sahip olan ABD savaştan sonra Avrupa’lı emperyalistlerin bu durumundan yararlanmayı iyi bilecektir.
Savaş Sonrası Yeni Dengeler
- Paylaşım Savaşı’ndan sonra dünya yüzeyinde dengeler öyle çok değişmiştir ki ortaya çıkan sonuçlarıyla hiç kimsenin beklemediği bir tablo meydana gelmişti. Bu beklenmeyen gelişme, savaş devam ederken çarlık Rusyasında yaşanan dünyanın ilk sosyalist devrimidir. 1917 tarihinden sonra kapitalizmin temel çelişmesinin somut biçimlenişleri olan iki baş çatışmanın -emek sermaye çatışması ile ezilen halklarla emperyalizm arasındaki çatışma- yanı sıra bir üçüncü çatışma daha çıkmıştır yeryüzünde. O da, emperyalist-kapitalist sistemle sosyalist sistem arasındaki çatışmadır. Bu yeni durum emperyalist merkezleri, uluslararası ilişkiler ve sömürgecilik konularında daha dikkatli olmaya zorlayacaktır.
Savaştan çıkıldığında hammadde, yiyecek ürünleri ve mamul madde ihtiyaçları da son safhaya ulaşmıştı. Buna karşılık olarak bir de Avrupa’da döviz rezervlerinin tükenişinin ithalata ve yeniden yapılanmaya yeterince olanak tanımaması savaş sonrası erken bir bunalıma daha neden olacaktı. üstelik savaş sırasında aşın yükselen fiyatlar nedeniyle Avrupa’nın ihracattan kazandığı parayla ithalata ödediği para arasında bir uçurum oluşmuş, döviz rezervleri bu yüzden hızla erimeye yüz tutmuştur. Bu bunalımdan kendisini en çabuk kurtaracak olan Avrupa ülkesi İngiltere’dir. Avrupa’nın yaşadığı bu bunalıma paralel ABD, savaş ekonomisi ile sağladığı ilerleme ve savaş sonrası oluşan ticaret ve kredilendirmeler sayesinde kendisinin dünya yüzeyindeki üstünlüğünü İngiltere ile birlikte ispat etmiş oldu.
Savaştan sonra yaşanan kısa dönemli krizlerin aşıldığının zannedildiği bir ortamda 1920’li yılların sonlarına yaklaşıldığında ekonomiler tekrar kriz uyarılan vermeye başladılar. üstelik bu krizin nedeni çok hızlı ve aşın büyüyen ekonomilerdi. Bu ekonomiler savaş yıllarında sağladıkları yine örgütlenme modelleri ile üretkenliklerini de aşın artırmışlar ve stokların aşırı şişmesine sebep olmuşlardır. 1929 yılına gelindiğinde kaçınılmazlaşan kriz o döneme kadar yeryüzünde görülen en şiddetli ekonomik sarsıntı halini almıştı. “…1929’dan 1933’e değin, tanıtı üretimi pak az değişmiş sadece hafif bir azalma göstermiştir; oysa sanayi üretimi, bütün olarak, yüzde 15 oranında gerilemiş-tir…Kayıpların yandan fazlası Birleşik Devletler’e aittir. Bu sanayi çöküşü görülmemiş çaptadır; savaş zamanında bile, savaşan ülkeler için böyle bir kayıp söz konusu değildi.” Sıklaşan periyotları ve her defasında şiddeti artan krizleriyle emperyalizm apaçık bir şekilde yapısal krizinin ‘II. Paylaşım Savaşı öncesi Koşullarını’ yaşıyordu.
Ekonomiye Devlet Müdahalesi
Emperyalizm çöküntüden çıkış yolunu, en kısa tanımıyla devlete, gelir dağılımını değiştirici, geliri ve dolayısıyla talebi yeniden dağıtıcı işlev yükleyen bir ekonomik politika izletmekte buldu. Bu durum tekelci devlet kapitalizminin bütün çıplaklığıyla ortaya çıkmasından başka bir şey değildi. Kuramsal temelini Keynesçilikte bulan bu yaklaşım emperyalizmin devlet örgütlenmesini ekonominin aktif unsuru olarak finans kapitalin yararına kullanma politikası ve dünya düzeyinde gelirin yeniden bölüştürülmesi olarak özetlenebilir. ABD’de New Deal (Yeni Düzen) olarak adlandırılan yapılanma yıllar içinde Almanya, İtalya ve Japonya’da faşizm şekline bürünecekti. Yeni Düzenin İngiltere’nin de faşizme yönelmesini sağlamamasının sebebi, İngiltere’nin yaşadığı krizin faturasını karşılayabileceği sömürgelere sahip olmasıdır. Bu sömürgelerin sağladığı olanaklar sayesindedir ki İngiltere burjuvazisi krizden çıkış yolu olarak faşizmi tercih etmemiştir.
Krizin baş edilemez bir duruma gelişi yıllardır kutsanan ‘bırakınız yapsınlar, bırakınız geçsinler’ sözlerinde sembolleşen liberalizmin de dönemsel sonunu hazırlıyordu. Başta ABD’li sanayiciler olmak üzere pek çok ülkenin burjuvazisi, artık bireyci sanayi anlayışının ortadan kalkarak ulusal ölçeklerde sanayi politikaları belirlenmesi gerektiğini ve bunun da devletin müdahaleciliği altında yürütülmesi gerektiğini dillendirmeye başlamışlardı bile. Bu şekilde devlet, kapitalizmi kurtarabilmek için 1930’lu yıllar boyunca gücünü ve denetimini artırdı. Bu “Sadece vergi, gümrük hakları, kontenjanlar, bayındırlık işleri, parasal ayarlamalar, sosyal yasalar gibi genel önlemler yoluyla değil, özel müdahaleler vasıtasıyla da olmuştur: Güçlük içindeki işletmelere el uzatıp kurtarmak, kartel ve anlaşmaları kayırma ya da dayatma, hatta millileştirmelere gitme, kimi alanlarda üretimi yönetme ve kendi yağıyla kavrulan ülkelerde iktisadi yaşamın bütün kesimlerinde yönetmeyi üstlenmeyi içeriyordu.”
Yarı Sömürgecilik
Tabi emperyalist ülkeler her zaman olduğu gibi yaşadıkları krizin faturasını doğrudan doğruya yan sömürgelerine aktarıyorlardı. Savaş sonrası yan sömürgeciliğin yaygınlaştığı görülmüştür. Ancak yan sömürgecilik olgusu köklerini serbest rekabetçi kapitalizm döneminde vermeye başlamış ve emperyalizmle birlikte doğmuştu.
Yarı sömürgecilik, emperyalizmin, kapitalizm öncesi ekonomilerin egemen olduğu ülkelerde komprador bir sınıf oluşturması ve önemli oranda bu sınıf eliyle ülkeyi sömürmesi temelinde yükseliyordu. Eğer ülkede oluşmaya başlamış bir burjuva sınıfı yoksa işbirlikçilerini ülkedeki doğal ekonomik ilişkilerden) seçen emperyalistler bu şekilde ülkenin en önemli merkezlerini kontrolleri altına alarak sömürülerini devam ettiriyorlardı. Yarı sömürgeleştirilen ülkelerin tek bir görevi vardır o da emperyalist merkezlere hammadde üretmek. Yarı sömürgelerin başta demiryolu ve limanlan olmak üzere telefon, elektrik ve doğal kaynakların üretim ve dağıtımını kontrolleri altında bulunduran emperyalistler söz konusu ülkelerdeki askeri varlıklarını da sürdürüyorlardı. özellikle yan sömürge ülkenin bir iç karışıklık veya bir başka emperyalist ülke tarafından taciz edilmesi durumunda kendisini daha açık olarak gösteren emperyalist askeri işgal, geniş halk yığınlarından tepki çekmeye de başlamıştı.
Emperyalist sermaye ihracı üretici olmaktan çok borçlandı-ncı bir nitelik taşıyordu. Kompradorlaştırdığı burjuvazi eliyle de genellikle sadece mal dağıtımı, bayilik ve ithal edeceği hammaddelerin tedarikçilini yürüten emperyalizm girdiği her alanda kendi ‘yabancı’ kimliği ile boy gösteriyordu. Bu durumda emperyalizm, yan sömürgeler ve sömürgeler açısından, açıkça seçilebilecek şekilde dışsal bir olgu durumundaydı.
Sömürge ülkedeki kapitalist sömürünün varlığı, kapitalizmin doğal gelişimini sağlamıyor aksine sadece doğal ekonomik ilişkileri çökertmekle yetinmeyip cılız da olsa var olan yerli sermaye birikimini de yok ediyordu. Bu durum kapitalizmin doğal ekonominin yerini almasına engel oluyor ancak pazara hakim olmaya başlayan meta ekonomisi sayesinde de doğal ekonomilerin deforme olarak değişik biçimlerde egemenliklerini sürdürmelerine sebep oluyordu.
Emperyalizmin ve komprador burjuvazinin ülke içindeki denetimi ülke nüfusunun küçük bir bölümünün yaşadığı kentlerle sınırlı kalıyordu. Geniş kırsal alan ise denetim dışı yumuşak karınlar olma özelliğini kazanmıştı.
Emperyalizm açısından yan sömürgecilik ucuz işgücü ve hammaddelerin yağmalanması için baş vurulan bir yöntemdi. Bu amaca ulaşabilmek için öncelikle doğal ekonomik ilişkilerin parçalanması, meta ekonomisinin ülkeye hakim hale getirilmesi ve en önemlisi de ticaret ve tarımın birbirinden ayrıştırılması gerekiyordu. Bu şekilde doğal ve kendisine yeterli olan ekonomik kalıplarda kırılarak emperyalist sömürüye daha uygun bir zemin hazırlanıyordu.
Doğal ekonomilerin yok edilmesi için ise, giderek hammadde kaynaklarına ulaşacak olan alımlar kullanılıyordu. örneğin; önceleri pamuklu kumaş satın alan emperyalist ülkeler daha sonra sadece pamuk ipliği almaya başlayarak pamuklu dokuma sanayiini yok ediyor, daha sonraları ise ham pamuk alarak iplik sanayiini de çökertiyorlardı. Tabi daha sonraki adım ise tarım alanlarına el atıp pamuğu da kendisinin üretmesi oluyordu. Bu şekilde cılız sermaye birikimleri yok edilirken tarımsal üretim de kontrol altına alınıyor. Sömürgeciler pazara büyük ölçüde hakim duruma geliyorlardı.
Yarı sömürgelerde gözlenen bu gidişat, köylülerin hızla yoksullaşmasını ve giderek mülksüzleşmelerini doğuruyordu. Bu durum burjuva devrimini gerçekleştirerek sanayileşmiş bir kapitalist ülkede yaşansa köylülerin proleter olmalarının olanaklarını yaratacaktı. Ancak sanayici olmayan bir yan sömürgede bu köylüleri bekleyen tek gerçek, mutlak bir işsizlik ve sefaletti.
Söz konusu sürecin önemli özelliği, yalnızca ülkede meta dolaşımı temelinde oluşan piyasa değildi, daha büyük ölçüde sermayenin ve bu sermayenin ülke ekonomisi üzerindeki etkisinin de hızlı gelişmesiydi. çeşitli sektörlerde oluşan emperyalist sermayeli kuruluşlar, ürünün pazarlanması ve satışının tek yetkilisi durumundaydılar. Sonuç olarak 1. ve 2. Bunalım Dönemleri’nde emperyalizm doğal ekonomilerin geçerli olduğu ülkelerde bu yapıları parçalayarak meta piyasası yaratmış ve ortaya çıkan mülksüzleştirilmiş kitleleri yer altı ve yerüstü zenginliklerinin talanında kullanmıştır.
Savaştan sonra neredeyse peş peşe yaşanan krizler ve bunlara karşı alınan bütün tedbirler ülkeden ülkeye değişen sonuçlar doğursa da istenilen istikrar tara olarak sağlanamamıştı. Tüm çabalara rağmen 1936 yılına gelindiğinde üretim kapasitesi ancak 1913’lerin rakamlarına ulaşıyordu. Ancak bu yükseliş de kısa sürecek, 1937’de ekonomi tekrar gerilemeye başlayacaktır. 1938 yılında ABD’deki işsiz sayısı 10 milyona ulaşarak en üst seviyesine erişiyordu. II. Paylaşım Savaşı öncesi’nin sorunları artarak derinleşiyordu.
Yaşanan son kriz kapitalist ekonomide bir tespiti de güncelleştirecekti. Krizin neden olduğu gerileme askeri sanayi ve harcamalara daha az pay ayıran ülkelerde daha fazla olmuştu. Savaş sanayiinin başta madencilik olmak üzere pek çok sanayi dalıyla ilişkili olması istihdamı artırıcı bir sonuç doğurmaktaydı. Tabi silah sanayiinin gelişmesi tıpkı daha önce olduğu gibi bir kez daha hammadde yetersizliği sorununu gündeme getirmiş ve emperyalistler arası çelişkileri derinleştiren bir etki yaratmıştır. Bu dönemde hammadde sorunu yaşamayan tek emperyalist ülke ABD’dir. 1. Paylaşım Savaşı’ndan bu yana Avrupa karşısındaki ağırlığını yaşanan tüm krizlere rağmen artıran ABD; bu süreç içinde durumunu daha da güçlendirmeyi bilmiştir.
ABD sermaye ihracını da önemli oranda geliştirmiş bulunuyordu. 1879’da 684,5 milyon dolar olan dünya pazarlarındaki Amerikan sermayesi 1914’de 3,5 milyar dolara, 1940’da ise 13 milyar dolara erişmiş bulunuyordu. Sömürgecilik yansında doğal olarak geç kalan ABD, açık sömürgeleştirme politikaları yerine başından beri, sermaye ihracı yolunu etkin bir silah olarak kullanıyordu. Bu şekilde de kendisine bağımlı hale getirdiği ülkelerde siyasal bağımsızlık görüntüsü oluşturarak söz konusu ülkelerdeki varlığını diğer emperyalist ülkelerin kendi sömürgelerinde yaptıklarına oranla daha iyi gizleyebiliyordu.
Almanya’nın ilk savaştan mağlup ayrılması, heveslisi olduğu savaştan istediğini alamamasına neden oldu. Ve aradan geçen yıllar Almanya’nın pazar ve sömürge hırsını dindirmek bir tarafa, daha da artırdı. üstelik Alman burjuvazisi, içinde düştüğü krizi aşabilmek için faşizmi tercih etmişti bile.
üretimdeki görece artışa rağmen tüketim bir türlü artırılamıyor, stoklar tekrar muazzam boyutlarda artmaya başlıyordu. Artık krizin yarattığı bunalım kaçınılmaz olarak savaşla çözülmeye doğru gidiyordu.
