Yeni Düzen ve EMPERYALİZM

 Yeni Düzen ve EMPERYALİZM

EMPERYALİZMİN ‘YENİ DÜZEN’İ

Emperyalizm kavramı bundan yüz yıl önce, on dokuzuncu yüzyıl sonu yirminci yüzyıl başında ortaya çıkmaya başladığın­da, bu gelişme, insanlık tarihi açısından yeni bir evrenin de baş­ladığını haber veriyordu. Bu gelişme batının iktisadi, siyasal ve sosyal yaşamını yeniden biçimlendiren bir olay halini alırken, kuşkusuz ki sömürge ülkeleri çok daha derinden etkiledi.

On dokuzuncu yüzyılın sonuna kadar hüküm süren klasik sömürgeciliğin nasıl bir şey olduğu hemen herkes tarafından bi­linen bir olgu. Sömürgeciliğin bu biçimi, tarih kitaplarından ye­dinci sanat olarak kabul gören sinemaya kadar oldukça geniş bir alanda gözler önüne serilmiştir. Bu konu hakkında pek bir şey bilmeyen insanlar bile en azından seyrettikleri bu filmler aracı­lığıyla konu hakkında bir şeyler söyleyebilir. Oysa sömürgecili­ğin günümüzdeki biçim ve araçları hakkında buna benzer bir bilgi ve bilinç yeterince oluşmamıştır. Bunun sebebi ise, günü­müz koşullarını kavramak için film seyretmekten “biraz” daha fazla bir çaba gösterilmesinin gerekmesidir.

Emperyalist dönemle birlikte, klasik sömürge ülkeler yal­nızca uygun meta pazarları olmakla kalmayıp, önemli derecede ucuz işgücü ve hammadde kaynağı olarak da kullanılmaya baş­ladı. Bu bakış açısını doğuran en önemli gelişme ise, kapitalist ülkelerin ulusal sınırlan içinde merkezileşmeye başlayan sermaye birikimleri olmuştur. On dokuzuncu yüzyılın sonlarına doğru tekelleşme eğilimleriyle dikkat çeken batılı sermayedarlar za­man içinde kendi sınırlan içine sığamaz duruma geldiler. Bu aşamadan sonra yaşanan ise, sömürge ülkeleri sadece meta pazarı olarak görmek değil, sermaye ihracı yolu ile bu ülkelerin emek ve yer altı kaynaklarını da kontrol altına almak oldu. Tabi kapitalizmin bu aşamaya evrilmesi kesinlikle batılı sermaye sa­hiplerinin çok öncelerden tasarlayıp uygulamaya koydukları bir gidişat değildi. Tam tersine emperyalizmin ortaya çıkışı kişile­rin ve sınıfların tasarlanmış tercihi dışında, kapitalizmin geliş­mesinin zorunlu bir durağıdır.

Marks ve Engels’in kapitalizmin özel mülkiyete ve rekabe­te dayanan ekonomik yapısı üzerine yaptıkları ilk tespitler ser­mayenin yoğunlaşmasının ve merkezileşmenin kaçınılmazlığı üzerinedir. “Gerek Marks, gerekse Engels, rekabetin otomatik olarak sermayenin yoğunlaşmasına ve merkezileşmesine yol aç­tığım; serbest teşebbüsün tekelleşmeyi, ‘serbest piyasa kapitalizminin tekelci kapitalizmi doğurduğunu, özel mülkiyetin top­lumu zenginler ile yoksullar arasında kutuplaştırdığını, küçük mülk sahiplerinin büyüklerce, özgür girişimcilerin dev ekono­mik tröstlerce yutulmasını hızlandırdığını, ekonomik gücün yo­ğunlaşmasını, dolayısıyla politika sahnesinde de çürüme ve bas­kılan beraberinde getirdiğim belirttiler.”

İşte kapitalizmin zorunlu bir durağı olarak emperyalizm, yi­ne kapitalizmin eşitsiz gelişimi yasası gereğince değişik ülkeler­de değişik zamanlarda vücut buldu. örneğin “İngiltere, kapita­list gelişmesini en önce tamamlamış olması sonucu, teknolojisi­ni yeni koşullara göre yenileyemediği ve fazla sermayesini ko­laylıkla ihraç edebileceği bir sömürge imparatorluğuna sahip ol­duğu için, tekelleşmenin ABD ve Almanya’ya göre daha yavaş meydana geldiği bir ülkeydi. Kapitalist gelişmesini daha geç ta­mamlayan ABD ve Almanya ise, çok daha modern teknoloji ile başlamak durumunda kaldıklarından, daha hızlı bir tekelleşme sürecine girdiler.”

Rekabetçi kapitalizmin, tekelci kapitalizme ve dolayısıyla emperyalizme geçişini belirleyen koşullar üretimin yoğunlaşması ve sermayenin merkezileşmesi olarak özetlenebilir. Bu sü­reç ise, kabaca şu hattı izler;

“-üretimin bir elde toplanması, giderek karteller ve tröstler gibi tekelci grupları oluşturmuştur, üç-beş büyük banka bütün iktisadi yaşamı egemenliği al­tına almıştır;

-İlkel madde kaynaklarını, tröstler ve -tekelci hale gelmiş sanayi sermaye ile banka sermayesinin kaynaşması demek olan-mali oligarşi ele geçirmiştir.

-Dünya iktisadi bakımdan milletlerarası karteller arasıda bölüşülmüş ve -tekelci olmayan kapitalizm dönemindeki emtia dışsatımından farklı olarak- sermaye ihracı ön plana geçmiştir.

-Dünya, yalnız iktisadi bakımdan değil, topraklar bakımın­dan da bölüşülmüş ve sömürgecilik başlamıştır.”

Tekelleşme ve Bankaların Rolü

Kâra dayalı bir ekonomik sistemin engellenemez zorunlulu­ğu tekelleşmedir. Bunun için kapitalist ülkelerde yaşanan serma­ye yoğunlaşması bir aşamadan sonra kendiliğinden tekelleşme­ye varıyor. Tekellerin ortaya çıkışı ise yoğunlaşmayı daha da hızlandıran koşullan doğurarak o döneme kadar görülmedik dü­zeyde bir merkezileşmeyi meydana getiriyor. Sermayenin mer­kezileşmesi ise çok sayıda işletmenin daha az sayıda kapitalist­ler tarafından yutulması demektir. Böylece küçük işletmelerin sermayeleri giderek büyük şirketlerde merkezileşmeye başlar.

Sermaye birikiminin belirli bir aşamasından sonra, bir eği­lim olarak ortaya çıkan merkezileşmeyi kolaylaştıran ve hızlandıran en önemli faktörlerden bir tanesi finansman ve kredi siste­minin gelişmesidir. “Bu sistem ilk aşamalarında, birikimin al­çakgönüllü bir yardımcısı olarak hiç sezdirmeden işin içine gi­rer ve büyük ya da küçük miktarlar halinde toplum yüzeyine da­ğılmış bulunan para kaynaklarım, görünmeyen iplerle, tek ya da ortaklık halindeki kapitalistlerin ellerine çeker. Ama çok geçme­den, rekabet savaşının yeni ve müthiş, bir silah halini alır ve en sonu sermayenin merkezileşmesi için, dev bir toplumsal meka­nizmaya dönüşür.” özellikle on dokuzuncu yüzyılın ikinci yansından sonra pazarda tutunabilmenin daha yüksek kârlara ve buna paralel daha büyük yatırımlara bağlı hale gelmesi, ve bu­nun da daha önce olduğu gibi kişisel kaynaklardan sağlanan ta­sarruflarla karşılanamayacak büyüklüklere ulaşması finans ve kredi sistemini gerekli hale getirdi. “Kimya, elektrik, demir-çelik sanayi gibi, hem modern teknoloji, hem de büyük ölçek ge­rektiren üretim dallarındaki yeni yatırımları artık ne kişisel kay­naklar ne de tek bir anonim şirket finanse edebiliyordu. Bu tür yatırımlar ancak bir bankanın veya bankalar gurubunun açtığı kredilerle gerçekleştirilebiliyordu.”