- Paylaşım Savaşı ve Sonuçları
Savaş beklenen etkiyi tekrar göstermiş ve üretimde daha önce hiç görülmemiş bir artış yaratmıştı. Savaşı yürüten veya işgal edilen ülkelerde daha önce kapatılmış olanlar da dahil tüm işletmeler savaşla birlikte tekrar üretime geçmiş, yeni fabrikalar kurulmuş ve tam kapasiteyle üretim yapar duruma getirilmişti. Yoğun üretim ihtiyacı ile teknikte de önemli bir ilerleme sağlanmış dünya ölçeğinde üretim yaklaşık yüzde 20 düzeyinde artış kaydetmişti. Tabi üretimdeki bu artışlar sorunları çözmek bir yana geçici olarak yaşanan rahatlamanın ardından tekrar hammadde ve kaynak ihtiyacını da artırır. üstelik bu dönemde sosyalist blok da Avrupa’nın içlerine kadar genişlemiş dünyanın önemli bir bölümü pazar dışına çıkmıştır. Bu gidişat 1949 yılında çin’de gerçekleştirilecek olan devrimle daha da hızlanacak dünyanın üçte biri emperyalistler için pazar dışı sayılacaktır. Yani teknikteki muazzam ilerlemeye karşılık pazarlar önemli ölçülerde daralacaktır. Bu da yaşanan sorunu daha da can alıcı hale getirmektedir. Tabi emperyalizmin sorunları bu kadarla da sınırlı değildir. Dünya yüzeyinde yaygınlaşan millici-yurtsever akımlar sebebiyle artık eskisi kadar rahat bir sömürgecilik politikası da uygulayamamaktadır. Zira artık sömürge ülkelerin arkasına alabileceği ve hatta katılabileceği bir sosyalist blok gücünü artırmıştır. Bu koşullar altında eski tip sömürgecilik 2. Paylaşım Savaşı sonrasında ihtiyaçlara cevap veremez duruma gelmiştir.
İşte bu koşullar altında emperyalizm savaşla çözmüş göründüğü sorunlarını tekrar karşısında buluyordu. Savaş sonrası oluşan ve yüzyılımızın ikinci yansına damgasını vuran koşullar şunlardı;
“1-ABD, emperyalist ülkeler hiyerarşisinde tartışmasız bir ekonomik, askeri, ideolojik-politik hegemonik güç haline gelmiş ve piramidin tepesine oturmuştu;
2-Emperyalist-faşist saldırıya rağmen Sovyet Sistemi hem varlığını korumayı hem de etkinlik alanını genişletmeyi ve prestijini artırmayı başarmıştı;
3-Sömürge halkları, sömürgecilik statükosunu ortadan kaldırmak üzere tarih sahnesine çıkmışlardı. Emperyalist ülkelerde işçi sınıfı faşizmin yenilgisi temelinde moral ve reel bir pazarlık gücü kazanmıştı…”
EMPERYALİZMİN DOĞUŞU
Emperyalizm kavramı bundan yüz yıl önce, on dokuzuncu yüzyıl sonu yirminci yüzyıl başında ortaya çıkmaya başladığında, bu gelişme, insanlık tarihi açısından yeni bir evrenin de başladığını haber veriyordu. Bu gelişme batının iktisadi, siyasal ve sosyal yaşamını yeniden biçimlendiren bir olay halini alırken, kuşkusuz ki sömürge ülkeleri çok daha derinden etkiledi.
On dokuzuncu yüzyılın sonuna kadar hüküm süren klasik sömürgeciliğin nasıl bir şey olduğu hemen herkes tarafından bilinen bir olgu. Sömürgeciliğin bu biçimi, tarih kitaplarından yedinci sanat olarak kabul gören sinemaya kadar oldukça geniş bir alanda gözler önüne serilmiştir. Bu konu hakkında pek bir şey bilmeyen insanlar bile en azından seyrettikleri bu filmler aracılığıyla konu hakkında bir şeyler söyleyebilir. Oysa sömürgeciliğin günümüzdeki biçim ve araçları hakkında buna benzer bir bilgi ve bilinç yeterince oluşmamıştır. Bunun sebebi ise, günümüz koşullarını kavramak için film seyretmekten “biraz” daha fazla bir çaba gösterilmesinin gerekmesidir.
Emperyalist dönemle birlikte, klasik sömürge ülkeler yalnızca uygun meta pazarları olmakla kalmayıp, önemli derecede ucuz işgücü ve hammadde kaynağı olarak da kullanılmaya başladı. Bu bakış açısını doğuran en önemli gelişme ise, kapitalist ülkelerin ulusal sınırlan içinde merkezileşmeye başlayan sermaye birikimleri olmuştur. On dokuzuncu yüzyılın sonlarına doğru tekelleşme eğilimleriyle dikkat çeken batılı sermayedarlar zaman içinde kendi sınırlan içine sığamaz duruma geldiler. Bu aşamadan sonra yaşanan ise, sömürge ülkeleri sadece meta pazarı olarak görmek değil, sermaye ihracı yolu ile bu ülkelerin emek ve yer altı kaynaklarını da kontrol altına almak oldu. Tabi kapitalizmin bu aşamaya evrilmesi kesinlikle batılı sermaye sahiplerinin çok öncelerden tasarlayıp uygulamaya koydukları bir gidişat değildi. Tam tersine emperyalizmin ortaya çıkışı kişilerin ve sınıfların tasarlanmış tercihi dışında, kapitalizmin gelişmesinin zorunlu bir durağıdır.
Marks ve Engels’in kapitalizmin özel mülkiyete ve rekabete dayanan ekonomik yapısı üzerine yaptıkları ilk tespitler sermayenin yoğunlaşmasının ve merkezileşmenin kaçınılmazlığı üzerinedir. “Gerek Marks, gerekse Engels, rekabetin otomatik olarak sermayenin yoğunlaşmasına ve merkezileşmesine yol açtığım; serbest teşebbüsün tekelleşmeyi, ‘serbest piyasa kapitalizminin tekelci kapitalizmi doğurduğunu, özel mülkiyetin toplumu zenginler ile yoksullar arasında kutuplaştırdığını, küçük mülk sahiplerinin büyüklerce, özgür girişimcilerin dev ekonomik tröstlerce yutulmasını hızlandırdığını, ekonomik gücün yoğunlaşmasını, dolayısıyla politika sahnesinde de çürüme ve baskılan beraberinde getirdiğim belirttiler.”
İşte kapitalizmin zorunlu bir durağı olarak emperyalizm, yine kapitalizmin eşitsiz gelişimi yasası gereğince değişik ülkelerde değişik zamanlarda vücut buldu. örneğin “İngiltere, kapitalist gelişmesini en önce tamamlamış olması sonucu, teknolojisini yeni koşullara göre yenileyemediği ve fazla sermayesini kolaylıkla ihraç edebileceği bir sömürge imparatorluğuna sahip olduğu için, tekelleşmenin ABD ve Almanya’ya göre daha yavaş meydana geldiği bir ülkeydi. Kapitalist gelişmesini daha geç tamamlayan ABD ve Almanya ise, çok daha modern teknoloji ile başlamak durumunda kaldıklarından, daha hızlı bir tekelleşme sürecine girdiler.”
Rekabetçi kapitalizmin, tekelci kapitalizme ve dolayısıyla emperyalizme geçişini belirleyen koşullar üretimin yoğunlaşması ve sermayenin merkezileşmesi olarak özetlenebilir. Bu süreç ise, kabaca şu hattı izler;
“-üretimin bir elde toplanması, giderek karteller ve tröstler gibi tekelci grupları oluşturmuştur, üç-beş büyük banka bütün iktisadi yaşamı egemenliği altına almıştır;
-İlkel madde kaynaklarını, tröstler ve -tekelci hale gelmiş sanayi sermaye ile banka sermayesinin kaynaşması demek olan-mali oligarşi ele geçirmiştir.
-Dünya iktisadi bakımdan milletlerarası karteller arasıda bölüşülmüş ve -tekelci olmayan kapitalizm dönemindeki emtia dışsatımından farklı olarak- sermaye ihracı ön plana geçmiştir.
-Dünya, yalnız iktisadi bakımdan değil, topraklar bakımından da bölüşülmüş ve sömürgecilik başlamıştır.”
Tekelleşme ve Bankaların Rolü
Kâra dayalı bir ekonomik sistemin engellenemez zorunluluğu tekelleşmedir. Bunun için kapitalist ülkelerde yaşanan sermaye yoğunlaşması bir aşamadan sonra kendiliğinden tekelleşmeye varıyor. Tekellerin ortaya çıkışı ise yoğunlaşmayı daha da hızlandıran koşullan doğurarak o döneme kadar görülmedik düzeyde bir merkezileşmeyi meydana getiriyor. Sermayenin merkezileşmesi ise çok sayıda işletmenin daha az sayıda kapitalistler tarafından yutulması demektir. Böylece küçük işletmelerin sermayeleri giderek büyük şirketlerde merkezileşmeye başlar.
Sermaye birikiminin belirli bir aşamasından sonra, bir eğilim olarak ortaya çıkan merkezileşmeyi kolaylaştıran ve hızlandıran en önemli faktörlerden bir tanesi finansman ve kredi sisteminin gelişmesidir. “Bu sistem ilk aşamalarında, birikimin alçakgönüllü bir yardımcısı olarak hiç sezdirmeden işin içine girer ve büyük ya da küçük miktarlar halinde toplum yüzeyine dağılmış bulunan para kaynaklarım, görünmeyen iplerle, tek ya da ortaklık halindeki kapitalistlerin ellerine çeker. Ama çok geçmeden, rekabet savaşının yeni ve müthiş, bir silah halini alır ve en sonu sermayenin merkezileşmesi için, dev bir toplumsal mekanizmaya dönüşür.” özellikle on dokuzuncu yüzyılın ikinci yansından sonra pazarda tutunabilmenin daha yüksek kârlara ve buna paralel daha büyük yatırımlara bağlı hale gelmesi, ve bunun da daha önce olduğu gibi kişisel kaynaklardan sağlanan tasarruflarla karşılanamayacak büyüklüklere ulaşması finans ve kredi sistemini gerekli hale getirdi. “Kimya, elektrik, demir-çelik sanayi gibi, hem modern teknoloji, hem de büyük ölçek gerektiren üretim dallarındaki yeni yatırımları artık ne kişisel kaynaklar ne de tek bir anonim şirket finanse edebiliyordu. Bu tür yatırımlar ancak bir bankanın veya bankalar gurubunun açtığı kredilerle gerçekleştirilebiliyordu.”
Bu aşamayla birlikte ise sanayi sermayesi ile banka sermayesinin daha yoğun bir şekilde iç içe geçtiği görülüyor. Sanayi sermayesi banka kredileriyle sağladığı büyüme sonucunda öyle bir noktaya ulaşmıştır ki, artık kullandığı sermayenin önemli bölümü kendisine ait değildir. Bankaların sanayi yatırımlarına ayırdıkları para miktarı her geçen gün artarken, pek çok şirket de kredi açısından bağımlı hale geldikleri bankalar tarafından kontrol edilir duruma geldi. İşte sermaye birikiminin bu aşamasından sonra, ‘mali oligarşi’ denilen mali sermaye, ekonomiye damgasını vurmaya başladı.
Sermayenin yoğunlaşmasıyla birlikte bankaların artan önemi, sadece büyük yatırımlar için kredi sağlamakla sınırlı değildi. Bankalar belirli bir sanayi dalındaki girişimlerin birleştirilmesi ve bu birleşmeden sağlanan sermayeden, daha fazla bir sermayeye sahip, yeni bir şirket kurulması için bu sektördeki firmalarla ortak bir program yürütüyorlardı. Birleşme sonucu oluşan sermaye miktarından daha fazla bir sermaye ile kurulacak olan yeni şirketin ihtiyaç duyduğu ek sermaye, yatırım bankalarının aracılık ettiği hisse senetleri ve tahvillerin satışından sağlanıyordu. Bu şekilde halkın tasarrufları tekelleşme için kaynak haline dönüştürülürken, bankalar da satın aldıkları gerekli miktarlardaki hisse senetleri ile oluşan tekellerde söz sahibi oluyorlardı.
Kapitalist ekonominin merkezine oturmuş olan bankalar, hiçbir zaman sadece bir mübadele aracı olmayan parayı, en fazla kütleleşen bir biçim altında mübadelenin konusu haline getirmişlerdir. Paranın sadece bir mübadele aracı olmamasının anlamı, tarih boyunca paranın sadece meta satın alımında kullanılmamış olmasıdır. Tefeciliğin insanlık tarihi içindeki uzun geçmişi aynı zamanda paradan para kazanmanın da tarihidir. Bir tefeci için para sadece meta satın alımında kullanılacak bir araç değil, satılarak (kredilendirilerek) para getirebilecek, yani mübadeleye konu olacak bir araçtır. Tefeciliğin ortaya çıkışı, ticaret içindeki bir bölünmeydi de aynı zamanda, bundan sonra ticaret meta ticareti ve para ticareti olarak iki şekilde tanımlanacaktır. İşte paranın insanlık tarihi kadar eski olan, ticaretin konusu haline gelmesi, finans ve kredilendirme sistemlerinin gelişmesi ile en üst boyutuna ulaşarak, günümüz kapitalizminin omurgasını oluşturmaktadır.
Mali sermaye ile iç içe geçen sanayi sermayesi, oluşturduğu tekeller sayesinde, egemenliğini güçlendirmek için ilk başvurduğu araçlardan bir tanesi hammadde kaynaklarını kontrol altına almak oldu. “Hammadde kaynaklarının tamamım ya da büyük kısmını ele geçirmek olanaklı olduğu zaman kartellerin oluşumu ve tekellerin kuruluşu da çok kolay olmaktadır.” Bu şekilde rakiplerine ve tekelleşmeye karşı direnen küçük işletmelere karşı önemli bir avantaj yakalamış olan tekeller, adres olarak kendilerini gördükleri bir merkezileşmeyi her ne pahasına olursa olsun yaratmayı önlerine koymuşlardı.
“Tekelci birliklerin ‘örgütlenme’ zorunluluğu için” diyor Lenin, “…başvurdukları usullerin listesine şöyle bir göz atmak yararlı olacaktır:
1-Hammaddeden yoksun bırakmak (…’kartele katılmaya zorlamak yolunda kullanılan en önemli usullerden biri ‘)
2-‘İttifaklar’ yoluyla emek arzını durdurmak (yani kapitalistler ile işçi sendikaları arasında işçilerin kartelleşmemiş işletmelerde çalışamayacaklarına ilişkin anlaşmalar yapılması)
3-Ulaştırma araçlarından yoksun bırakmak
4-Mahreçleri (Kaynaklan -özgürlük-) kapamak
5-Yalnızca kartellerle ticaret ilişkilerin kurmaları konusunda müşterilerle anlaşmalar yapmak
6-Sistemli bir biçimde fiyat indirmek, (bu usule outsider’ları yani tekelden bağımsız bulunan işletmeleri yıkmak için baş vurulur…)
7-Kredileri kesmek
8-Boykot”.
Tekelleşme aşamasında başvurulan zorbalıklar sonucu, ekonomide rekabet de biçim değiştirmiş, küçük işletmeler arası süren geliştirici rekabet, tekeller arası paylaşım savaşlarına dönüşmüştür. Büyük şirketlerin pazarda kalabilmek için başvurdukları ilk yöntemlerden bir tanesi olan fiyat kırma, zamanla önemli miktarlardaki sermayenin tehlikeye atılmasına neden olan zorlu bir rekabet ortamı yarattı. Dolayısıyla da büyük sermayedarlar bu türlü rekabete son verme ihtiyacı içine düştüler. Fiyat kırmada rekabet öyle boyutlara varmış bulunuyordu ki ABD’deki petrol sanayini tek bir tekelde birleştiren Standard Oil şirketinin kurulmasından önce 1859-1861 yılları arasında kıyasıya bir rekabet yaşanmış ve bir galon petrolün fiyatı 20 dolardan 52 cente düşmüştü. Yine demiryolu tekellerinin kurulmasından önce yaşanan rekabette 400’Un üzerinde demiryolu şirketi iflas ederek yok olmuşlardı.
Küçük üreticilerin ya da tekelleşme eğilimine karşı duran sermayedarların tasfiyesinde ulaşılan başarı, bütün küçük üreticilerin iflasına neden olsa da sözü geçen sermayedarların her zaman tamamen yok edildiği anlamına gelmiyor. Yaşanan gelişmeler çoğu zaman, tekelci baskılar karşısında pes etmek zorunda kalan sermaye kesimlerinin merkezi bir sermaye grubu çevresinde toplanan ‘Holding’ler içinde yer alınması şeklinde olmuştur. Holding sistemi, küçük tasarruf sahiplerinin birikimlerinin tek bir kaynakta toplanması ve bunların daha geniş yatırımlara yönelik anonim ortaklıkların kurulması biçimi altında tekelci firmalara kaynak aktarılması anlamına geliyor. Daha zayıf işletmelerin tekelci baskılardan kurtularak çalışma imkanı bulabilmek için katılmayı kabul ettikleri holdingler, bir ‘ana şirket” etrafında toplanmış ona bağlı olarak çalışan ‘bağlı şirket’lerden oluşan bir sistemdir. çoğu zaman bağlı şirketlerin de daha küçük şirketleri kendilerine bağlı hale getirdikleri görülür. Bu sayede ana şirket kendi öz sermayesinden defalarca daha fazla büyüklükteki bir sermayeyi kontrol altına alabilmekte ve üretimin geniş alanlarına hakim olabilmektedir.
Anonim şirketler şeklinde sermayeleri hisse senedi olarak bölünmüş bulunan şirketlerin, işlerine egemen olabilmek için hisselerinin yüzde kırk’ına ve hatta daha azına sahip olmak yetmektedir. çünkü sahip olunan payın dışında kalan hisselerin ortaklan çok küçük paylar şeklinde parça parça olduklarından bir araya gelip ana hisse sahibinin taleplerine karşı gelmeleri oldukça zordur. üstelik, ana hisse sahibi bağlı işletmenin diğer ortaklarından bazılarını da yanına çekmeyi başarabilmektedirler. Ana şirketin sahip olduğu hisselerin oranı ise geriye kalan hisselerin parçalanma oranı artıkça, azalacaktır. Burada bir parantez açarsak; Türkiye’de de son yıllarda yaygınlaşan borsacılık, anlaşılacağı gibi ana şirketlerin yani tekelci sermayenin, kendi şirketini veya bağlı şirketi daha az bir payla yönetmesini kolaylaştırmaktadır. Dolayısıyla borsada alınan her hisse diğer bir değişle borsada oynamak- İşbirlikçi Tekelci Sermayenin ve onun bağımlı bulunduğu çok uluslu şirketlerin başka sömürü mekanizmalarına daha fazla para ayırmalarına yardımcı olmaktadır.
- Yüzyılda Tekelleşme ve Savaş;
Serbest rekabetin egemen olduğu kapitalizmin ilk aşaması, gelişmesinin sınırına 1860-1870 yıllan arasında erişirken, sömürge fetihlerinin ve savaşlarının keskinleşmesinin tam da bu dönemin sonrasına rastlaması bir tesadüf değildir. Ekonomiye belirleyici aktör olarak dahil olan mali oligarşi, ulusal sınırlan içinde yaşadığı sıkıntıyı aşabilmek için çözüm yolunu en saldırgan tarzda, sömürge savaşları ile yansıtmaya başlamıştır bile.
Yaşanan her savaş sermayeye yeni bir hamle yapması için gerekli tüm olanakları sağlıyordu. “Amerika İç Savaşı ABD’deki tekelleşmenin önünü açan en önemli faktörlerden bir tanesi olmuştu. 1831 yılının ABD’si için “ortada ne dev tekeller, ne muazzam zenginlik, ne de büyük yoksulluk var”(8) gözlemini yapan Aleksis de Tocqieville’e göre ABD iç savaş öncesi rekabetçi kapitalizm aşamasındadır. O yıllarda Amerikalı üreticilerin yüzde seksen’i gerçekten de kendi üretim araçlarına sahipti. Kuzey’de yoğunlaşan sanayileşmeyle birlikte kuzeyli burjuvazi ile güneyli köle sahiplen arasındaki uzlaşmaz çelişki, en sonunda iç savaş ile çözümlendi. İç savaşla birlikte sanayi görülmemiş bir hızla ilerlerken bu durum elbette ki kuzeyli burjuvazinin işine yaramıştır. İç savaştan sonra tekelleşme büyük bir ivme daha kazanmış ve ABD kapitalizmi tekelleşme aşamasında büyük bir ilerleme sağlamıştı. Bunun ardından 1898 İspanyol-Amerikan savaşı, ağır sanayiinin tröstleşmesini daha da ileri taşımıştır. ABD – İspanyol savaşı kapitalizmin eşit olmayan sıçramalı gelişimi sonucu doğan yeni güç dengelerinin gerektirdiği dünyanın yeniden paylaşımı yolundaki savaşların ilk büyük ve somut örneği olmuştu.
Ekonomide tekellerin yeri ondokuzuncu yüzyılın sonlarına doğru ancak fark edilebilecek bir seviyeye erişmiştir. Bu döneme kadar belirleyicilikleri sınırlı ve geçici birlikler olarak oluşan karteller, emperyalizm tanımlamasını hak edecek kadar merkezileşmelerini ancak yirminci yüzyılın ilk yıllarında başarabildiler. 1.900-1903 yıllan arasında hüküm süren bunalım ekonomideki ağırlıklarını yeni yeni hissettirmeye başlayan tekellere ekonomiye tamamen hakim olma şansını verdi. üç yıl süren bu bunalımın tekelleşmeyi nasıl etkilediği konusunda net bir fikre sahip olabilmek için rakamlara baş vurmakta yarar olacak; “Almanya’da kartel sayısı 1896’da 250 kadardı. 1905’te ise 12 000 kurumu içine alan 385 kartel olduğu tahmin edilmekteydi. Kitapta bu alıntı yapıldıktan sonra ise verilen rakamların o dönem için bile gerçek rakamların çok altında kaldığının herkes tarafından kabul edildiği vurgulanıyor.
“Her bireysel sermaye, şu ya da bu ölçüde üretim araçlarının yoğunlaşması olup, buna uygun düşen büyüklükte bir emek-ordusu üzerinde komuta yetkisi vardır. Her birikim, yeni bir birikimin aracı olur… …birikim, bir yandan, üretim araçlarının gitgide artan yoğunlaşması ve emek üzerindeki egemenliğinin artması olarak görünür. öte yandan da, birçok bireysel sermayenin birbirini itmesi ve ayrılması olarak ortaya çıkar.”
Sanayi sermayesi ile banka sermayenin iç içe geçmesi ve ikincisinin lehine bir etkileşim anlamına gelen mali oligarşinin ortaya çıkışıyla birlikte, kapitalizmin kazandığı yeni eğilim, sermaye sahibi ile sermayeyi doğrudan yatırım olarak sanayide kullanan sanayicilerin birbirinden ayrılması şeklinde oldu. Sermayenin sahipleri yani rantiyeler, sanayicilerden giderek daha fazla ayrıldılar. Bu ayrılış finans ve kredi sistemlerinin genişlemesiyle orantılı bir hat izlerken, süreç, rantiyenin bütün diğer sermaye çeşitlerinden üstünlüğünü pekiştiriyordu. Mali oligarşinin gelişimi ile birlikte kârlılık oranlan dönemsel olarak muazzam boyutlara ulaşan burjuvazi, elde ettiği bu aşın fazla sermayeyi daha hızlı-bir şekilde yatırıma dönüştürmeye başladı. Ancak bu hızlı yapılaşma sonucu kısa süre içinde kendi ülkesindeki kaynakların ve pazarın da sonuna gelen mali oligarşi, kendi sine yeni pazarlar yani topraklar aramaya başladı. Daha önceleri meta ihracı yoluyla kendisine bağladığı sömürge ülkeler, artık sermaye ihracı yoluyla da kullanılabilirdi.
Sermaye İhracı
Elde ettikleri aşın artı değeri, burjuva ideologlarının iddia ettiğinin ve küçük burjuva ‘iyi niyetliliğinin aksine kendi halkının ve bunun içindeki işçisinin refah seviyesinin artışı için harcamayan emperyalist kapitalizm, kendisine daha geniş ve kârlı yatırım alanları bulmak amacıyla sömürge imparatorluklarını güçlendirdi. Bu noktadan sonra birkaç ülkede sıkışmış bulunan olgunlaşmış kapitalizm, süratle geri kalmış ve emeğin ucuz olduğu tarım ülkelerine kaymaya başladı. Bu ülkelerdeki kâr oranlarının yüksek oluşunun temel nedeni, emeğin ucuz, toprak fiyatlarının göreceli olarak düşük, hammaddenin bol ve daha ucuz oluşuydu. Bunun yanında sömürge ülkelerin bu imkanları değerlendirmek için kendi öz sermayelerine sahip olmayışları bu pazarları daha kârlı hale getiriyordu.
ülke pazarının tekeller tarafından paylaşımı ile yatırım olanaklarının sınırlı hale gelişi, tekelleri dış pazarlara yöneltti. Böylece başlayan sermaye ihracı, zamanla daha hızlı artarak, sömürge ülkelerdeki yatırımların belirli bir hacmi aşması sonucunu doğurdu. Bu ülkelerde oluşan ‘nüfuz bölgeleri’ genişledikçe, işler de tekelci gruplar arası anlaşma ve uluslar arası kartellerin kurulmasına doğru yöneliyordu, “Sermaye ihraç eden ülkeler, dünyayı sözcüğün mecaz anlamıyla, aralarında paylaşmıştı. Ama mali sermaye, yeryüzünün, doğrudan paylaşılmasına götürdü.”
Bu arada sermaye ihracı bir şeyi daha geliştirdi; rantiyeyi. Sermaye ihracının artışı, rantiyelerin ekonomi içindeki payının giderek artmasına, yani daha da güçlenmesine neden oldu. Hiçbir iş yapmayan, Lenin’in tabiriyle “meslekleri işsizlik olan insanların”, elde ettikleri paralan kredilendirerek sağladıkları yüksek kazançlar daha yüzyılın başında bile muazzam boyutlara erişmiş bulunuyordu. Rantiyeliğin her geçen gün sanayi sermayedarlığına göre daha fazla kazanç sağlayan bir sektör haline gelmesi, sermaye sınıfını doğrudan sanayi yatırımı yapmaktan hızla uzaklaştırmıştır. Rekabetçi kapitalizm dönemine özgü olan geliştirici sanayi yatırımları, mali oligarşiye varan rantiyeleşme dönemiyle birlikte, sona ermiş, tekeller sayesinde pazarda tutunabilmenin yolu daha iyi üretim olmaktan nispi ölçülerde çıkmıştır. Burjuvazinin kazancının temeli bu noktadan sonra üretim değil asalakça tefecilik yapmaya dönüşmüştür. Sadece İngiltere’deki rantiyelerin yıllık kazancı, dünyanın en büyük ticaret ülkesi olan İngiltere’nin yıllık ihracat gelirinden beş kat daha fazlaydı. “Emperyalizmin” diyor Lenin, “ve emperyalist asalaklığın esası budur.”
Kapitalizmin gelişim seyri içinde devletle de içi içe geçecek olan mali sermaye zamanla kimi devletleri tefeci konumuna getirmiştir. Bugün de içinde yuvarlandığımız borç batağının Oltaya çıkışı rantiyeleri aşırı büyüklüklere ulaşmış olan devletlerin, bu sermayeler adına sömürge ülkeleri kıskaç altına almasıyla meydana gelmiştir. Mali sermaye önce kendi ulusal sınırlan içinde, küçük ve orta kapitalisti ve devamla daha da küçük ölçekli üreticileri kendisine bağlayarak başladığı merkezileştirme eğrisini daha sonra dünyanın paylaşımı doğrultusunda diğer ulusların mali gruplarını da bir şekilde kendisine bağlayarak devam ettirmiştir. Kendi ulusal sermayelerini doğal bir seyirle geliştiremeyen sömürge ülkeler ise doğrudan doğruya devlet mekanizmaları ve yukarıdan aşağıya oluşturulan komprador burjuvazi eliyle emperyalizme bağımlı hale geldiler.
“üretim araçlarının basit yoğunlaşması ve onun emek üzerindeki kumandası, birikimle özdeş demek değildir. Bu, daha önce oluşmuş bulunan sermayelerin yoğunlaşması, bağımsızlıklarına son vermesi, kapitalistin kapitalist tarafından mülksüzleştirilmesi, birçok küçük sermayenin, birkaç büyük sermayeye dönüştürülmesidir… Başka bir yerde birçok kapitalistin elinden çıkan sermayeler, burada, tek bir kapitalistin elinde büyük bir kitle halinde toplanır. İşte bu, birikim ve yoğunlaşmadan farklı olarak, gerçek anlamda sermayenin merkezileşmeğidir.”