Bu aşamayla birlikte ise sanayi sermayesi ile banka serma­yesinin daha yoğun bir şekilde iç içe geçtiği görülüyor. Sanayi sermayesi banka kredileriyle sağladığı büyüme sonucunda öyle bir noktaya ulaşmıştır ki, artık kullandığı sermayenin önemli bö­lümü kendisine ait değildir. Bankaların sanayi yatırımlarına ayırdıkları para miktarı her geçen gün artarken, pek çok şirket de kredi açısından bağımlı hale geldikleri bankalar tarafından kont­rol edilir duruma geldi. İşte sermaye birikiminin bu aşamasından sonra, ‘mali oligarşi’ denilen mali sermaye, ekonomiye damgasını vurmaya başladı.

Sermayenin yoğunlaşmasıyla birlikte bankaların artan öne­mi, sadece büyük yatırımlar için kredi sağlamakla sınırlı değil­di. Bankalar belirli bir sanayi dalındaki girişimlerin birleştiril­mesi ve bu birleşmeden sağlanan sermayeden, daha fazla bir sermayeye sahip, yeni bir şirket kurulması için bu sektördeki fir­malarla ortak bir program yürütüyorlardı. Birleşme sonucu olu­şan sermaye miktarından daha fazla bir sermaye ile kurulacak olan yeni şirketin ihtiyaç duyduğu ek sermaye, yatırım bankala­rının aracılık ettiği hisse senetleri ve tahvillerin satışından sağ­lanıyordu. Bu şekilde halkın tasarrufları tekelleşme için kaynak haline dönüştürülürken, bankalar da satın aldıkları gerekli mik­tarlardaki hisse senetleri ile oluşan tekellerde söz sahibi oluyor­lardı.

Kapitalist ekonominin merkezine oturmuş olan bankalar, hiçbir zaman sadece bir mübadele aracı olmayan parayı, en faz­la kütleleşen bir biçim altında mübadelenin konusu haline getir­mişlerdir. Paranın sadece bir mübadele aracı olmamasının anla­mı, tarih boyunca paranın sadece meta satın alımında kullanıl­mamış olmasıdır. Tefeciliğin insanlık tarihi içindeki uzun geç­mişi aynı zamanda paradan para kazanmanın da tarihidir. Bir te­feci için para sadece meta satın alımında kullanılacak bir araç değil, satılarak (kredilendirilerek) para getirebilecek, yani mü­badeleye konu olacak bir araçtır. Tefeciliğin ortaya çıkışı, tica­ret içindeki bir bölünmeydi de aynı zamanda, bundan sonra tica­ret meta ticareti ve para ticareti olarak iki şekilde tanımlanacak­tır. İşte paranın insanlık tarihi kadar eski olan, ticaretin konusu haline gelmesi, finans ve kredilendirme sistemlerinin gelişmesi ile en üst boyutuna ulaşarak, günümüz kapitalizminin omurgası­nı oluşturmaktadır.

Mali sermaye ile iç içe geçen sanayi sermayesi, oluşturdu­ğu tekeller sayesinde, egemenliğini güçlendirmek için ilk baş­vurduğu araçlardan bir tanesi hammadde kaynaklarını kontrol altına almak oldu. “Hammadde kaynaklarının tamamım ya da büyük kısmını ele geçirmek olanaklı olduğu zaman kartellerin oluşumu ve tekellerin kuruluşu da çok kolay olmaktadır.” Bu şekilde rakiplerine ve tekelleşmeye karşı direnen küçük işletme­lere karşı önemli bir avantaj yakalamış olan tekeller, adres ola­rak kendilerini gördükleri bir merkezileşmeyi her ne pahasına olursa olsun yaratmayı önlerine koymuşlardı.

“Tekelci birliklerin ‘örgütlenme’ zorunluluğu için” diyor Lenin, “…başvurdukları usullerin listesine şöyle bir göz atmak yararlı olacaktır:

1-Hammaddeden yoksun bırakmak (…’kartele katılmaya zorlamak yolunda kullanılan en önemli usullerden biri ‘)

2-‘İttifaklar’ yoluyla emek arzını durdurmak (yani kapita­listler ile işçi sendikaları arasında işçilerin kartelleşmemiş işlet­melerde çalışamayacaklarına ilişkin anlaşmalar yapılması)

3-Ulaştırma araçlarından yoksun bırakmak

4-Mahreçleri (Kaynaklan -özgürlük-) kapamak

5-Yalnızca kartellerle ticaret ilişkilerin kurmaları konusun­da müşterilerle anlaşmalar yapmak

6-Sistemli bir biçimde fiyat indirmek, (bu usule outsider’ları yani tekelden bağımsız bulunan işletmeleri yıkmak için baş vurulur…)

7-Kredileri kesmek

8-Boykot”.

Tekelleşme aşamasında başvurulan zorbalıklar sonucu, ekonomide rekabet de biçim değiştirmiş, küçük işletmeler arası süren geliştirici rekabet, tekeller arası paylaşım savaşlarına dö­nüşmüştür. Büyük şirketlerin pazarda kalabilmek için başvur­dukları ilk yöntemlerden bir tanesi olan fiyat kırma, zamanla önemli miktarlardaki sermayenin tehlikeye atılmasına neden olan zorlu bir rekabet ortamı yarattı. Dolayısıyla da büyük ser­mayedarlar bu türlü rekabete son verme ihtiyacı içine düştüler. Fiyat kırmada rekabet öyle boyutlara varmış bulunuyordu ki ABD’deki petrol sanayini tek bir tekelde birleştiren Standard Oil şirketinin kurulmasından önce 1859-1861 yılları arasında kı­yasıya bir rekabet yaşanmış ve bir galon petrolün fiyatı 20 do­lardan 52 cente düşmüştü. Yine demiryolu tekellerinin kurulma­sından önce yaşanan rekabette 400’Un üzerinde demiryolu şirke­ti iflas ederek yok olmuşlardı.

Küçük üreticilerin ya da tekelleşme eğilimine karşı duran sermayedarların tasfiyesinde ulaşılan başarı, bütün küçük üreti­cilerin iflasına neden olsa da sözü geçen sermayedarların her za­man tamamen yok edildiği anlamına gelmiyor. Yaşanan geliş­meler çoğu zaman, tekelci baskılar karşısında pes etmek zorun­da kalan sermaye kesimlerinin merkezi bir sermaye grubu çev­resinde toplanan ‘Holding’ler içinde yer alınması şeklinde ol­muştur. Holding sistemi, küçük tasarruf sahiplerinin birikimleri­nin tek bir kaynakta toplanması ve bunların daha geniş yatırım­lara yönelik anonim ortaklıkların kurulması biçimi altında tekel­ci firmalara kaynak aktarılması anlamına geliyor. Daha zayıf iş­letmelerin tekelci baskılardan kurtularak çalışma imkanı bula­bilmek için katılmayı kabul ettikleri holdingler, bir ‘ana şirket” etrafında toplanmış ona bağlı olarak çalışan ‘bağlı şirket’lerden oluşan bir sistemdir. çoğu zaman bağlı şirketlerin de daha kü­çük şirketleri kendilerine bağlı hale getirdikleri görülür. Bu sa­yede ana şirket kendi öz sermayesinden defalarca daha fazla büyüklükteki bir sermayeyi kontrol altına alabilmekte ve üretimin geniş alanlarına hakim olabilmektedir.