20 yüzyılın başlangıcında sermaye ihracı da hızlanmaya başladı. örneğin 1902 ve 1914 yıllarında İngiltere, Almanya ve Fransa’nın gerçekleştirdiği sermaye ihraçları sırasıyla; 62 milyar franktan 75-100 milyar franga, 12,5 milyar franktan 44 milyar franga, 27 milyar franktan 60 milyar franga yükselmişti. Sermaye ihracı ilk önceleri kontrol altında bulundurulan açık sömürge ülkeler üzerinden gerçekleştirilirken zaman içinde açık sömürgeciliğin yanı sıra yan sömürgecilik metotlarının geliştirilmesiyle sermaye ihracının miktarı ve yayılıra alanı da genişliyordu. Tabi yapılan sermaye ihracatı, dünyanın mali oligarşisi ve onların siyasal temsilini yapan devletler arasında paylaşılarak gerçekleştiriliyordu. Elbette ki bu paylaşım hiç de barışçı ve uzlaşıya dayalı bir bölüşüm değildi. Aksine gerginliğin her geçen gün arttığı ve derin karşıtlıklara dayanan bir karaktere sahipti. üstelik kapitalizmin eşitsiz gelişim yasası gereğince sömürgecilikte önceleri geri kalmış olan emperyalist ülkeler zamanla bu açıklarını kapatmak için oldukça hırslı görünüyorlardı. İşte bu ortam kapitalizmin yaşadığı krizin, ‘I. Paylaşım Savaşı öncesi Koşullarını’ (I. Bunalım Dönemi) ve I. Paylaşım Savaşı’nın da zeminini oluşturuyordu.
Emperyalizmin Bunalım Dönemleri Ve Sömürgecilik
Pazarın görece geniş olduğu 1900’lü yılların ilk çeyreğinde dünya büyük tekeller arasında paylaşılmıştı bile. Yoğunlaşmanın daha fazla olduğu sanayi dallarında tekelci birlikler tek bir ülkenin sınırlarını aşarak pek çok ülkenin pazarlarını kapsayacak kadar büyümüş durumdaydı. Bir çok ülkeye yayılmış bulunan sanayi dallarında pay kapan tekeller, aynı alanda yatırım yapan başka tekellerle karşılaşmaya başladıklarında sorun da kendisini göstermeye başlamıştı. Rekabetçi dönemin koşullarına uygun rekabet biçimlerinin tekelci döneme pek uygun olmadığı ortada olsa bile, daha önce hayal bile edilemeyecek kadar büyüklükteki bir sermayenin riske atılması söz konusu olduğundan başvurulan yollar da değişmeye başlamıştı. Belirli sanayi dallarında birden çok ülkenin büyük tekelleri, kendi aralarında anlaşarak uluslararası kartelleri oluşturdular. örneğin 1. Paylaşım Savaşı öncesi elektrik sanayi bütün dünyada temel olarak Almanya ve ABD’nin tekeli altındaydı. “1907’de bu iki dünya tröstü arasında bütün dünyadaki nüfuz alanlarının paylaşılması konusunda bir anlaşma yapıldı.”
- Paylaşım Savaşı öncesinde de başka sanayi dallarında bir dizi tröst oluşturulmuş ve bu tröstler kendi aralarında dünya pazarının paylaşılması için çeşitli anlaşmalar yapmışlardı. Emperyalizm çağından yüzyıllar önce başlayan sömürgeleştirme kapitalizmin egemen üretim biçim haline gelmesiyle birlikte büyük bir hız kazanmış ve on dokuzuncu yüzyılın sonuna gelindiğinde dünyanın ekonomik değere sahip hemen hemen bütün toprakları kapitalist devletler tarafından paylaşılmış bulunuyordu. Ondokuzuncu yüzyılın ikinci yansında müstakbel emperyalist devletler tarafından dünyanın ne oranda sömürgeleştirildiğine rakamlarla göz atacak olursak;
‘…Avrupa devletleri ile ABD, Afrika’nın toplam yüz ölçümünün 1876’da yüzde 10,8’ini, 1900’de ise yüzde 90.4’ünü, Polinezya (Büyük Okyanus Adaları)’nın 1876’da yüzde 56.8’nin 1900’de yüzde 98.9’unu, Asya’nın 1876’da yüzde 51.5’ini 1900’de yüzde 56.6’sını, her iki dönemde de Avustralya’nın yüzde 100’ünü … ellerinde bulunduruyorlardı. Asya’nın önemli bir bölümü (çin, İran, Türkiye) ile Güney Amerika’daki bütün devletlerin kapitalist ülkelerin en güçlüleri karşısında yan bağımlı bir konumda bulunduğu göz önünde tutulursa bu sayılar, 20. Yüzyılın başında bütün dünyanın emperyalist ülkeler arasında zaten paylaşılmış olduğu anlamına geliyor.”
Kapitalizm, emperyalizm çağına geçtiğinde, dünyada fethedilmemiş toprak kalmamış durumdaydı. Bu koşullar altında tekeller, önce kendi kontrolleri altındaki topraklardan başlayarak sermaye ihracı yoluyla etkilerini ve güçlerini artırmaya yöneldiler. Emperyalizm çağının başında bütün dünyanın paylaşılmış olması, aynı zamanda emperyalist çağa da yeni bir anlam kazandırıyordu. Emperyalizmin hüküm sürdüğü dünyada bundan sonra uluslararası ilişkilere hakim olacak olan anlayış, dünyanın ‘yeniden paylaşım’ıdır. Bunun içindir ki emperyalizm ortaya çıktığı andan itibaren bir bunalım içindedir. Ve sürekli olarak savaş koşullarım içinde barındırır. Emperyalizmin bu ilk aşaması ve yaşadığı sorunlar I. Paylaşım Savaşı öncesinin kendine ait koşullarını yansıtırken, ortaya konulan tablo bu şekildeydi. Emperyalizm çağı bundan otum emperyalist dünya savaşları çağıdır da.
1900’lü yılların verili koşullarındaki güç dengelerine uygun olarak oluşturulan karteller, aradan zaman geçtikçe kendi içlerinde yaşadıkları çelişkileri de derinleşiyordu. Kuşkusuz ki bunun temel nedeni kapitalizmin eşitsiz gelişim yasasıydı. Güç dengelerine uygun olarak oluşturulan karteller, zamanla kendisini oluşturan tekelci şirketlerin güç oranlan değiştikçe içinden çatırdamaya başlamıştı. Ama bir karteli dağıtmak normal şartlar altında hiç de kolay bir şey olmadığı için bu sorunlar bir süre diş sıkarak ertelenmeye çalışıldı. Elbette ki kaçınılmaz son nihayet gelecek yaşanan sorunlar en sonu, tekelleşmenin mayasında olan bir yöntemle, yıkıcı bir savaşla çözümlenmeye çalışılacaktı. üstelik bu savaş dünyanın sanayileşmeyle at başı giden militaristleşmesine uygun bir biçimde, insanlık tarihinde görülmemiş bir kıyıcılık içinde yaşanacaktı.
Değişen güç dengeleri yirminci yüzyıla kadar dünya yüzeyinde ayrıcalıklı bir konuma sahip olan Avrupa’nın bu durumunu sarsmaya başlamıştı. özellikle ABD ve Japonya’nın sağladıkları ilerlemelerle önce Batı Avrupa’lı sömürgeci ülkeleri yakalamaya başlamış ve onları geçebilecek potansiyelde olduklarını göstermiş bulunmaları yaşanan değişimin nedenini oluşturuyordu.
Ondokuzuncu yüzyılın sonunda İngiltere, Almanya ve Fransa’nın oluşturduğu sanayide ve ticarette Avrupa üstünlüğünün rakamlarla ifadesi şu şekildedir; Dünya’da ticareti yapılan malların yüzde 62’sini Avrupa sağlamaktadır ve dünya yüzeyindeki her 10 kalifiye elemandan 7 tanesi yine Avrupa’da istihdam edilmektedir. Ayrıca Avrupa, aynı zamanda dünyanın en büyük alıcısıdır. öte yandan Avrupa sahip olduğu mali güç nedeniyle dünyanın kredi merkezidir. Dünyanın herhangi bir bölgesinde yapılacak bir yatırım için sağlanan krediler bu yıllarda sadece Avrupalı bankalardan sağlanabiliyordu. Aynı dönemde ABD’Ii mali sermayenin etki alam ise sadece kuzey ve güney Amerika’nın pazarları ile sınırlandırılmış bulunuyordu. Avrupa kapitalizminin temsilcisi olan İngiltere, Fransa ve Almanya dünya yüzeyindeki “…bütün dış yatırımların yüzde 83’ünü aralarında bölüşürler. Büyük Britanya yüzde 45, Fransa yüzde 25, Almanya yüzde 13 bir payla sıralanırlar; Birleşik Devletler ise, yüzde 5 payla onların arkasından gider.”
Aradan geçen yıllar içinde 1.Paylaşım Savaşı’nın hemen öncesine gelindiğinde ise dünyanın toplam sanayi üretimindeki dengeler şu şekilde değişmiş bulunuyordu; sanayi üretiminin yüzde 35.8’ini tek başına ABD gerçekleştirirken Almanya’nın üretimdeki payı yüzde 15.7’yi buluyordu. Yine bu dönemde İngiltere yüzde 14.4’lük pay ile dünya yüzeyindeki üçüncü büyük ekonomiyi oluştururken, bunu yüzde 4 ile Fransa ve yüzde 5.5 ile Rusya izliyordu.
Güç dengelerinin bu şekilde değişmeye başlaması başta Almanya olmak üzere ABD’yi de oldukça rahatsız eder bir hale gelmişti. özellikle Almanya, ondokuzuncu yüzyılda başta Afrika olmak üzere sömürge ülkelerin bir oldu biniye getirilerek paylaşılmasından son derece rahatsız görünüyor ve yeni bir paylaşım istiyordu.
Uluslararası sermayenin aşın büyümesi sonucu mevcut pazarların yetersiz hale gelmesi ve bu pazarların kimilerinin lehine paylaşılmış olması emperyalist devletler arasındaki gerilimi artırıyordu. Dünyanın değişen güç dengeleri Avrupa merkezli hiyerarşinin değişim sancılarını artırıyordu. Ancak emperyalist devletleri bundan daha çok rahatsız eden başka bir gelişme daha yaşanmaktaydı. O da, giderek artan ve devrimci bir niteliğe bürünen, kitlesel işçi eylemleri ve grevlerdi. özellikle de 1905 yılından sonra emperyalistleri tedirgin edici boyutlara taşınan işçi eylemleri sadece sokakta kalmıyor, burjuva demokrasisinin sağladığı kurumlaşmalar aracılığıyla parlâmentoya da yansıyordu.
Bu ve benzeri sorunlarla derinleşen gerginlik en sonunda Balkanlar’daki karışık politik durum bahane edilerek dünyanın ilk en kıyıcı savaşı olan 1. Paylaşım Savaşı, emperyalistler arası yeniden paylaşım sorununu çözmek amacıyla patlak verecektir.
Tabi ki l. Paylaşım savaşı dünyadaki bütün dengeleri de alt üst ederek sonlanacak ve oluşan yeni dengelerin ardından ise kısa bir süre içinde emperyalist devletler yaşadıkları sorunlara hiç de sandıklan gibi bir çözüm üretemediklerini anlayacaklardı.
Savaş Ekonomisi
Savaş ekonomisi ile ekonomide daha önce var olan tüm dengeler ve alışkanlıklar da alt üst oldu. Her hükümet ordularının ihtiyaçlarını karşılayabilmek için önce özel girişimleri kendi kontrolü altına almak zorunda kaldı. Savaş ekonomisinin temel mantığını oluşturan kendi kendine yeten bir ekonomiye sahip olmak için yapılan devlet müdahaleleri savaş öncesi alışkanlıkların değişmesinde en önemli etkiyi yaptı.
Savaş öncesi yapılan hesaplar yaşanacak bir savaşın çok uzun sürmeyeceği üzerineydi. Ancak yaşanan bunun tam tersi olunca daha 1914’ünEylül ayından itibaren bütün cephelerde silah ve cephane bunalımı boy gösterdi. Bu gelişmeyle birlikte sanayiler hızlı bir şekilde savaş üretimine dönüştürülmek zorunda kalındı. Bu sorun öylesine hayati boyutlara ulaştı ki savaşın dengeleri bu dönüşümü en iyi ve hızlı sağlayanın lehine değişiyordu. Savaş sanayinin sağladığı hızlı üretim o güne kadar pek görülmemiş başkaca sıkıntıları da gündeme getiriyordu. O da hammadde ve iş gücü sıkıntısıydı. Erkek iş gücünün asker olarak değerlendirilmesi nedeniyle baş gösteren iş gücü yetmezliği, özellikle tarım üretiminde kendisini göstererek, beslenme ihtiyacının aksamasına ve savaş yıllarında gıdanın karneye bağlanması gibi uygulamalara sebep olmuştur. Kadın emeğinin giderek daha da önem kazanması, işte böylesi süreçlerin sonucu olarak gündeme daha sıkı bir şekilde yerleşmişti.
Yaşanan aşırı üretimin ve hammadde alımlarının yarattığı en önemli sonuçlardan bir tanesi de devletlerin mali kriz içine girmesi ve devlet borçlarının aşın artmasıdır. Tabi başta Avrupa devletlerinin yaşadığı bu sorundan daha sonra en fazla yararlanacak olan ülke ABD olacaktır. Savaş öncesi Avrupa ile boy ölçüşecek ve kimi sektörlerde geçecek bir sanayiye sahip olan ABD savaştan sonra Avrupa’lı emperyalistlerin bu durumundan yararlanmayı iyi bilecektir.
Savaş Sonrası Yeni Dengeler
- Paylaşım Savaşı’ndan sonra dünya yüzeyinde dengeler öyle çok değişmiştir ki ortaya çıkan sonuçlarıyla hiç kimsenin beklemediği bir tablo meydana gelmişti. Bu beklenmeyen gelişme, savaş devam ederken çarlık Rusyasında yaşanan dünyanın ilk sosyalist devrimidir. 1917 tarihinden sonra kapitalizmin temel çelişmesinin somut biçimlenişleri olan iki baş çatışmanın -emek sermaye çatışması ile ezilen halklarla emperyalizm arasındaki çatışma- yanı sıra bir üçüncü çatışma daha çıkmıştır yeryüzünde. O da, emperyalist-kapitalist sistemle sosyalist sistem arasındaki çatışmadır. Bu yeni durum emperyalist merkezleri, uluslararası ilişkiler ve sömürgecilik konularında daha dikkatli olmaya zorlayacaktır.
Savaştan çıkıldığında hammadde, yiyecek ürünleri ve mamul madde ihtiyaçları da son safhaya ulaşmıştı. Buna karşılık olarak bir de Avrupa’da döviz rezervlerinin tükenişinin ithalata ve yeniden yapılanmaya yeterince olanak tanımaması savaş sonrası erken bir bunalıma daha neden olacaktı. üstelik savaş sırasında aşın yükselen fiyatlar nedeniyle Avrupa’nın ihracattan kazandığı parayla ithalata ödediği para arasında bir uçurum oluşmuş, döviz rezervleri bu yüzden hızla erimeye yüz tutmuştur. Bu bunalımdan kendisini en çabuk kurtaracak olan Avrupa ülkesi İngiltere’dir. Avrupa’nın yaşadığı bu bunalıma paralel ABD, savaş ekonomisi ile sağladığı ilerleme ve savaş sonrası oluşan ticaret ve kredilendirmeler sayesinde kendisinin dünya yüzeyindeki üstünlüğünü İngiltere ile birlikte ispat etmiş oldu.
Savaştan sonra yaşanan kısa dönemli krizlerin aşıldığının zannedildiği bir ortamda 1920’li yılların sonlarına yaklaşıldığında ekonomiler tekrar kriz uyarılan vermeye başladılar. üstelik bu krizin nedeni çok hızlı ve aşın büyüyen ekonomilerdi. Bu ekonomiler savaş yıllarında sağladıkları yine örgütlenme modelleri ile üretkenliklerini de aşın artırmışlar ve stokların aşırı şişmesine sebep olmuşlardır. 1929 yılına gelindiğinde kaçınılmazlaşan kriz o döneme kadar yeryüzünde görülen en şiddetli ekonomik sarsıntı halini almıştı. “…1929’dan 1933’e değin, tanıtı üretimi pak az değişmiş sadece hafif bir azalma göstermiştir; oysa sanayi üretimi, bütün olarak, yüzde 15 oranında gerilemiş-tir…Kayıpların yandan fazlası Birleşik Devletler’e aittir. Bu sanayi çöküşü görülmemiş çaptadır; savaş zamanında bile, savaşan ülkeler için böyle bir kayıp söz konusu değildi.” Sıklaşan periyotları ve her defasında şiddeti artan krizleriyle emperyalizm apaçık bir şekilde yapısal krizinin ‘II. Paylaşım Savaşı öncesi Koşullarını’ yaşıyordu.
Ekonomiye Devlet Müdahalesi
Emperyalizm çöküntüden çıkış yolunu, en kısa tanımıyla devlete, gelir dağılımını değiştirici, geliri ve dolayısıyla talebi yeniden dağıtıcı işlev yükleyen bir ekonomik politika izletmekte buldu. Bu durum tekelci devlet kapitalizminin bütün çıplaklığıyla ortaya çıkmasından başka bir şey değildi. Kuramsal temelini Keynesçilikte bulan bu yaklaşım emperyalizmin devlet örgütlenmesini ekonominin aktif unsuru olarak finans kapitalin yararına kullanma politikası ve dünya düzeyinde gelirin yeniden bölüştürülmesi olarak özetlenebilir. ABD’de New Deal (Yeni Düzen) olarak adlandırılan yapılanma yıllar içinde Almanya, İtalya ve Japonya’da faşizm şekline bürünecekti. Yeni Düzenin İngiltere’nin de faşizme yönelmesini sağlamamasının sebebi, İngiltere’nin yaşadığı krizin faturasını karşılayabileceği sömürgelere sahip olmasıdır. Bu sömürgelerin sağladığı olanaklar sayesindedir ki İngiltere burjuvazisi krizden çıkış yolu olarak faşizmi tercih etmemiştir.
Krizin baş edilemez bir duruma gelişi yıllardır kutsanan ‘bırakınız yapsınlar, bırakınız geçsinler’ sözlerinde sembolleşen liberalizmin de dönemsel sonunu hazırlıyordu. Başta ABD’li sanayiciler olmak üzere pek çok ülkenin burjuvazisi, artık bireyci sanayi anlayışının ortadan kalkarak ulusal ölçeklerde sanayi politikaları belirlenmesi gerektiğini ve bunun da devletin müdahaleciliği altında yürütülmesi gerektiğini dillendirmeye başlamışlardı bile. Bu şekilde devlet, kapitalizmi kurtarabilmek için 1930’lu yıllar boyunca gücünü ve denetimini artırdı. Bu “Sadece vergi, gümrük hakları, kontenjanlar, bayındırlık işleri, parasal ayarlamalar, sosyal yasalar gibi genel önlemler yoluyla değil, özel müdahaleler vasıtasıyla da olmuştur: Güçlük içindeki işletmelere el uzatıp kurtarmak, kartel ve anlaşmaları kayırma ya da dayatma, hatta millileştirmelere gitme, kimi alanlarda üretimi yönetme ve kendi yağıyla kavrulan ülkelerde iktisadi yaşamın bütün kesimlerinde yönetmeyi üstlenmeyi içeriyordu.”
Yarı Sömürgecilik
Tabi emperyalist ülkeler her zaman olduğu gibi yaşadıkları krizin faturasını doğrudan doğruya yan sömürgelerine aktarıyorlardı. Savaş sonrası yan sömürgeciliğin yaygınlaştığı görülmüştür. Ancak yan sömürgecilik olgusu köklerini serbest rekabetçi kapitalizm döneminde vermeye başlamış ve emperyalizmle birlikte doğmuştu.
Yarı sömürgecilik, emperyalizmin, kapitalizm öncesi ekonomilerin egemen olduğu ülkelerde komprador bir sınıf oluşturması ve önemli oranda bu sınıf eliyle ülkeyi sömürmesi temelinde yükseliyordu. Eğer ülkede oluşmaya başlamış bir burjuva sınıfı yoksa işbirlikçilerini ülkedeki doğal ekonomik ilişkilerden) seçen emperyalistler bu şekilde ülkenin en önemli merkezlerini kontrolleri altına alarak sömürülerini devam ettiriyorlardı. Yarı sömürgeleştirilen ülkelerin tek bir görevi vardır o da emperyalist merkezlere hammadde üretmek. Yarı sömürgelerin başta demiryolu ve limanlan olmak üzere telefon, elektrik ve doğal kaynakların üretim ve dağıtımını kontrolleri altında bulunduran emperyalistler söz konusu ülkelerdeki askeri varlıklarını da sürdürüyorlardı. özellikle yan sömürge ülkenin bir iç karışıklık veya bir başka emperyalist ülke tarafından taciz edilmesi durumunda kendisini daha açık olarak gösteren emperyalist askeri işgal, geniş halk yığınlarından tepki çekmeye de başlamıştı.
Emperyalist sermaye ihracı üretici olmaktan çok borçlandı-ncı bir nitelik taşıyordu. Kompradorlaştırdığı burjuvazi eliyle de genellikle sadece mal dağıtımı, bayilik ve ithal edeceği hammaddelerin tedarikçilini yürüten emperyalizm girdiği her alanda kendi ‘yabancı’ kimliği ile boy gösteriyordu. Bu durumda emperyalizm, yan sömürgeler ve sömürgeler açısından, açıkça seçilebilecek şekilde dışsal bir olgu durumundaydı.
Sömürge ülkedeki kapitalist sömürünün varlığı, kapitalizmin doğal gelişimini sağlamıyor aksine sadece doğal ekonomik ilişkileri çökertmekle yetinmeyip cılız da olsa var olan yerli sermaye birikimini de yok ediyordu. Bu durum kapitalizmin doğal ekonominin yerini almasına engel oluyor ancak pazara hakim olmaya başlayan meta ekonomisi sayesinde de doğal ekonomilerin deforme olarak değişik biçimlerde egemenliklerini sürdürmelerine sebep oluyordu.
Emperyalizmin ve komprador burjuvazinin ülke içindeki denetimi ülke nüfusunun küçük bir bölümünün yaşadığı kentlerle sınırlı kalıyordu. Geniş kırsal alan ise denetim dışı yumuşak karınlar olma özelliğini kazanmıştı.
Emperyalizm açısından yan sömürgecilik ucuz işgücü ve hammaddelerin yağmalanması için baş vurulan bir yöntemdi. Bu amaca ulaşabilmek için öncelikle doğal ekonomik ilişkilerin parçalanması, meta ekonomisinin ülkeye hakim hale getirilmesi ve en önemlisi de ticaret ve tarımın birbirinden ayrıştırılması gerekiyordu. Bu şekilde doğal ve kendisine yeterli olan ekonomik kalıplarda kırılarak emperyalist sömürüye daha uygun bir zemin hazırlanıyordu.
Doğal ekonomilerin yok edilmesi için ise, giderek hammadde kaynaklarına ulaşacak olan alımlar kullanılıyordu. örneğin; önceleri pamuklu kumaş satın alan emperyalist ülkeler daha sonra sadece pamuk ipliği almaya başlayarak pamuklu dokuma sanayiini yok ediyor, daha sonraları ise ham pamuk alarak iplik sanayiini de çökertiyorlardı. Tabi daha sonraki adım ise tarım alanlarına el atıp pamuğu da kendisinin üretmesi oluyordu. Bu şekilde cılız sermaye birikimleri yok edilirken tarımsal üretim de kontrol altına alınıyor. Sömürgeciler pazara büyük ölçüde hakim duruma geliyorlardı.
Yarı sömürgelerde gözlenen bu gidişat, köylülerin hızla yoksullaşmasını ve giderek mülksüzleşmelerini doğuruyordu. Bu durum burjuva devrimini gerçekleştirerek sanayileşmiş bir kapitalist ülkede yaşansa köylülerin proleter olmalarının olanaklarını yaratacaktı. Ancak sanayici olmayan bir yan sömürgede bu köylüleri bekleyen tek gerçek, mutlak bir işsizlik ve sefaletti.
Söz konusu sürecin önemli özelliği, yalnızca ülkede meta dolaşımı temelinde oluşan piyasa değildi, daha büyük ölçüde sermayenin ve bu sermayenin ülke ekonomisi üzerindeki etkisinin de hızlı gelişmesiydi. çeşitli sektörlerde oluşan emperyalist sermayeli kuruluşlar, ürünün pazarlanması ve satışının tek yetkilisi durumundaydılar. Sonuç olarak 1. ve 2. Bunalım Dönemleri’nde emperyalizm doğal ekonomilerin geçerli olduğu ülkelerde bu yapıları parçalayarak meta piyasası yaratmış ve ortaya çıkan mülksüzleştirilmiş kitleleri yer altı ve yerüstü zenginliklerinin talanında kullanmıştır.
Savaştan sonra neredeyse peş peşe yaşanan krizler ve bunlara karşı alınan bütün tedbirler ülkeden ülkeye değişen sonuçlar doğursa da istenilen istikrar tara olarak sağlanamamıştı. Tüm çabalara rağmen 1936 yılına gelindiğinde üretim kapasitesi ancak 1913’lerin rakamlarına ulaşıyordu. Ancak bu yükseliş de kısa sürecek, 1937’de ekonomi tekrar gerilemeye başlayacaktır. 1938 yılında ABD’deki işsiz sayısı 10 milyona ulaşarak en üst seviyesine erişiyordu. II. Paylaşım Savaşı öncesi’nin sorunları artarak derinleşiyordu.
Yaşanan son kriz kapitalist ekonomide bir tespiti de güncelleştirecekti. Krizin neden olduğu gerileme askeri sanayi ve harcamalara daha az pay ayıran ülkelerde daha fazla olmuştu. Savaş sanayiinin başta madencilik olmak üzere pek çok sanayi dalıyla ilişkili olması istihdamı artırıcı bir sonuç doğurmaktaydı. Tabi silah sanayiinin gelişmesi tıpkı daha önce olduğu gibi bir kez daha hammadde yetersizliği sorununu gündeme getirmiş ve emperyalistler arası çelişkileri derinleştiren bir etki yaratmıştır. Bu dönemde hammadde sorunu yaşamayan tek emperyalist ülke ABD’dir. 1. Paylaşım Savaşı’ndan bu yana Avrupa karşısındaki ağırlığını yaşanan tüm krizlere rağmen artıran ABD; bu süreç içinde durumunu daha da güçlendirmeyi bilmiştir.
ABD sermaye ihracını da önemli oranda geliştirmiş bulunuyordu. 1879’da 684,5 milyon dolar olan dünya pazarlarındaki Amerikan sermayesi 1914’de 3,5 milyar dolara, 1940’da ise 13 milyar dolara erişmiş bulunuyordu. Sömürgecilik yansında doğal olarak geç kalan ABD, açık sömürgeleştirme politikaları yerine başından beri, sermaye ihracı yolunu etkin bir silah olarak kullanıyordu. Bu şekilde de kendisine bağımlı hale getirdiği ülkelerde siyasal bağımsızlık görüntüsü oluşturarak söz konusu ülkelerdeki varlığını diğer emperyalist ülkelerin kendi sömürgelerinde yaptıklarına oranla daha iyi gizleyebiliyordu.
Almanya’nın ilk savaştan mağlup ayrılması, heveslisi olduğu savaştan istediğini alamamasına neden oldu. Ve aradan geçen yıllar Almanya’nın pazar ve sömürge hırsını dindirmek bir tarafa, daha da artırdı. üstelik Alman burjuvazisi, içinde düştüğü krizi aşabilmek için faşizmi tercih etmişti bile.
üretimdeki görece artışa rağmen tüketim bir türlü artırılamıyor, stoklar tekrar muazzam boyutlarda artmaya başlıyordu. Artık krizin yarattığı bunalım kaçınılmaz olarak savaşla çözülmeye doğru gidiyordu.
- Paylaşım Savaşı ve Sonuçları
Savaş beklenen etkiyi tekrar göstermiş ve üretimde daha önce hiç görülmemiş bir artış yaratmıştı. Savaşı yürüten veya işgal edilen ülkelerde daha önce kapatılmış olanlar da dahil tüm işletmeler savaşla birlikte tekrar üretime geçmiş, yeni fabrikalar kurulmuş ve tam kapasiteyle üretim yapar duruma getirilmişti. Yoğun üretim ihtiyacı ile teknikte de önemli bir ilerleme sağlanmış dünya ölçeğinde üretim yaklaşık yüzde 20 düzeyinde artış kaydetmişti. Tabi üretimdeki bu artışlar sorunları çözmek bir yana geçici olarak yaşanan rahatlamanın ardından tekrar hammadde ve kaynak ihtiyacını da artırır. üstelik bu dönemde sosyalist blok da Avrupa’nın içlerine kadar genişlemiş dünyanın önemli bir bölümü pazar dışına çıkmıştır. Bu gidişat 1949 yılında çin’de gerçekleştirilecek olan devrimle daha da hızlanacak dünyanın üçte biri emperyalistler için pazar dışı sayılacaktır. Yani teknikteki muazzam ilerlemeye karşılık pazarlar önemli ölçülerde daralacaktır. Bu da yaşanan sorunu daha da can alıcı hale getirmektedir. Tabi emperyalizmin sorunları bu kadarla da sınırlı değildir. Dünya yüzeyinde yaygınlaşan millici-yurtsever akımlar sebebiyle artık eskisi kadar rahat bir sömürgecilik politikası da uygulayamamaktadır. Zira artık sömürge ülkelerin arkasına alabileceği ve hatta katılabileceği bir sosyalist blok gücünü artırmıştır. Bu koşullar altında eski tip sömürgecilik 2. Paylaşım Savaşı sonrasında ihtiyaçlara cevap veremez duruma gelmiştir.