Anonim şirketler şeklinde sermayeleri hisse senedi olarak bölünmüş bulunan şirketlerin, işlerine egemen olabilmek için hisselerinin yüzde kırk’ına ve hatta daha azına sahip olmak yet­mektedir. çünkü sahip olunan payın dışında kalan hisselerin or­taklan çok küçük paylar şeklinde parça parça olduklarından bir araya gelip ana hisse sahibinin taleplerine karşı gelmeleri olduk­ça zordur. üstelik, ana hisse sahibi bağlı işletmenin diğer ortak­larından bazılarını da yanına çekmeyi başarabilmektedirler. Ana şirketin sahip olduğu hisselerin oranı ise geriye kalan hisselerin parçalanma oranı artıkça, azalacaktır. Burada bir parantez açar­sak; Türkiye’de de son yıllarda yaygınlaşan borsacılık, anlaşıla­cağı gibi ana şirketlerin yani tekelci sermayenin, kendi şirketini veya bağlı şirketi daha az bir payla yönetmesini kolaylaştırmak­tadır. Dolayısıyla borsada alınan her hisse diğer bir değişle bor­sada oynamak- İşbirlikçi Tekelci Sermayenin ve onun bağımlı bulunduğu çok uluslu şirketlerin başka sömürü mekanizmaları­na daha fazla para ayırmalarına yardımcı olmaktadır.

  1. Yüzyılda Tekelleşme ve Savaş;

Serbest rekabetin egemen olduğu kapitalizmin ilk aşaması, gelişmesinin sınırına 1860-1870 yıllan arasında erişirken, sö­mürge fetihlerinin ve savaşlarının keskinleşmesinin tam da bu dönemin sonrasına rastlaması bir tesadüf değildir. Ekonomiye belirleyici aktör olarak dahil olan mali oligarşi, ulusal sınırlan içinde yaşadığı sıkıntıyı aşabilmek için çözüm yolunu en saldır­gan tarzda, sömürge savaşları ile yansıtmaya başlamıştır bile.

Yaşanan her savaş sermayeye yeni bir hamle yapması için gerekli tüm olanakları sağlıyordu. “Amerika İç Savaşı ABD’deki tekelleşmenin önünü açan en önemli faktörlerden bir tanesi olmuştu. 1831 yılının ABD’si için “ortada ne dev tekeller, ne muazzam zenginlik, ne de büyük yoksulluk var”(8) gözlemini yapan Aleksis de Tocqieville’e göre ABD iç savaş öncesi reka­betçi kapitalizm aşamasındadır. O yıllarda Amerikalı üreticilerin yüzde seksen’i gerçekten de kendi üretim araçlarına sahipti. Kuzey’de yoğunlaşan sanayileşmeyle birlikte kuzeyli burjuvazi ile güneyli köle sahiplen arasındaki uzlaşmaz çelişki, en sonunda iç savaş ile çözümlendi. İç savaşla birlikte sanayi görülmemiş bir hızla ilerlerken bu durum elbette ki kuzeyli burjuvazinin işine yaramıştır. İç savaştan sonra tekelleşme büyük bir ivme daha ka­zanmış ve ABD kapitalizmi tekelleşme aşamasında büyük bir ilerleme sağlamıştı. Bunun ardından 1898 İspanyol-Amerikan savaşı, ağır sanayiinin tröstleşmesini daha da ileri taşımıştır. ABD – İspanyol savaşı kapitalizmin eşit olmayan sıçramalı ge­lişimi sonucu doğan yeni güç dengelerinin gerektirdiği dünya­nın yeniden paylaşımı yolundaki savaşların ilk büyük ve somut örneği olmuştu.

Ekonomide tekellerin yeri ondokuzuncu yüzyılın sonlarına doğru ancak fark edilebilecek bir seviyeye erişmiştir. Bu döne­me kadar belirleyicilikleri sınırlı ve geçici birlikler olarak oluşan karteller, emperyalizm tanımlamasını hak edecek kadar merke­zileşmelerini ancak yirminci yüzyılın ilk yıllarında başarabildiler. 1.900-1903 yıllan arasında hüküm süren bunalım ekonomi­deki ağırlıklarını yeni yeni hissettirmeye başlayan tekellere eko­nomiye tamamen hakim olma şansını verdi. üç yıl süren bu bunalımın tekelleşmeyi nasıl etkilediği konusunda net bir fikre sa­hip olabilmek için rakamlara baş vurmakta yarar olacak; “Al­manya’da kartel sayısı 1896’da 250 kadardı. 1905’te ise 12 000 kurumu içine alan 385 kartel olduğu tahmin edilmekteydi. Ki­tapta bu alıntı yapıldıktan sonra ise verilen rakamların o dönem için bile gerçek rakamların çok altında kaldığının herkes tarafın­dan kabul edildiği vurgulanıyor.

“Her bireysel sermaye, şu ya da bu ölçüde üretim araçları­nın yoğunlaşması olup, buna uygun düşen büyüklükte bir emek-ordusu üzerinde komuta yetkisi vardır. Her birikim, yeni bir birikimin aracı olur… …birikim, bir yandan, üretim araçlarının gitgide artan yo­ğunlaşması ve emek üzerindeki egemenliğinin artması olarak görünür. öte yandan da, birçok bireysel sermayenin birbirini it­mesi ve ayrılması olarak ortaya çıkar.”

Sanayi sermayesi ile banka sermayenin iç içe geçmesi ve ikincisinin lehine bir etkileşim anlamına gelen mali oligarşinin ortaya çıkışıyla birlikte, kapitalizmin kazandığı yeni eğilim, ser­maye sahibi ile sermayeyi doğrudan yatırım olarak sanayide kullanan sanayicilerin birbirinden ayrılması şeklinde oldu. Ser­mayenin sahipleri yani rantiyeler, sanayicilerden giderek daha fazla ayrıldılar. Bu ayrılış finans ve kredi sistemlerinin genişle­mesiyle orantılı bir hat izlerken, süreç, rantiyenin bütün diğer sermaye çeşitlerinden üstünlüğünü pekiştiriyordu. Mali oligarşi­nin gelişimi ile birlikte kârlılık oranlan dönemsel olarak muaz­zam boyutlara ulaşan burjuvazi, elde ettiği bu aşın fazla serma­yeyi daha hızlı-bir şekilde yatırıma dönüştürmeye başladı. An­cak bu hızlı yapılaşma sonucu kısa süre içinde kendi ülkesinde­ki kaynakların ve pazarın da sonuna gelen mali oligarşi, kendi sine yeni pazarlar yani topraklar aramaya başladı. Daha öncele­ri meta ihracı yoluyla kendisine bağladığı sömürge ülkeler, artık sermaye ihracı yoluyla da kullanılabilirdi.

Sermaye İhracı

Elde ettikleri aşın artı değeri, burjuva ideologlarının iddia ettiğinin ve küçük burjuva ‘iyi niyetliliğinin aksine kendi halkı­nın ve bunun içindeki işçisinin refah seviyesinin artışı için har­camayan emperyalist kapitalizm, kendisine daha geniş ve kârlı yatırım alanları bulmak amacıyla sömürge imparatorluklarını güçlendirdi. Bu noktadan sonra birkaç ülkede sıkışmış bulunan olgunlaşmış kapitalizm, süratle geri kalmış ve emeğin ucuz ol­duğu tarım ülkelerine kaymaya başladı. Bu ülkelerdeki kâr oran­larının yüksek oluşunun temel nedeni, emeğin ucuz, toprak fi­yatlarının göreceli olarak düşük, hammaddenin bol ve daha ucuz oluşuydu. Bunun yanında sömürge ülkelerin bu imkanları de­ğerlendirmek için kendi öz sermayelerine sahip olmayışları bu pazarları daha kârlı hale getiriyordu.