İşte bu koşullar altında emperyalizm savaşla çözmüş göründüğü sorunlarını tekrar karşısında buluyordu. Savaş sonrası oluşan ve yüzyılımızın ikinci yansına damgasını vuran koşullar şunlardı;
“1-ABD, emperyalist ülkeler hiyerarşisinde tartışmasız bir ekonomik, askeri, ideolojik-politik hegemonik güç haline gelmiş ve piramidin tepesine oturmuştu;
2-Emperyalist-faşist saldırıya rağmen Sovyet Sistemi hem varlığını korumayı hem de etkinlik alanını genişletmeyi ve prestijini artırmayı başarmıştı;
3-Sömürge halkları, sömürgecilik statükosunu ortadan kaldırmak üzere tarih sahnesine çıkmışlardı. Emperyalist ülkelerde işçi sınıfı faşizmin yenilgisi temelinde moral ve reel bir pazarlık gücü kazanmıştı…”
II. PAYLAŞIM SAVAŞI SONRASININ…
Bilindiği gibi emperyalistler daha önce de yaşadıkları sorunları, en sonunda savaş yoluyla çözme yoluna gidebiliyorlardı. Savaş ekonomisinin sağladığı olanaklar, kapitalizmi göreceli olarak rahatlatmada bir araç işlevi görüyordu. Ancak savaşla birlikte oluşan yeni dengeler emperyalistler arası sorunların bu şekilde çözülmesi ihtimalini ortadan kaldırdı.
Emperyalistler arasında çıkacak bir savaş aynı zamanda emperyalizm ile ezilen halklar arasındaki bir savaşı da içinde barındıracak, bu koşullarda Sovyet Bloğu ve çin emperyalizme karşı savaşta saf tutabilecekti. Bu durum emperyalistlerin sadece pazarları için değil kendi varoluşları için de kaygılanmalarını gerektirecek kadar ciddi bir tablo oluşturuyordu. Zira daha önce yaşanan iki dünya savaşından ilki sosyalist bir devrimin olanaklarını güçlendirmiş ve devrimin gerçekleşmesini sağlayan önemli bir etken olmuştu. İkincisi ise sosyalist bloğun genişlemesini sağlamıştı. Bu gelişimin üstüne bir de nükleer silahların varlığı ve kullanımının doğuracağı sonuçlar eklendiğinde emperyalistler arası bir savaş mümkünsüz görünüyordu.
“Emperyalizmin III. Bunalım Dönemi denilen bu dönemde, emperyalist ilişki ve çelişkiler biçim olarak iki temel cephede değişikliğe uğramıştır.
l-Emperyalistler arası rekabetin (uzlaşmaz çelişkilerin) emperyalistler arası yeniden paylaşım savaşına yol açması imkanı ortadan kalkmıştır.
2-Emperyalist işgalin biçimi değişmiştir.”
Savaş sonrası, Avrupa ülkeleri bile ekonomik açıdan ABD’ye borçlu ülkeler arasında yer alıyordu. Bu durumun siyasal düzlemde ABD’nin elini güçlendirirken ona sistemin jandarmalığı rolünü de veriyordu. Artık Avrupa, ABD için hayati bir pazar geri ödenmesi gereken borçlara sahip ülkelerin barındığı bir coğrafya halini almıştı. üstelik sosyalist bloğa karşı ilk cepheydi de. ABD bu şartları göz önüne getirerek kendisim dünyanın Jandarması olarak görecek ve bu rol ifadesini ‘Trumân Doktrini’ninde bulacaktı. ABD Başkanı H.S. Truman’ın 12 Mart 1947 tarihli konuşmasına dayanan doktrin, emperyalist değişim ile birlikte ABD etki alanını Latin Amerika ile sınırlayan ‘Monreo Doktrini’nin terk edilip ABD ideolojisinin yalnızca Amerika kıtasında değil tüm dünyada söz sahibi olması anlamına geliyordu. 5 Haziran 1947’de ABD Dış İşleri Bakanı General G. C. Marshall tarafından sosyalizmin dünyaya yayılışını önlemek amacıyla başta Avrupa olmak üzere, bu ülkelerin ekonomilerini emperyalist zincir içinde yeniden yapılandırmasını içeren plan gündeme getirildi, l Nisan 1948’de ABD Kongresinde kabul edilen plan 1952’ye kadar sürecekti. Marshall Planı’nın doğrultusunda emperyalist dünyaya nefes aldırmak için kurulan Ekonomik İşbirliği örgütü’nün kurulmasıyla ABD önemli miktarlarda sermayeyi diğer emperyalist ülkelere aktardı. ABD tarafından örgüte aktarılan kaynaklar 1952 yılına gelindiğinde 14 milyar dolara yükselmişti. Bu paradan en büyük paylan alan İngiltere, Fransa, Almanya, İtalya ve Japonya aldıkları bu sermayeyi zaman içinde kapitalist sistemin içinde yer alan diğer ülkelere de yansıtarak istikrar oluşturmaya çalıştılar. Böylece emperyalizm sürecinde ilk kez bir emperyalist ülkenin diğerlerine yüklü miktarlarda sermaye aktarması ve bu ülkelerin ekonomik nabzını elinde bulundurması gibi bir durum yaşanıyordu. Bu entegrasyonun olanca çıplaklığıyla gözler önüne serilmesinden başka bir şey değildi.
Artık merkezleri ABD’de bulunan tekeller, Almanya, İngiltere, Japonya gibi ülkelerde, bu ülkelerin görece ucuz iş gücünü kullanarak üretim yapıyorlar ve ürünlerini ABD dahil tüm dünyaya aktarıyorlardı. Böylece merkezi yönetimi ABD’de -yada başka ülkelerde-, fabrikaları başka ülkelerde, hammadde kaynaklan daha başka ülkelerde olan çok uluslu tekeller giderek yaygınlaştı ve entegrasyonun ekonomik göstergelerinden birisi oldu. Artık çıkartan her hangi bir devletin yada ulusun yanında olmayan yalnızca anti-komünist olma özelliğinde birleşen tekeller sistemin denetimini ele geçirme yolunu tuttular.
Açık ABD hegemonyası çok sürmemiş, 1955’lere doğru Avrupa ve Japonya’nın yeniden yapılanması büyük ölçüde tamamlanmıştı. Bu gelişme bu ülkelerin ABD hegemonyasına karşı hareketlenmesi anlamına da geliyordu. Askeri harcamalardan özellikle muaf tutulan Almanya ve Japonya bunu bir avantaya dönüştürerek, siyasal düzeyde ABD’nin kontrolünde görülmelerine karşı, ekonomideki atılımlarıyla kendi etkilerini artırmış ve 1970’lere gelindiğinde ABD’nin dünya pazarındaki en büyük rakipleri haline gelmişlerdir. 1957’de AET’nin kurulması Avrupa ülkelerinin ABD hegemonyasından kurtulma girişiminin en somut göstergesi olmuştur.
Yeni Sömürgecilik
Yeni sömürgeciliğin ortaya çıkıp yaygınlaşması 2. Paylaşım Savaşı sonrası oluşan koşullar ile açıklanabilir. Yaşanan bilimsel ve teknik devrimin sonuçlan, emperyalistler arası yeni bir paylaşım savaşının olanaksızlığı, sosyalist bloğun varlığı ve sömürge ülkelerdeki millici-yurtsever bilinç ve hareketlerin yaygınlaşması emperyalizmi sömürgecilik politikalarını gizlemek için arayışa itmiştir. Kapitalizmin bunalımını had safhaya çıkaran bu koşullar öte yandan emperyalistleri daha da saldırganlaştırmıştır da.
“Kapitalist ekonominin gelişme ritmi, kapitalist pazarın durumu ile belirlenmiştir.
Nükleer vurucu güçlerin dünya çapında erişmiş oldukları seviye ve esas tayin edici olarak da dev dünya sosyalist bloğunun varlığı, emperyalistler arası had safhaya ulaşmış olan uzlaşmaz çelişkilerin ekonomik plandan, askeri plana sıçramasına engel olmaktadır. Bir yandan çelişkiler keskinleşip derinleşirken, öte yandan da entegrasyona gidilmektedir.
Emperyalistler arası uzlaşmaz çelişkilerin had safhaya çık-ması, ancak bu çelişkileri yeniden paylaşım savaşı ile geçici de olarak çözümleyememeleri ve zorunlu entegrasyona gitmeleri kapitalizmin krizinin en öldürücü aşamayı yaşaması demektir. “(20)
Yaşanan paylaşım savaşları emperyalistleri bir bunalımdan çıkarırken, yeni bir bunalım döneminin içine sokmuştur. Her savaşta elindeki kozları daha fazla kullanmaya başlayan emperyalizm, II. Paylaşım Savaşından sonra kendi içlerinde yapılacak savaş kozunu da tüketmiş ve yaşadığı kriz, öncekilerden daha derin sarsıntılara yol açmaya başlamıştır.
- Paylaşım Savaşı öncesi oluşan bunalım (I. Bunalım Dönemi), II. Paylaşım Savaşı öncesi yaşanan bunalımdan (II. Bunalım Dönemi) daha hafif bir kriz ortamını ifade ederken, dünya kapitalist ekonomisinin H. Paylaşım Savaşı sonrası karşı karşıya kaldığı kriz ortamı (III. Bunalım Dönemi) daha önceki her iki buhran döneminden de derin sarsıntılara neden oluyordu.
- Paylaşım Savaşı sonrası krizlerinin, savaştan kısa bir süre sonra baş göstermesi verili koşullar altında emperyalizmi iki çözüm(!) yolunu geliştirmeye zorladı. Bunların ilki, içte ekonominin askerileşmesi, ki bu gelişme kendi aralarında savaşama-yan emperyalistlerin sömürge ülkelere saldırmaları yada onları kendi aralarında savaşlara sürüklemeleri anlamına geliyordu. İkincisi ise yeni sömürgecilik metotlarının geliştirilmesiydi.
ABD’nin açık sömürgelere sahip olmayışı, onun sömürgecilik yansında başvurabileceği tek metot olarak sermaye ihracına dayalı bir bağımlılaştırma politikasını yaygınlaştırmasına sebep oldu. özellikle İngiltere sahip olduğu açık sömürgelere, sermaye ihracı gerçekleştirmekte hiçbir sıkıntıyla karşılaşmıyordu. Ancak ABD gibi iç dinamikleri her geçen gün daha da kuvvetlenen emperyalist bir ülke, sermaye ihracında yaşadığı sorunla-n, sömürgeler için sermaye ihracını daha çekici hale getirecek yöntemler aracılığıyla uygulamak zorunda kalıyordu. Bu da belli ölçülerde sömürge ülkenin de sıcak bakacağı şekilde, o ülkeye doğrudan yatırım yapılması biçiminde geliştirilmeye başlanmıştı. Yani elde edilen yer altı kaynaklarının yine sömürge ülkelerde işlenmesini sağlayacak sanayi yatıranlarının gerçekleştirilmesini anlamına gelen bir yapılanmaya gidildi.
- Bunalım döneminden itibaren daha yoğun olarak seyredilen ABD’nin bu eğilimi, Monreo Doktrini nedeniyle Latin Amerika’da geniş uygulama imkanı buldu. Diğer emperyalist ülkeler sömürgelerinden elde ettikleri hammadde ve yer altı kaynaklarını büyük ölçüde yan sömürgeci tanıma daha uygun olarak kendi ülkelerine götürerek orada işlemeyi tercih ederlerken ABD, bu madenlerin önemli bir bölümünü sömürge ülke halklarının ucuz iş gücünden yararlanmak amacıyla yine buralarda işleme yoluna gitti. ABD’nin izlediği bu yöntem özellikle 2. Paylaşım Savaşı sırasında daha da yetkinleştirilerek savaş sonrası yeni bir sömürgecilik stratejisi olarak tüm emperyalist ülkeler tarafından uygulamaya konulacaktı. ABD’li tekeller sömürge ülkelerden elde ettikleri madenleri yine sömürge halkları için mamul madde hale getirtiyor ve elde edilen mamulü hem o ülkede hem de çevre ülkelerin pazarlarında satışa sunuyorlardı. Yeni sömürgeciliğin bütün emperyalist ülkeler tarafından uygulanan bir yöntem olması aslında bir zorunluluğun sonucudur. çünkü 2. Paylaşım Savaşı’nın dünya siyasetinde yaptığı en önemli değişim sosyalizmin itibarının artmış ve buna paralel olarak ulusal kurtuluşçu bilincin ve hareketlerin pek çok yerde patlak vermiş olmasıdır. Artık hiçbir ulus kendi topraklarında emperyalist ordu ve kurumlan görmek istememektedir. Bu koşullar altında emperyalist ülkeler sömürge ülkelerdeki varlıklarını eskisi gibi sürdüremez duruma gelmişler ve bu topraklardaki varlıklarını gizleyebilecekleri tarzların oluşturulmasının sancısını yaşamaktadırlar.
Ayrıca emperyalistler sadece sömürgelerini ellerinde tutabilmenin değil yeni ve güçlü pazarlar yaratmanın da sıkıntısını yaşamaktadırlar. Bunun için ise sömürgeleştirilmiş halkların durumlarının iyileştirilmesi dolayısıyla da bu halkların birer tüketici durumuna getirilmeleri gibi bir zorunluluk söz konusudur. Tabi bu iyileştirmenin en az diğeri kadar önemli bir başka sebebi daha vardır. O da, yoksulluk içinde yaşayan halkların sosyalizme yönelmemeleridir. Bu amaçlarla başta Afrika ve hemen ardından Güney ve Güneydoğu Asya ülkelerine uygulanmak üzere bir dizi plan yapılır. Bu planların temelini, ‘iktisadi gelişme’ ‘işbirliği’, ‘teknik yardımlaşma’, ‘savunma yardımı anlaşması’ ve benzeri isimlere bürünmüş bağımlılaştırma oyunları oluşturuyordu. Oyunların temelini ise ‘dış yardımlar’ oluşturuyordu.
ABD Başkanı Truman, 1949 yılında yaptığı bir konuşmada Karşılıklı Savunma Yardımı Anlaşmalarının gerekçelerini de şu şekilde ifadelendirmekteydi;
“Yabancı hükümetlere yapılacak yardımlar, onların iktisadi ve siyasi güvenliklerini sağlamakla beraber, aslında Amerika’nın güvenliği için yapılmış yatırımlar olarak düşünülmektedir. Amerika’nın bu güvenliğinin artırılması için, yabancı devletlerin askeri güçlerini artırmak yönünde gayret sarf etmelerini istememiz gerekir.”
“2. Dünya Savaşı ile zayıflayan ve artık sömürgelerdeki ulusal kurtuluş hareketlerinin baskısına dayanamayan emperyalist güçler, hiç değilse anti-emperyalist güçlerin en kuvvetli oldukları yerlerde, yani artık kendi sömürge yönetimlerini sürdüremeyeceklerini iyice görüp anladıkları yerlerde … siyasal bağımsızlık tanımak zorunda kalmışlardır. J.E.Dulles’in sözleriyle, 2. Dünya Savaşı sona ererken en büyük siyasal sorun, sömürgelerdeki durumdu. Eğer Batı, sömürgeciliğin … sürüp gitmesini isteseydi, şiddetli bir devrimi kaçınılmaz kılacak ve kaçınılmaz bir yenilgiye uğrayacaktı. Basan kazanabilecek tek politika yedi yüz milyon bağımlı insanının daha ileri durumda olanlarına banş içinde bağımsızlıklarını tanımaktı…”
Bu koşullar altında yan sömürgecilik yerini yeni sömürgecilik ilişkilerine bırakıyordu. Emperyalistler yeni sömürgelerin deki egemenliklerini sürdürmek ve buralardaki sermayelerini garanti altına almak amacıyla, yeni yöntemler geliştirmeye başladılar. İlk başvurulan yöntemlerden bir tanesi, ülke içindeki emperyalist sömürüyü kendileri adına sürdürecek, ve bu arada da sömürge halkların refah seviyesinde nispi bir artış sağlayacak sanayileşmenin sağlanması oldu. Tabi bu sanayileşme de yine kendileriyle işbirliği içinde olacak olan bir tekelci sermaye tarafından yürütülecekti. Kendisi adına belirli bir pay karşılığı emperyalist sermayeyi kâr ettirecek olan İşbirlikçi Tekelci Burjuvazi, bir yandan yerli ve milli imajı yaratarak anti-emperyalist tepkilerin savuşturulmasında bir işlev üstlenecek, diğer yandan üretilen malların ülkenin her tarafına dağıtılmasından sorumlu olarak daha önce gidilememiş küçük yerleşim birimlerini de kapsayacak şekilde iç pazarı genişletebilecekti. ülkenin en ücra köşelerine kadar yayılacak olan mallar sayesinde de emperyalizm pazar sorununu belirli ölçülerde rahatlatabilecekti.
Emperyalistler kendilerini garanti altına almak için ülke içindeki tüm gerici sınıf ve çevrelerle de işbirliği içine girerek bunların her türlü ilerici akımın gelişmesine engel olmak üzere yedeklemişlerdi. Ayrıca ülkenin güvenlik güçleri de çeşitli yöntemler kullanılarak kontrol altına alınmakta ve istenmeyen durum ve hatta hükümetlere karşı darbelerde dahil olmak üzere çeşitli şekillerde kullanılmaktadır.
Yeni sömürgelerin işbirlikçi sınıf ve kurumlarının yaratılmasında başvurulan yöntemlerden en etkili olanı ideolojik bir bombardıman altında emperyalist ülkeye karşı uyandırılan aşın hayranlıktır. Sermaye çevrelerinden askeri ve diğer iç güvenlik personellerine kadar her çevreden belirli sayıda kişiye periyotlar halinde eğitim verilerek sağlanan işbirlikçileştirme-ajanlaştırma sayesinde emperyalizm kendi hizmetinde epey bir kadro yaratmıştır. Zamanla bu kişilerden başlayan bir eğilim olarak bir sınıfın ve/veya kurumun tamamen emperyalizmin hizmetine girmesi sağlanmaktadır. özellikle ABD’de eğitime giden asker ve polis, personeli içinde -ki bunların sayılan hiç de küçümsenecek kadar değildir- önemli bir işbirlikçi-ajan gurubu oluşturulmuş durumdadır. “…İster uzmanlar, mühendisler, hekimler, profesörler, orduyu örgütlemek için subaylar yollama biçiminde olsun, ister öğrencileri yabancı üniversitelere çeken burs verme biçiminde olsun, amaç, sanayi ülkesinin dilini yaymak, böylece oluşturulacak yerli kadrolar üzerinde nüfuz kazanmaktır.”(23) Sanayiden siyasete ve güvenlik güçlerine kadar uzanan bir zincir içinde yetiştirilen bu kadrolar yine bu ilişkiler eliyle ülke yönetiminde önemli kademelere getirilmekte ve istenileni yaptıkları oranda da uzun yıllar görevde kalabilmektedirler.
ABD tarafından yapılan savunma yardımlarının hangi amaca hizmet ettikleri konusunda en açık itiraflardan bir tanesini 1967 yılında ABD Savunma Bakanı Mc Namara şu şekilde dile getiriyordu,
“Askeri yardımlarımızın asıl amacı, azgelişmiş ülke askerini, ABD ideolojisine göre yetiştirmek ve onlardan, gelecekte, gerektiğinde o ülke yönetiminde yararlanmaktır.”
Yine Namara, ABD’nin sağladığı dış yardımlara karşı çıkan meclis üyelerine yönelik yaptığı bir konuşmada askeri dış yardımları şu şekilde savunmaktadır,
“Dış yardımları eleştiren herkesin karşısında Brezilya Silahlı Kuvvetleri’nin Goulart Hükümetini devirdiği ve bu güçlerin demokrasi ilkeleri ve ABD taraftarı olma yönünde koşullandırılmasında, ABD askeri yardımının temel öğe olduğu gerçeği dikilmektedir. Bu subaylardan çoğu, AID programı çerçevesinde Birleşik Devletler’de eğitilmiştir.”
Yeni sömürgeciliğin en önemli kontrol mekanizmalarından bir tanesi de eğitim sistemlerine el atmasıdır. öncelikle yeni sömürge ülkelerdeki iş gücü açığını kapatmak amacıyla ele alınan eğitim sistemleri, zaman içinde yukarıda değindiğimiz, emperyalizme hayran, “gönülden bağlı” genç kuşakların yaratılması hedefine de yönlendirilmiştir. “Sömürgeci yöntemlerin daha çok bağımlı ülkelerin yer altı ve yerüstü kaynaklarını sömürmeye dönük yapılarına karşın, yeni sömürgeciliğin, söz konusu ülkenin gerçek potansiyeli olan insan unsurunu da kapsayıcı ilikler örmesi, sömürünün toplumsal yaşamın tüm dokularına değin sızmasını sağlamıştır. Yeni sömürgeciliğin girdiği ülkenin yer altı ve yerüstü kaynaklarını yerel iş gücü kullanılarak işlemesi ve pazarın tüm sektörlerinde kontrolü işbirlikçi finans ve sermaye yapılan ile ele geçirmesi, sömürgeci ilişkileri sürdürecek ara ve kalifiye eleman ihtiyacının karşılanması ile mümkündür. Gerekli olan elemanlar, ihtiyaçlar doğrultusunda yetiştirilecek yeni insanlar ile karşılanabilir. Bu ise uluslararası sermayenin ihtiyaçtan gözetilip yeni insan yetiştirmekle görevli olan eğitim kurumlan ve sistemleri ile sağlanabilir. Emperyalizmin ülke içine, gizli işgal esprisine uygun olarak sızıp kurumsallaşması ancak böylesi süreçlerin sonunda mümkün olmaktadır.”
Bu şekilde kontrol altına alınan sömürge ülkeler sahip oldukları parlamentolar, kendi güvenlik güçleri ve sermayeleriyle görünüşten ibaret olan bir bağımsızlığa sahip durumdadırlar. Bu şekilde savaş sonrasının en yakıcı sorunu olan sömürgelere tekrar hakim olabilme sorunu da emperyalist merkezler açısından bazı bölgeler için şimdilik çözülmüş görünmektedir. Emperyalizmin sömürge ülke içindeki varlığı gizlenmiş, sanayi alanında yabancı isimlerin yerini yerli sermayedarlar almış, yabancı ordular yerlerini ise milli ordulara terk etmiş görünmektedirler. Yani eski sömürgeciliğin açık işgal biçiminden eser kalmamıştır. Dolayısıyla da işgal gizlenmiş ve gizlendiği ölçüde de daha karmaşık bir mekanizmaya bürünmüştür. Yaşanan emperyalizmin gizli işgali’dir. Ve açık işgalle sağlanan her şeyi üstelik daha ustaca sağlayan bir işgal.
ABD gizli işgali ile kontrolü altına aldığı ülkelerin askeri güçlerini de kendi hizmetinde kullanabildiği için, kimi bölgelerde gerçekleştirdiği operasyonların maliyetlerini de sömürge ülkelere yıkabilmiştir. Hatta bu operasyonun muhatabı yine aynı sömürge ülke olsa bile. Bu ne demektir. Açıkça kastedilen şudur ki sömürge ülkelerde gerçekleşen askeri darbeler ABD’nin söz konusu ülkede, o ülkenin askeri güçlerini kullanarak yaptığı operasyonlardır. 1950’li yıllarda hazırlanan ve ABD’nin en güçlü sermayedarı olan Rockefeller, tarafından hazırlatılarak yine onun adıyla anılan raporda aynen şöyle yazılmaktadır;
“Bizim güvenliğimizi sadece açık saldırılar tehdit etmiyor. Bu açık saldırıların yanında ondan daha etkili, fakat saldın görünüşünde olmayan başka cins tehditler de vardır. Bu tehditler içeriden yapılmak istenen değiştirme ve dönüşümlerdir. Bu maskeli saldırılar, bazen iç savaş seklinde, bazen devrimci hareketler şeklinde, bazen demokratik akımlar ve reformlar hareketi biçiminde karşımıza çıkmaktadır…
Bizim amacımız bu ve buna benzer akımları önlemek olmalıdır. Bu akımlar, dikkatleri üzerine çekecek dereceye geldiklerinde, o vakit bizim izlememiz gereken iki yol vardır. Gerek bizim gerekse komünist olmayan diğer dünya devletlerinin güvenliğini sağlamak için, mahalli kuvvetler ve akımlar tarafından sıkışık durumda bırakılmış olan dost hükümet ve rejimlere silahlı yardımlar yapmak zorunluluğunu duymalıyız. Bu zorunlulukla yapılacak askeri müdahale ne klasik stratejiye uymakta, ne de geleneksel diplomatik müdahaleye benzemektedir. Bu askeri müdahalenin kendisine özgü bir biçimi ve niteliği vardır.”
Bu raporun yayınlanmasından kısa bir süre sonra, Eisenhower Doktrini olarak bilinen ve ABD’nin dünya jandarmalığının teyidi olan anlayış tüm dünyaya dayatılmıştı. Bu doktrine göre ABD açısından stratejik öneme sahip bütün ülkelerin, ABD yanlısı yönetimlerce yönetilmesinin sağlanması ve bu ülkelere yönelik her türlü hareketin de ABD’nin stratejik çıkarlarına yönelik, dolayısıyla da ABD’nin kendisine yönelik .bir saldırı olarak kabul edilmesi esası kabul ediliyordu. Tabi bu kabulle birlikte ABD söz konusu bölgeye müdahale etme hakkını kendisine otomatik olarak tanımış bulunuyordu.
Sömürgecilik ve yan sömürgecilikte bağımlı ülkelerdeki ucuz işgücü ancak ülke zenginliklerinin talan edilmesinde kullanılabilmekteydi. Diğer bir değişle sömürgeci ve yarı sömürgeci yöntemler daha çok bağımlı ülkenin yer altı ve yer üstü kaynaklarını sömürmeye yetmekteydi. Bu durum söz konusu ülkenin, emperyalistler açısından gerçek potansiyelinin yani insan unsurunun değerlendirilememesi anlamına geliyordu. Sömürge ve yan-sömürgecilikle yeni sömürgecilik arasındaki farklılık bu sorunda en belirgin şekilde ortaya konulabiliyordu. Yeni sömürgecilik ile sermaye ihracı, sadece hammadde alımında ve taşınmasında kullanılmaktan çıkarak ülkede emperyalizmin kontrolü altında sanayileşmede de kullanılmaya başlanmıştı. İşte emperyalist sermayesinin sömürge ülkelerde doğrudan yatırımlar yoluyla somut şekilde yapılanmaya başlaması sömürge ülkelerde daha önce gereksimin duyulmayan boyutlarda emperyalist denetimi gerekli kılıyordu.
Yarı sömürgecilik döneminde emperyalizmin sınırlı kalan etkinliği, kapitalist ilişkilerin, ancak limanlara, demiryolu çevrelerine, maden kaynaklarına, askeri alanlara ve özellikle sanayi bitkilerinin ekildiği tarım alanlarına kadar yayılmalarına olanak tanımıştı, Bunun dışında kalan, ülkenin bir çok şehri ve kırsal kesiminin neredeyse tamamı emperyalist denetimden uzak durumda bulunuyordu. Tabi toplumsal doku ve sınıfsal yapılarda da feodalizm tamamen hakim durumda bulunuyordu. Emperyalistler yarı sömürge ülkenin sınıfsal yapısını kendi gelişimine engel olduğu oranda etkide bulunuyor, yan sömürgede oluşan doğal ekonomiye özgü sınıf ve katmanları kendisine komprador olarak bağlamayı tercih ederek mevcut sınıfsal dokuda yaygın bir değişime yol açmıyordu.
Yeni sömürgecilikte ise pazarı genişletmek amacıyla ülkenin kırsal kesimleri de dahil her karış toprağının satılacak ürünlerle dolması gerekiyordu. Bu da ülkenin tamamında meta ve sermaye dolaşımını güvenli hale getirecek bir denetimi zorunlu kılıyordu. Bu ihtiyaçla birlikte, yeni sömürge döneminde, daha önce görülmemiş bir denetim ile idari ve askeri merkezileşme yaşanmıştır.
Sermaye ihracının yarattığı sanayileşme halk açısından refah seviyesinin nispi olarak artışını sağlıyordu. Nispi refah artışıyla kurulmaya başlayan denklem, meta pazarının genişlemesiyle devam ediyordu. Meta pazarının genişlemesi bir yandan kârların artışına neden olurken, diğer yandan yükselen sermaye birikimi nedeniyle kâr oranlarının düşüşünü hızlandırıyordu. Bu da sermayenin krizini çözmüyor, daha da ağırlaştırıyordu. Marks’ın büyük titizlikle ortaya koyduğu ‘Azalan Kâr Oranlan Yasası’ kapitalist dünya ekonomisinin peşini bırakmıyordu.