ülke pazarının tekeller tarafından paylaşımı ile yatırım ola­naklarının sınırlı hale gelişi, tekelleri dış pazarlara yöneltti. Böy­lece başlayan sermaye ihracı, zamanla daha hızlı artarak, sömür­ge ülkelerdeki yatırımların belirli bir hacmi aşması sonucunu doğurdu. Bu ülkelerde oluşan ‘nüfuz bölgeleri’ genişledikçe, iş­ler de tekelci gruplar arası anlaşma ve uluslar arası kartellerin kurulmasına doğru yöneliyordu, “Sermaye ihraç eden ülkeler, dünyayı sözcüğün mecaz anlamıyla, aralarında paylaşmıştı. Ama mali sermaye, yeryüzünün, doğrudan paylaşılmasına götürdü.”

Bu arada sermaye ihracı bir şeyi daha geliştirdi; rantiyeyi. Sermaye ihracının artışı, rantiyelerin ekonomi içindeki payının giderek artmasına, yani daha da güçlenmesine neden oldu. Hiç­bir iş yapmayan, Lenin’in tabiriyle “meslekleri işsizlik olan in­sanların”, elde ettikleri paralan kredilendirerek sağladıkları yük­sek kazançlar daha yüzyılın başında bile muazzam boyutlara erişmiş bulunuyordu. Rantiyeliğin her geçen gün sanayi serma­yedarlığına göre daha fazla kazanç sağlayan bir sektör haline gelmesi, sermaye sınıfını doğrudan sanayi yatırımı yapmaktan hızla uzaklaştırmıştır. Rekabetçi kapitalizm dönemine özgü olan geliştirici sanayi yatırımları, mali oligarşiye varan rantiyeleşme dönemiyle birlikte, sona ermiş, tekeller sayesinde pazarda tutunabilmenin yolu daha iyi üretim olmaktan nispi ölçülerde çık­mıştır. Burjuvazinin kazancının temeli bu noktadan sonra üretim değil asalakça tefecilik yapmaya dönüşmüştür. Sadece İngilte­re’deki rantiyelerin yıllık kazancı, dünyanın en büyük ticaret ül­kesi olan İngiltere’nin yıllık ihracat gelirinden beş kat daha faz­laydı. “Emperyalizmin” diyor Lenin, “ve emperyalist asalaklığın esası budur.”

Kapitalizmin gelişim seyri içinde devletle de içi içe geçecek olan mali sermaye zamanla kimi devletleri tefeci konumuna ge­tirmiştir. Bugün de içinde yuvarlandığımız borç batağının Olta­ya çıkışı rantiyeleri aşırı büyüklüklere ulaşmış olan devletlerin, bu sermayeler adına sömürge ülkeleri kıskaç altına almasıyla meydana gelmiştir. Mali sermaye önce kendi ulusal sınırlan içinde, küçük ve orta kapitalisti ve devamla daha da küçük öl­çekli üreticileri kendisine bağlayarak başladığı merkezileştirme eğrisini daha sonra dünyanın paylaşımı doğrultusunda diğer ulusların mali gruplarını da bir şekilde kendisine bağlayarak de­vam ettirmiştir. Kendi ulusal sermayelerini doğal bir seyirle geliştiremeyen sömürge ülkeler ise doğrudan doğruya devlet me­kanizmaları ve yukarıdan aşağıya oluşturulan komprador burju­vazi eliyle emperyalizme bağımlı hale geldiler.

“üretim araçlarının basit yoğunlaşması ve onun emek üze­rindeki kumandası, birikimle özdeş demek değildir. Bu, daha önce oluşmuş bulunan sermayelerin yoğunlaşması, bağımsızlık­larına son vermesi, kapitalistin kapitalist tarafından mülksüzleştirilmesi, birçok küçük sermayenin, birkaç büyük sermayeye dö­nüştürülmesidir… Başka bir yerde birçok kapitalistin elinden çı­kan sermayeler, burada, tek bir kapitalistin elinde büyük bir kitle halinde toplanır. İşte bu, birikim ve yoğunlaşmadan farklı ola­rak, gerçek anlamda sermayenin merkezileşmeğidir.”

20 yüzyılın başlangıcında sermaye ihracı da hızlanmaya başladı. örneğin 1902 ve 1914 yıllarında İngiltere, Almanya ve Fransa’nın gerçekleştirdiği sermaye ihraçları sırasıyla; 62 mil­yar franktan 75-100 milyar franga, 12,5 milyar franktan 44 mil­yar franga, 27 milyar franktan 60 milyar franga yükselmişti. Sermaye ihracı ilk önceleri kontrol altında bulundurulan açık sö­mürge ülkeler üzerinden gerçekleştirilirken zaman içinde açık sömürgeciliğin yanı sıra yan sömürgecilik metotlarının gelişti­rilmesiyle sermaye ihracının miktarı ve yayılıra alanı da genişli­yordu. Tabi yapılan sermaye ihracatı, dünyanın mali oligarşisi ve onların siyasal temsilini yapan devletler arasında paylaşılarak gerçekleştiriliyordu. Elbette ki bu paylaşım hiç de barışçı ve uzlaşıya dayalı bir bölüşüm değildi. Aksine gerginliğin her geçen gün arttığı ve derin karşıtlıklara dayanan bir karaktere sahipti. üstelik kapitalizmin eşitsiz gelişim yasası gereğince sömürgeci­likte önceleri geri kalmış olan emperyalist ülkeler zamanla bu açıklarını kapatmak için oldukça hırslı görünüyorlardı. İşte bu ortam kapitalizmin yaşadığı krizin, ‘I. Paylaşım Savaşı öncesi Koşullarını’ (I. Bunalım Dönemi) ve I. Paylaşım Savaşı’nın da zeminini oluşturuyordu.

Emperyalizmin Bunalım Dönemleri Ve Sömürgecilik

Pazarın görece geniş olduğu 1900’lü yılların ilk çeyreğinde dünya büyük tekeller arasında paylaşılmıştı bile. Yoğunlaşma­nın daha fazla olduğu sanayi dallarında tekelci birlikler tek bir ülkenin sınırlarını aşarak pek çok ülkenin pazarlarını kapsaya­cak kadar büyümüş durumdaydı. Bir çok ülkeye yayılmış bulu­nan sanayi dallarında pay kapan tekeller, aynı alanda yatırım ya­pan başka tekellerle karşılaşmaya başladıklarında sorun da ken­disini göstermeye başlamıştı. Rekabetçi dönemin koşullarına uygun rekabet biçimlerinin tekelci döneme pek uygun olmadığı ortada olsa bile, daha önce hayal bile edilemeyecek kadar bü­yüklükteki bir sermayenin riske atılması söz konusu olduğundan başvurulan yollar da değişmeye başlamıştı. Belirli sanayi dalla­rında birden çok ülkenin büyük tekelleri, kendi aralarında anla­şarak uluslararası kartelleri oluşturdular. örneğin 1. Paylaşım Savaşı öncesi elektrik sanayi bütün dünyada temel olarak Al­manya ve ABD’nin tekeli altındaydı. “1907’de bu iki dünya tröstü arasında bütün dünyadaki nüfuz alanlarının paylaşılması konusunda bir anlaşma yapıldı.”

  1. Paylaşım Savaşı öncesinde de başka sanayi dallarında bir dizi tröst oluşturulmuş ve bu tröstler kendi aralarında dünya pa­zarının paylaşılması için çeşitli anlaşmalar yapmışlardı. Emper­yalizm çağından yüzyıllar önce başlayan sömürgeleştirme kapitalizmin egemen üretim biçim haline gelmesiyle birlikte büyük bir hız kazanmış ve on dokuzuncu yüzyılın sonuna gelindiğinde dünyanın ekonomik değere sahip hemen hemen bütün toprakla­rı kapitalist devletler tarafından paylaşılmış bulunuyordu. Ondokuzuncu yüzyılın ikinci yansında müstakbel emperyalist devlet­ler tarafından dünyanın ne oranda sömürgeleştirildiğine rakam­larla göz atacak olursak;

‘…Avrupa devletleri ile ABD, Afrika’nın toplam yüz ölçü­münün 1876’da yüzde 10,8’ini, 1900’de ise yüzde 90.4’ünü, Polinezya (Büyük Okyanus Adaları)’nın 1876’da yüzde 56.8’nin 1900’de yüzde 98.9’unu, Asya’nın 1876’da yüzde 51.5’ini 1900’de yüzde 56.6’sını, her iki dönemde de Avustralya’nın yüzde 100’ünü … ellerinde bulunduruyorlardı. Asya’nın önemli bir bölümü (çin, İran, Türkiye) ile Güney Amerika’daki bütün devletlerin kapitalist ülkelerin en güçlüleri karşısında yan ba­ğımlı bir konumda bulunduğu göz önünde tutulursa bu sayılar, 20. Yüzyılın başında bütün dünyanın emperyalist ülkeler arasın­da zaten paylaşılmış olduğu anlamına geliyor.”

Kapitalizm, emperyalizm çağına geçtiğinde, dünyada fethe­dilmemiş toprak kalmamış durumdaydı. Bu koşullar altında te­keller, önce kendi kontrolleri altındaki topraklardan başlayarak sermaye ihracı yoluyla etkilerini ve güçlerini artırmaya yöneldi­ler. Emperyalizm çağının başında bütün dünyanın paylaşılmış olması, aynı zamanda emperyalist çağa da yeni bir anlam kazan­dırıyordu. Emperyalizmin hüküm sürdüğü dünyada bundan son­ra uluslararası ilişkilere hakim olacak olan anlayış, dünyanın ‘yeniden paylaşım’ıdır. Bunun içindir ki emperyalizm ortaya çıktığı andan itibaren bir bunalım içindedir. Ve sürekli olarak sa­vaş koşullarım içinde barındırır. Emperyalizmin bu ilk aşaması ve yaşadığı sorunlar I. Paylaşım Savaşı öncesinin kendine ait koşullarını yansıtırken, ortaya konulan tablo bu şekildeydi. Em­peryalizm çağı bundan otum emperyalist dünya savaşları çağı­dır da.

1900’lü yılların verili koşullarındaki güç dengelerine uygun olarak oluşturulan karteller, aradan zaman geçtikçe kendi içle­rinde yaşadıkları çelişkileri de derinleşiyordu. Kuşkusuz ki bu­nun temel nedeni kapitalizmin eşitsiz gelişim yasasıydı. Güç dengelerine uygun olarak oluşturulan karteller, zamanla kendisi­ni oluşturan tekelci şirketlerin güç oranlan değiştikçe içinden çatırdamaya başlamıştı. Ama bir karteli dağıtmak normal şartlar altında hiç de kolay bir şey olmadığı için bu sorunlar bir süre diş sıkarak ertelenmeye çalışıldı. Elbette ki kaçınılmaz son nihayet gelecek yaşanan sorunlar en sonu, tekelleşmenin mayasında olan bir yöntemle, yıkıcı bir savaşla çözümlenmeye çalışılacak­tı. üstelik bu savaş dünyanın sanayileşmeyle at başı giden militaristleşmesine uygun bir biçimde, insanlık tarihinde görülme­miş bir kıyıcılık içinde yaşanacaktı.

Değişen güç dengeleri yirminci yüzyıla kadar dünya yüze­yinde ayrıcalıklı bir konuma sahip olan Avrupa’nın bu durumu­nu sarsmaya başlamıştı. özellikle ABD ve Japonya’nın sağla­dıkları ilerlemelerle önce Batı Avrupa’lı sömürgeci ülkeleri ya­kalamaya başlamış ve onları geçebilecek potansiyelde oldukla­rını göstermiş bulunmaları yaşanan değişimin nedenini oluştu­ruyordu.

Ondokuzuncu yüzyılın sonunda İngiltere, Almanya ve Fransa’nın oluşturduğu sanayide ve ticarette Avrupa üstünlüğü­nün rakamlarla ifadesi şu şekildedir; Dünya’da ticareti yapılan malların yüzde 62’sini Avrupa sağlamaktadır ve dünya yüzeyin­deki her 10 kalifiye elemandan 7 tanesi yine Avrupa’da istihdam edilmektedir. Ayrıca Avrupa, aynı zamanda dünyanın en büyük alıcısıdır. öte yandan Avrupa sahip olduğu mali güç nedeniyle dünyanın kredi merkezidir. Dünyanın herhangi bir bölgesinde yapılacak bir yatırım için sağlanan krediler bu yıllarda sadece Avrupalı bankalardan sağlanabiliyordu. Aynı dönemde ABD’Ii mali sermayenin etki alam ise sadece kuzey ve güney Ameri­ka’nın pazarları ile sınırlandırılmış bulunuyordu. Avrupa kapita­lizminin temsilcisi olan İngiltere, Fransa ve Almanya dünya yü­zeyindeki “…bütün dış yatırımların yüzde 83’ünü aralarında bö­lüşürler. Büyük Britanya yüzde 45, Fransa yüzde 25, Almanya yüzde 13 bir payla sıralanırlar; Birleşik Devletler ise, yüzde 5 payla onların arkasından gider.”

Aradan geçen yıllar içinde 1.Paylaşım Savaşı’nın hemen öncesine gelindiğinde ise dünyanın toplam sanayi üretimindeki dengeler şu şekilde değişmiş bulunuyordu; sanayi üretiminin yüzde 35.8’ini tek başına ABD gerçekleştirirken Almanya’nın üretimdeki payı yüzde 15.7’yi buluyordu. Yine bu dönemde İn­giltere yüzde 14.4’lük pay ile dünya yüzeyindeki üçüncü büyük ekonomiyi oluştururken, bunu yüzde 4 ile Fransa ve yüzde 5.5 ile Rusya izliyordu.

Güç dengelerinin bu şekilde değişmeye başlaması başta Al­manya olmak üzere ABD’yi de oldukça rahatsız eder bir hale gelmişti. özellikle Almanya, ondokuzuncu yüzyılda başta Afri­ka olmak üzere sömürge ülkelerin bir oldu biniye getirilerek paylaşılmasından son derece rahatsız görünüyor ve yeni bir pay­laşım istiyordu.

Uluslararası sermayenin aşın büyümesi sonucu mevcut pa­zarların yetersiz hale gelmesi ve bu pazarların kimilerinin lehi­ne paylaşılmış olması emperyalist devletler arasındaki gerilimi artırıyordu. Dünyanın değişen güç dengeleri Avrupa merkezli hiyerarşinin değişim sancılarını artırıyordu. Ancak emperyalist devletleri bundan daha çok rahatsız eden başka bir gelişme da­ha yaşanmaktaydı. O da, giderek artan ve devrimci bir niteliğe bürünen, kitlesel işçi eylemleri ve grevlerdi. özellikle de 1905 yılından sonra emperyalistleri tedirgin edici boyutlara taşınan iş­çi eylemleri sadece sokakta kalmıyor, burjuva demokrasisinin sağladığı kurumlaşmalar aracılığıyla parlâmentoya da yansıyor­du.

Bu ve benzeri sorunlarla derinleşen gerginlik en sonunda Balkanlar’daki karışık politik durum bahane edilerek dünyanın ilk en kıyıcı savaşı olan 1. Paylaşım Savaşı, emperyalistler ara­sı yeniden paylaşım sorununu çözmek amacıyla patlak verecek­tir.

Tabi ki l. Paylaşım savaşı dünyadaki bütün dengeleri de alt üst ederek sonlanacak ve oluşan yeni dengelerin ardından ise kı­sa bir süre içinde emperyalist devletler yaşadıkları sorunlara hiç de sandıklan gibi bir çözüm üretemediklerini anlayacaklardı.