Devletin himayesindeki İşbirlikçi Tekelci Burjuvazi eliyle ‘yukarıdan aşağıya’ örülen kapitalist üretim ilişkileri, kendi doğal seyriyle -yani emperyalizmin kontrolünde değil de bir burjuva devrimiyle gelişmediği için, çarpık bir yapıya sahip oluyordu. Yaşanan kapitalist gelişimin çarpıklığı, Avrupa’dakine benzer bir burjuva demokrasisini doğurma imkanından uzak oluşu, yeni sömürgelerin üretim ve diğer sosyal organizasyonlarının temel karakterini oluşturuyordu. Emperyalizmin kontrolünde İşbirlikçi Tekelci Sermaye tarafından gerçekleştirilen sanayileşme devletin oynadığı rolle birlikte merkezi güçlü otoritenin hakim olması sonucunu doğurmuştu. Daha önce değindiğimiz biçimler altında kontrol altına alınan yeni sömürge devletler ve onların tekelcileştirilen sermaye grupları, ellerinde bulundurdukları merkezi otoriteyle emperyalizmin çıkarlarına uygun olarak ülkeyi yönetmektedirler.
Bir sınıf olarak burjuvazinin gelişim sürecinin feodalizmle köklü bir sınıfsal mücadeleye dayanmaksızın boy vermeye başlaması, bu iki sınıf arasında yeni sömürgelere has bir dengenin kurulmasına neden olmuştur. Feodal kalıntıların, ekonomik alandan tamamen sökülüp anlamaması, ve sosyal alanda ise feodal kültürün varlığını oldukça güçlü bir şekilde sürdürmeye devam etmesi, tekelci burjuvazinin ülkeyi yönetirken feodal kalıntıları dikkate almasını gerektirecek bir zorlamayı oluşturuyordu. Zaten, yeni sömürge ülkelerde burjuva demokrasisi anlamında bire bir demokrasinin yaratılamamış olmasının nedeni de, İşbirlikçi Tekelci Burjuvazinin feodal kalıntılarla girmek zorunda kaldığı bu uzlaşmada aranmalıdır. İşte bu dengeler içinde kurulan yönetimlerin yeni sömürgelerde aldığı biçimleniş de Oligarşik Diktatörlüktür.
Yeni sömürgeciliğin gelişiminin kavranmasında en önemli basamaklarda;bir tanesi de Fordist üretim modelidir. Yirminci yüzyılın ilk 25-30 yılı içinde geliştirilen fordist üretim modeli Taylarizmin makineli üretime adapte edilmesiyle geliştirilmiş bir sistemdi. “Taylorist bilimsel yönetimin esası, el zanaatçısının tek başına bir ürün üzerinde artarda bir dizi işlem yapmasından farklı olarak, tüm işlemi her biri ayrı işçi tarafından yapılmak üzere çeşitli parçalara ayrıntılandırılması yani işbölümüne gitmesindedir. İş bölümü ile bir yandan işçinin işin bütünü üzerinde bilgi sahibi olarak üretim kontrol etmekten dışlanması, diğer yandan sürekli aynı işi yaparken uzmanlık kazanarak üretkenlik artışı sağlanması amaçlanmıştır.”
Ford fabrikalarında uygulanmaya konulan ve Taylor tarafından önerilen ‘Bant Sistemi’ ile de emek gücünün üretkenliğini artırarak, artı değer oranın yükselten bir sistem olarak yaygınlık kazandı. Bu sistem reel üretimi artırdığı için işçilerin ücretlerinde de göreceli bir iyileşmeye neden olarak tüketim hacminin de genişlemesine olanak tanımıştır. Bir başka değişle fordist üretim modeli hem üretimin hem de tüketimin artışına imkan tanıyarak sermaye birikim sürecine yeni olanaklar sağlamıştır.
Fordist üretim sistemi ile makineleşen üretim hattı, kayan bir bant üzerinde bütün işlemlerin yapılmasına dayanıyordu. İşçi bu sistemde kendi fiziksel yeterlilikleri yerine makinenin çalışma ritmine uyuyor, makinenin bir uzantısı, değersiz bir parçası haline indirgeniyordu. Makine ile işçi arasında doğrudan bir ilişkinin kurulduğu bu hat, mamulün standartlaşmasına elvermekte ve kitle üretiminin teknik koşullan bu sayede yakalanmaktaydı. Oluşturulan ayrıntılı iş bölümü ve standartlaştırılmış üretim sayesinde aynı maldan daha fazla üreterek birim maliyetleri aşağıya çekmenin yolunu bulan sermayedarlar kâr oranlarını da muazzam boyutlarda artırmayı başardılar. “Böylece Fordist üretim sistemi sağladığı üretim artışı ile istikrarlı, büyük pazarlar ve yüksek talep arasındaki karşılıklı uyumu sağlayan ulusal ve uluslararası iktisadi ve siyasi düzenleme mekanizmaları ve kurumsal yapılar sayesinde Fordist sistem 1945-1970 yıllan arasında, gelişmiş ve egemen üretim sistemi olabilmek koşullarına tam olarak kavuştu.”
Bant sisteminin sonuçlarını şu şekilde de özetleyebiliriz;
- a) İş süreci olağan üstü yoğunlaştı,
- b) Tüketim ve ara mallar sanayi gelişti,
- c) Sistem nitelikli emeğe duyulan ihtiyacı azalttı,
- d) üretimin yoğunlaşması, işçinin gerçek ücretinde artış sağladı, iç pazar genişledi,
- e) çok geniş bir taban üzerinde üretimde bulunmanın koşullan doğdu, dev fabrikalar kuruldu.
- f) Yeni sömürgeci yöntemlerin yolu açıldı.
Bu sistemin işçiler üzerinde etkili olan bir de sosyal yönü vardı ki burjuvazi tarafından kısa sürede fark edilerek kullanılacaktı. İşçi, üretimin bütünü ile ilgili her türlü bilgiden yoksun bırakılmış olması ve karar mekanizmasının tümüyle fiili çalışma ortamının dışına çıkartılarak işçiden koparılmış olması nedeniyle kendi muhatap olduğu çalışma koşullan karşısında edilgen bir role itiliyordu. İşçi gününün büyük bölümünü geçirdiği böyle bir ortamın koşullarını zaman içinde yaşamının diğer alanlarında da yadırgamadan kabul etmekte fabrika dışında da yaşamını belirleyen olaylar karşısında aynı dışlanmışlık ve pasifliğin cenderesinden özel bir çaba sarf etmediği sürece çıkamaz duruma getiriliyordu.
Fordist sistem sağladığı tüm olanaklara rağmen 1970’li yıllara gelindiğinde krize girmiş ve zaman içinde yerini bugün post-fordizm olarak adlandırdığımız üretim organizasyonuna bırakmak zorunda kalacağı çıkmaza düşmüştür. Emperyalizmin, 1970’li yıllardan bu yana çeşitli nedenlerle atlatamadığı kriz ortamı kapitalist üretimi bütünüyle sarmıştı. Fordist üretimin kapitalizme büyük olanaklar sağladığı 1950-1970 yılları arasında, iş sürecinde ve üretimde önemli ölçüde yoğunlaşma yaşanmıştı. Ancak bu yoğunlaşma bütün sektörler ve hatta bazen aynı sektörün bütün bantları için eşit miktarda avantaj sağlamaktan oldukça uzaktı. Bu durumun yarattığı en çarpıcı gelişme ise, değişik iş yoğunluklarına sahip işlem/montaj aşamalarının verimliliklerinin birbirinden oldukça farklı oranlarda etkilenmiş olmasıdır. örneğin kayan bant üzerinde çalışma ilkesi, en başından beri değişik iş yoğunluğuna sahip işlem/montaj aşamalarında bir sorun olarak görülüyordu. Ancak bu sorunun hayati bir hal alması gelişen teknolojiyle bazı montaj aşamalarındaki verimliliği aşırı artırması ile meydana gelmiştir. Eşit yoğunlukta olmayan işlerin varlığı bazı noktalarda aşın yığılmalara veya yan mamul yokluğundan boş beklemelere daha fazla sebep olmaya başlamıştı. Gerek makinenin yan-mamul beklerken, gerekse ya-n-mamulün makinelerin arasından gidip gelirken geçirdikleri ‘boş zaman” sistemin en önemli verimsizlik nedenini oluşturuyordu. örneğin, ABD otomobil sanayiinde çatışma süresinin yüzde 23’i bu tür beklemelerle geçtiği tespitleri yapılıyordu. Bunun yanında planlamanın, üretimin, kalite ve standart kontrolünün de birbirinden ayrı olarak ele alınması koordinasyonda sorunlar meydana getirerek hatalı üretimi artırıyordu. Sistem, içinde barındırdığı bu hata ve verimsizlik maliyetlerini tüketim yapılabildiği oranda kapatma gayreti içine girmişti. Ancak 1970’li yıllarda pazarda doyma eğilimleri kendisini göstermeye başladı. Fordist sistem, kütlesel üretime dayanan yapısıyla geniş ve istikrarlı bir pazara, belirli çeşit ve kalite standartlarına uygun, ucuz mal üreterek işliyordu. üstelik bu malların önemli bir kısmı, sermayedarlar tarafından ‘dinamik ürünler’ olarak isimlendirilen otomobil, elektrikli dayanıklı tüketim mallan, transistor, konfeksiyon ve benzeri ürünlerden oluşuyordu.
Ancak belirli bir eşikten sonra, pazarın bu tür mallara doymasıyla bir tüketim darboğazı gündeme gelip oturmuştu. Bunun anlamı ise, pazarın daralması, talebin azalması, işletme verimliliklerinin ve kâr oranlarının düşmesiydi. Kâr oranlarında yaşanan düşüş o güne kadar işçilere tanınan nispi refah paylarında da bir düşüşün yaşanmasına neden olurken, diğer yandan işçiler de fordist sistemin oluşturduğu yoğun çalışma temposuna daha açık tepkiler göstermeye başladılar. Yaygınlaşan işçi eylemleri, grev ve fabrika işgallerine kadar yayılınca sermayedarlar için, yaşanan kriz daha da tahammül edilmez bir hal almaya başladı. İşte bu andan itibaren ise, o döneme kadar katlanılan hata ve verimsizlik maliyeti önemli oranlarda artarak ekonomiler için ciddi bir yük haline gelmiş III. Bunalım Dönemi sorunlarıyla birlikte derinleşme ivmesini hızlandırmıştı.
Kapitalist dünya ekonomisinin 1970’li yıllardan bu yana yaşadığı krizin çok çeşitli değişikliklere yol açtığı ve kapitalist ekonominin bu süreç içinde yeniden yapılanmaya zorlandığı bilinen bir gerçektir. 2. Paylaşım Savaşı’ndan 1970’li yıllara kadar yaşanan ekonomik gelişmeler kapitalizm için gerçekten de son derece önemli olmuştur. “Bu yıllarda birim sermaye başına düşen çıktı miktarı, kapitalizmin tarihinde en yüksek oranlarda olmuştur.”
Esasında kapitalizmin krizi, 1960’larda ilk belirtilerini göstermeye başlamıştı. Bu yıllarda kendisini ciddi olarak gösteren aşın üretim krizi ve hemen ardından da kar oranlarının ani düşüşü 1970’lerde başlayıp hala aşılamamış krizin öncü belirtilerini oluşturuyordu. 1960’lann ortasından itibaren ise elde edilen karların, sermayeye oranı -Sermayenin Geri Dönüş oranı- 10’ar yıllık dilimlere bakıldığında önemli düşüşler göstermektedir. (Tablo: 1) OECD tarafından da doğrulanan bu gelişim, sanayi üretimini doğrudan doğruya etkileyen bir unsur olarak, kısa süre içinde etkisini göstermiş ve sanayi üretiminin artış hızı da düşmeye başlamıştır. (Tablo: 2) örneğin savaş sonrasının en hızlı büyüyen ekonomisi olan Japonya’da 1960-1970 arasında yüzde 15.9 olan sanayi üretimi 1990 yılına kadar sürekli azalmış ve 1990 yılının ilk yansında yüzde 3,9’a kadar gerilemiştir. 70’li yıllarda boy gösteren kriz fordizmin biçim değiştirmesini sağlamakla birlikte 1929 krizinden bu yana kapitalist dünyaya hakim olan Keynestçi anlayışında değişmesine neden oldu. Ekonomiye sürekli devlet müdahalesini öngörerek kapitalist karlılığın artırılacağı temeline dayanan Keynestçi politikalar, yaşanan tıkanıklıkla birlikte yerlerini neo-liberalizme bırakmaya başlamıştı. Ekonominin dışsal hiçbir müdahale olmadan kendi dinamikleriyle ve serbest piyasa(!) koşullarında kendi dengelerini oluşturacağı düşüncesine dayanan neo-liberal görüş, devletin o güne kadar iktisadi ve sosyal alanda var olan etkisinin tamamen yok edilmesi politikalarını içeriyordu. Bu düşünüşün varacağı sonuç ise bugün sıkça karşılaştığımız ‘devletin küçültülmesi’, ‘sosyal devletin sona erdirilmesi’, ‘özelleştirme’ ve ‘serbest piyasa’ politikalarında özetlenebilmektedir.
Bu anlayışın 1980’lerin başında gözüken siyasal yansıması ABD’de Reagan, İngiltere’de ise Thatcher olarak gelişmiş, ve emperyalizmin politikaları bu tarihten itibaren neo-liberalizm imzasını taşımaya başlamıştır. Bu gün de içinde çıkılmaz bir
İmalat Sanayiinde Sermayenin Geri Dönüş Oranlan (%)
……………1960 Ortası…. 1970 Ortası…. 1982
ABD………. 22.2…………. 16.8…………. 10.6
Japonya….. 36.5…………. 26.4…………. 21.5
Almanya….. 20.9…………. 15.7…………. 11.7
Fransa……. 15.6…………. 16.0…………. 9.5
İngiltere….. 13.6…………. 8.1………….. 5.5
İtalya…….. 18.3…………. 15.3…………. 16.1
Tablo l
Sanayi üretiminde Yıllık Artış (%)
……………1960-70…. 1970-80…. 1980-90
ABD………. 4.9…………. 3.3…………. 2.6
Japonya….. 15.9………… 4.1…………. 3.9
Fransa……. 5.2…………. 2.3…………. 1.8
Almanya….. 6.0…………. 2.3…………. 1.0
İtalya…….. 7.3…………. 3.0…………. 1.3
İngiltere….. 2.9…………. 1.1…………. 1.8
cendere gibi gözüken neo-liberal saldırılar, dünyanın emperyalistler tarafından şekillendirilmek istenmesinde hala etkin bir araç olarak kullanılmaktadır.