Savaş Ekonomisi

Savaş ekonomisi ile ekonomide daha önce var olan tüm dengeler ve alışkanlıklar da alt üst oldu. Her hükümet orduları­nın ihtiyaçlarını karşılayabilmek için önce özel girişimleri ken­di kontrolü altına almak zorunda kaldı. Savaş ekonomisinin te­mel mantığını oluşturan kendi kendine yeten bir ekonomiye sa­hip olmak için yapılan devlet müdahaleleri savaş öncesi alışkan­lıkların değişmesinde en önemli etkiyi yaptı.

Savaş öncesi yapılan hesaplar yaşanacak bir savaşın çok uzun sürmeyeceği üzerineydi. Ancak yaşanan bunun tam tersi olunca daha 1914’ünEylül ayından itibaren bütün cephelerde si­lah ve cephane bunalımı boy gösterdi. Bu gelişmeyle birlikte sa­nayiler hızlı bir şekilde savaş üretimine dönüştürülmek zorunda kalındı. Bu sorun öylesine hayati boyutlara ulaştı ki savaşın den­geleri bu dönüşümü en iyi ve hızlı sağlayanın lehine değişiyor­du. Savaş sanayinin sağladığı hızlı üretim o güne kadar pek gö­rülmemiş başkaca sıkıntıları da gündeme getiriyordu. O da ham­madde ve iş gücü sıkıntısıydı. Erkek iş gücünün asker olarak de­ğerlendirilmesi nedeniyle baş gösteren iş gücü yetmezliği, özel­likle tarım üretiminde kendisini göstererek, beslenme ihtiyacı­nın aksamasına ve savaş yıllarında gıdanın karneye bağlanması gibi uygulamalara sebep olmuştur. Kadın emeğinin giderek da­ha da önem kazanması, işte böylesi süreçlerin sonucu olarak gündeme daha sıkı bir şekilde yerleşmişti.

Yaşanan aşırı üretimin ve hammadde alımlarının yarattığı en önemli sonuçlardan bir tanesi de devletlerin mali kriz içine girmesi ve devlet borçlarının aşın artmasıdır. Tabi başta Avrupa devletlerinin yaşadığı bu sorundan daha sonra en fazla yararla­nacak olan ülke ABD olacaktır. Savaş öncesi Avrupa ile boy öl­çüşecek ve kimi sektörlerde geçecek bir sanayiye sahip olan ABD savaştan sonra Avrupa’lı emperyalistlerin bu durumundan yararlanmayı iyi bilecektir.

Savaş Sonrası Yeni Dengeler

  1. Paylaşım Savaşı’ndan sonra dünya yüzeyinde dengeler öyle çok değişmiştir ki ortaya çıkan sonuçlarıyla hiç kimsenin beklemediği bir tablo meydana gelmişti. Bu beklenmeyen geliş­me, savaş devam ederken çarlık Rusyasında yaşanan dünyanın ilk sosyalist devrimidir. 1917 tarihinden sonra kapitalizmin te­mel çelişmesinin somut biçimlenişleri olan iki baş çatışmanın -emek sermaye çatışması ile ezilen halklarla emperyalizm arasın­daki çatışma- yanı sıra bir üçüncü çatışma daha çıkmıştır yeryü­zünde. O da, emperyalist-kapitalist sistemle sosyalist sistem arasındaki çatışmadır. Bu yeni durum emperyalist merkezleri, ulus­lararası ilişkiler ve sömürgecilik konularında daha dikkatli ol­maya zorlayacaktır.

Savaştan çıkıldığında hammadde, yiyecek ürünleri ve ma­mul madde ihtiyaçları da son safhaya ulaşmıştı. Buna karşılık olarak bir de Avrupa’da döviz rezervlerinin tükenişinin ithalata ve yeniden yapılanmaya yeterince olanak tanımaması savaş son­rası erken bir bunalıma daha neden olacaktı. üstelik savaş sıra­sında aşın yükselen fiyatlar nedeniyle Avrupa’nın ihracattan ka­zandığı parayla ithalata ödediği para arasında bir uçurum oluş­muş, döviz rezervleri bu yüzden hızla erimeye yüz tutmuştur. Bu bunalımdan kendisini en çabuk kurtaracak olan Avrupa ülkesi İngiltere’dir. Avrupa’nın yaşadığı bu bunalıma paralel ABD, sa­vaş ekonomisi ile sağladığı ilerleme ve savaş sonrası oluşan ti­caret ve kredilendirmeler sayesinde kendisinin dünya yüzeyin­deki üstünlüğünü İngiltere ile birlikte ispat etmiş oldu.

Savaştan sonra yaşanan kısa dönemli krizlerin aşıldığının zannedildiği bir ortamda 1920’li yılların sonlarına yaklaşıldığın­da ekonomiler tekrar kriz uyarılan vermeye başladılar. üstelik bu krizin nedeni çok hızlı ve aşın büyüyen ekonomilerdi. Bu ekonomiler savaş yıllarında sağladıkları yine örgütlenme model­leri ile üretkenliklerini de aşın artırmışlar ve stokların aşırı şiş­mesine sebep olmuşlardır. 1929 yılına gelindiğinde kaçınılmazlaşan kriz o döneme kadar yeryüzünde görülen en şiddetli eko­nomik sarsıntı halini almıştı. “…1929’dan 1933’e değin, tanıtı üretimi pak az değişmiş sadece hafif bir azalma göstermiştir; oy­sa sanayi üretimi, bütün olarak, yüzde 15 oranında gerilemiş-tir…Kayıpların yandan fazlası Birleşik Devletler’e aittir. Bu sa­nayi çöküşü görülmemiş çaptadır; savaş zamanında bile, sava­şan ülkeler için böyle bir kayıp söz konusu değildi.” Sıklaşan periyotları ve her defasında şiddeti artan krizleriyle emper­yalizm apaçık bir şekilde yapısal krizinin ‘II. Paylaşım Savaşı öncesi Koşullarını’ yaşıyordu.

Ekonomiye Devlet Müdahalesi

Emperyalizm çöküntüden çıkış yolunu, en kısa tanımıyla devlete, gelir dağılımını değiştirici, geliri ve dolayısıyla talebi yeniden dağıtıcı işlev yükleyen bir ekonomik politika izletmek­te buldu. Bu durum tekelci devlet kapitalizminin bütün çıplaklı­ğıyla ortaya çıkmasından başka bir şey değildi. Kuramsal teme­lini Keynesçilikte bulan bu yaklaşım emperyalizmin devlet ör­gütlenmesini ekonominin aktif unsuru olarak finans kapitalin yararına kullanma politikası ve dünya düzeyinde gelirin yeniden bölüştürülmesi olarak özetlenebilir. ABD’de New Deal (Yeni Düzen) olarak adlandırılan yapılanma yıllar içinde Almanya, İtalya ve Japonya’da faşizm şekline bürünecekti. Yeni Düzenin İngiltere’nin de faşizme yönelmesini sağlamamasının sebebi, İngiltere’nin yaşadığı krizin faturasını karşılayabileceği sömür­gelere sahip olmasıdır. Bu sömürgelerin sağladığı olanaklar sa­yesindedir ki İngiltere burjuvazisi krizden çıkış yolu olarak fa­şizmi tercih etmemiştir.

Krizin baş edilemez bir duruma gelişi yıllardır kutsanan ‘bı­rakınız yapsınlar, bırakınız geçsinler’ sözlerinde sembolleşen li­beralizmin de dönemsel sonunu hazırlıyordu. Başta ABD’li sa­nayiciler olmak üzere pek çok ülkenin burjuvazisi, artık bireyci sanayi anlayışının ortadan kalkarak ulusal ölçeklerde sanayi po­litikaları belirlenmesi gerektiğini ve bunun da devletin müdaha­leciliği altında yürütülmesi gerektiğini dillendirmeye başlamış­lardı bile. Bu şekilde devlet, kapitalizmi kurtarabilmek için 1930’lu yıllar boyunca gücünü ve denetimini artırdı. Bu “Sadece vergi, gümrük hakları, kontenjanlar, bayındırlık işleri, parasal ayarlamalar, sosyal yasalar gibi genel önlemler yoluyla değil, özel müdahaleler vasıtasıyla da olmuştur: Güçlük içindeki işlet­melere el uzatıp kurtarmak, kartel ve anlaşmaları kayırma ya da dayatma, hatta millileştirmelere gitme, kimi alanlarda üretimi yönetme ve kendi yağıyla kavrulan ülkelerde iktisadi yaşamın bütün kesimlerinde yönetmeyi üstlenmeyi içeriyordu.”

Yarı Sömürgecilik

Tabi emperyalist ülkeler her zaman olduğu gibi yaşadıkları krizin faturasını doğrudan doğruya yan sömürgelerine aktarı­yorlardı. Savaş sonrası yan sömürgeciliğin yaygınlaştığı görül­müştür. Ancak yan sömürgecilik olgusu köklerini serbest reka­betçi kapitalizm döneminde vermeye başlamış ve emperyalizm­le birlikte doğmuştu.

Yarı sömürgecilik, emperyalizmin, kapitalizm öncesi eko­nomilerin egemen olduğu ülkelerde komprador bir sınıf oluştur­ması ve önemli oranda bu sınıf eliyle ülkeyi sömürmesi temelin­de yükseliyordu. Eğer ülkede oluşmaya başlamış bir burjuva sı­nıfı yoksa işbirlikçilerini ülkedeki doğal ekonomik ilişkiler­den) seçen emperyalistler bu şekilde ülkenin en önemli mer­kezlerini kontrolleri altına alarak sömürülerini devam ettiriyor­lardı. Yarı sömürgeleştirilen ülkelerin tek bir görevi vardır o da emperyalist merkezlere hammadde üretmek. Yarı sömürgelerin başta demiryolu ve limanlan olmak üzere telefon, elektrik ve doğal kaynakların üretim ve dağıtımını kontrolleri altında bu­lunduran emperyalistler söz konusu ülkelerdeki askeri varlıkla­rını da sürdürüyorlardı. özellikle yan sömürge ülkenin bir iç ka­rışıklık veya bir başka emperyalist ülke tarafından taciz edilme­si durumunda kendisini daha açık olarak gösteren emperyalist askeri işgal, geniş halk yığınlarından tepki çekmeye de başla­mıştı.

Emperyalist sermaye ihracı üretici olmaktan çok borçlandı-ncı bir nitelik taşıyordu. Kompradorlaştırdığı burjuvazi eliyle de genellikle sadece mal dağıtımı, bayilik ve ithal edeceği ham­maddelerin tedarikçilini yürüten emperyalizm girdiği her alanda kendi ‘yabancı’ kimliği ile boy gösteriyordu. Bu durumda em­peryalizm, yan sömürgeler ve sömürgeler açısından, açıkça se­çilebilecek şekilde dışsal bir olgu durumundaydı.

Sömürge ülkedeki kapitalist sömürünün varlığı, kapitaliz­min doğal gelişimini sağlamıyor aksine sadece doğal ekonomik ilişkileri çökertmekle yetinmeyip cılız da olsa var olan yerli ser­maye birikimini de yok ediyordu. Bu durum kapitalizmin doğal ekonominin yerini almasına engel oluyor ancak pazara hakim olmaya başlayan meta ekonomisi sayesinde de doğal ekonomi­lerin deforme olarak değişik biçimlerde egemenliklerini sürdür­melerine sebep oluyordu.

Emperyalizmin ve komprador burjuvazinin ülke içindeki denetimi ülke nüfusunun küçük bir bölümünün yaşadığı kentler­le sınırlı kalıyordu. Geniş kırsal alan ise denetim dışı yumuşak karınlar olma özelliğini kazanmıştı.

Emperyalizm açısından yan sömürgecilik ucuz işgücü ve hammaddelerin yağmalanması için baş vurulan bir yöntemdi. Bu amaca ulaşabilmek için öncelikle doğal ekonomik ilişkilerin parçalanması, meta ekonomisinin ülkeye hakim hale getirilmesi ve en önemlisi de ticaret ve tarımın birbirinden ayrıştırılması gerekiyordu. Bu şekilde doğal ve kendisine yeterli olan ekonomik kalıplarda kırılarak emperyalist sömürüye daha uygun bir zemin hazırlanıyordu.

Doğal ekonomilerin yok edilmesi için ise, giderek ham­madde kaynaklarına ulaşacak olan alımlar kullanılıyordu. örne­ğin; önceleri pamuklu kumaş satın alan emperyalist ülkeler da­ha sonra sadece pamuk ipliği almaya başlayarak pamuklu doku­ma sanayiini yok ediyor, daha sonraları ise ham pamuk alarak iplik sanayiini de çökertiyorlardı. Tabi daha sonraki adım ise ta­rım alanlarına el atıp pamuğu da kendisinin üretmesi oluyordu. Bu şekilde cılız sermaye birikimleri yok edilirken tarımsal üre­tim de kontrol altına alınıyor. Sömürgeciler pazara büyük ölçü­de hakim duruma geliyorlardı.

Yarı sömürgelerde gözlenen bu gidişat, köylülerin hızla yoksullaşmasını ve giderek mülksüzleşmelerini doğuruyordu. Bu durum burjuva devrimini gerçekleştirerek sanayileşmiş bir kapitalist ülkede yaşansa köylülerin proleter olmalarının olanak­larını yaratacaktı. Ancak sanayici olmayan bir yan sömürgede bu köylüleri bekleyen tek gerçek, mutlak bir işsizlik ve sefalet­ti.

Söz konusu sürecin önemli özelliği, yalnızca ülkede meta dolaşımı temelinde oluşan piyasa değildi, daha büyük ölçüde sermayenin ve bu sermayenin ülke ekonomisi üzerindeki etkisi­nin de hızlı gelişmesiydi. çeşitli sektörlerde oluşan emperyalist sermayeli kuruluşlar, ürünün pazarlanması ve satışının tek yet­kilisi durumundaydılar. Sonuç olarak 1. ve 2. Bunalım Dönem­leri’nde emperyalizm doğal ekonomilerin geçerli olduğu ülke­lerde bu yapıları parçalayarak meta piyasası yaratmış ve ortaya çıkan mülksüzleştirilmiş kitleleri yer altı ve yerüstü zenginlikle­rinin talanında kullanmıştır.

Savaştan sonra neredeyse peş peşe yaşanan krizler ve bun­lara karşı alınan bütün tedbirler ülkeden ülkeye değişen sonuç­lar doğursa da istenilen istikrar tara olarak sağlanamamıştı. Tüm çabalara rağmen 1936 yılına gelindiğinde üretim kapasitesi an­cak 1913’lerin rakamlarına ulaşıyordu. Ancak bu yükseliş de kı­sa sürecek, 1937’de ekonomi tekrar gerilemeye başlayacaktır. 1938 yılında ABD’deki işsiz sayısı 10 milyona ulaşarak en üst seviyesine erişiyordu. II. Paylaşım Savaşı öncesi’nin sorunları artarak derinleşiyordu.

Yaşanan son kriz kapitalist ekonomide bir tespiti de güncel­leştirecekti. Krizin neden olduğu gerileme askeri sanayi ve har­camalara daha az pay ayıran ülkelerde daha fazla olmuştu. Sa­vaş sanayiinin başta madencilik olmak üzere pek çok sanayi da­lıyla ilişkili olması istihdamı artırıcı bir sonuç doğurmaktaydı. Tabi silah sanayiinin gelişmesi tıpkı daha önce olduğu gibi bir kez daha hammadde yetersizliği sorununu gündeme getirmiş ve emperyalistler arası çelişkileri derinleştiren bir etki yaratmıştır. Bu dönemde hammadde sorunu yaşamayan tek emperyalist ül­ke ABD’dir. 1. Paylaşım Savaşı’ndan bu yana Avrupa karşısın­daki ağırlığını yaşanan tüm krizlere rağmen artıran ABD; bu sü­reç içinde durumunu daha da güçlendirmeyi bilmiştir.

ABD sermaye ihracını da önemli oranda geliştirmiş bulunu­yordu. 1879’da 684,5 milyon dolar olan dünya pazarlarındaki Amerikan sermayesi 1914’de 3,5 milyar dolara, 1940’da ise 13 milyar dolara erişmiş bulunuyordu. Sömürgecilik yansında do­ğal olarak geç kalan ABD, açık sömürgeleştirme politikaları ye­rine başından beri, sermaye ihracı yolunu etkin bir silah olarak kullanıyordu. Bu şekilde de kendisine bağımlı hale getirdiği ül­kelerde siyasal bağımsızlık görüntüsü oluşturarak söz konusu ülkelerdeki varlığını diğer emperyalist ülkelerin kendi sömürge­lerinde yaptıklarına oranla daha iyi gizleyebiliyordu.

Almanya’nın ilk savaştan mağlup ayrılması, heveslisi olduğu savaştan istediğini alamamasına neden oldu. Ve aradan geçen yıllar Almanya’nın pazar ve sömürge hırsını dindirmek bir tara­fa, daha da artırdı. üstelik Alman burjuvazisi, içinde düştüğü krizi aşabilmek için faşizmi tercih etmişti bile.

üretimdeki görece artışa rağmen tüketim bir türlü artırılamıyor, stoklar tekrar muazzam boyutlarda artmaya başlıyordu. Artık krizin yarattığı bunalım kaçınılmaz olarak savaşla çözül­meye doğru gidiyordu.

  1. Paylaşım Savaşı ve Sonuçları

Savaş beklenen etkiyi tekrar göstermiş ve üretimde daha önce hiç görülmemiş bir artış yaratmıştı. Savaşı yürüten veya iş­gal edilen ülkelerde daha önce kapatılmış olanlar da dahil tüm işletmeler savaşla birlikte tekrar üretime geçmiş, yeni fabrikalar kurulmuş ve tam kapasiteyle üretim yapar duruma getirilmişti. Yoğun üretim ihtiyacı ile teknikte de önemli bir ilerleme sağlan­mış dünya ölçeğinde üretim yaklaşık yüzde 20 düzeyinde artış kaydetmişti. Tabi üretimdeki bu artışlar sorunları çözmek bir ya­na geçici olarak yaşanan rahatlamanın ardından tekrar hammad­de ve kaynak ihtiyacını da artırır. üstelik bu dönemde sosyalist blok da Avrupa’nın içlerine kadar genişlemiş dünyanın önemli bir bölümü pazar dışına çıkmıştır. Bu gidişat 1949 yılında çin’de gerçekleştirilecek olan devrimle daha da hızlanacak dün­yanın üçte biri emperyalistler için pazar dışı sayılacaktır. Yani teknikteki muazzam ilerlemeye karşılık pazarlar önemli ölçüler­de daralacaktır. Bu da yaşanan sorunu daha da can alıcı hale ge­tirmektedir. Tabi emperyalizmin sorunları bu kadarla da sınırlı değildir. Dünya yüzeyinde yaygınlaşan millici-yurtsever akım­lar sebebiyle artık eskisi kadar rahat bir sömürgecilik politikası da uygulayamamaktadır. Zira artık sömürge ülkelerin arkasına alabileceği ve hatta katılabileceği bir sosyalist blok gücünü ar­tırmıştır. Bu koşullar altında eski tip sömürgecilik 2. Paylaşım Savaşı sonrasında ihtiyaçlara cevap veremez duruma gelmiştir.

İşte bu koşullar altında emperyalizm savaşla çözmüş görün­düğü sorunlarını tekrar karşısında buluyordu. Savaş sonrası olu­şan ve yüzyılımızın ikinci yansına damgasını vuran koşullar şunlardı;

“1-ABD, emperyalist ülkeler hiyerarşisinde tartışmasız bir ekonomik, askeri, ideolojik-politik hegemonik güç haline gel­miş ve piramidin tepesine oturmuştu;

2-Emperyalist-faşist saldırıya rağmen Sovyet Sistemi hem varlığını korumayı hem de etkinlik alanını genişletmeyi ve pres­tijini artırmayı başarmıştı;

3-Sömürge halkları, sömürgecilik statükosunu ortadan kal­dırmak üzere tarih sahnesine çıkmışlardı. Emperyalist ülkelerde işçi sınıfı faşizmin yenilgisi temelinde moral ve reel bir pazarlık gücü kazanmıştı…”

EMPERYALİZMİN DOĞUŞU

Emperyalizm kavramı bundan yüz yıl önce, on dokuzuncu yüzyıl sonu yirminci yüzyıl başında ortaya çıkmaya başladığında, bu gelişme, insanlık tarihi açısından yeni bir evrenin de baş­ladığını haber veriyordu. Bu gelişme batının iktisadi, siyasal ve sosyal yaşamını yeniden biçimlendiren bir olay halini alırken, kuşkusuz ki sömürge ülkeleri çok daha derinden etkiledi.

On dokuzuncu yüzyılın sonuna kadar hüküm süren klasik sömürgeciliğin nasıl bir şey olduğu hemen herkes tarafından bi­linen bir olgu. Sömürgeciliğin bu biçimi, tarih kitaplarından ye­dinci sanat olarak kabul gören sinemaya kadar oldukça geniş bir alanda gözler önüne serilmiştir. Bu konu hakkında pek bir şey bilmeyen insanlar bile en azından seyrettikleri bu filmler aracı­lığıyla konu hakkında bir şeyler söyleyebilir. Oysa sömürgecili­ğin günümüzdeki biçim ve araçları hakkında buna benzer bir bilgi ve bilinç yeterince oluşmamıştır. Bunun sebebi ise, günü­müz koşullarını kavramak için film seyretmekten “biraz” daha fazla bir çaba gösterilmesinin gerekmesidir.

Emperyalist dönemle birlikte, klasik sömürge ülkeler yal­nızca uygun meta pazarları olmakla kalmayıp, önemli derecede ucuz işgücü ve hammadde kaynağı olarak da kullanılmaya baş­ladı. Bu bakış açısını doğuran en önemli gelişme ise, kapitalist ülkelerin ulusal sınırlan içinde merkezileşmeye başlayan sermaye birikimleri olmuştur. On dokuzuncu yüzyılın sonlarına doğru tekelleşme eğilimleriyle dikkat çeken batılı sermayedarlar za­man içinde kendi sınırlan içine sığamaz duruma geldiler. Bu aşamadan sonra yaşanan ise, sömürge ülkeleri sadece meta pazarı olarak görmek değil, sermaye ihracı yolu ile bu ülkelerin emek ve yer altı kaynaklarını da kontrol altına almak oldu. Tabi kapitalizmin bu aşamaya evrilmesi kesinlikle batılı sermaye sa­hiplerinin çok öncelerden tasarlayıp uygulamaya koydukları bir gidişat değildi. Tam tersine emperyalizmin ortaya çıkışı kişile­rin ve sınıfların tasarlanmış tercihi dışında, kapitalizmin geliş­mesinin zorunlu bir durağıdır.

Marks ve Engels’in kapitalizmin özel mülkiyete ve rekabe­te dayanan ekonomik yapısı üzerine yaptıkları ilk tespitler ser­mayenin yoğunlaşmasının ve merkezileşmenin kaçınılmazlığı üzerinedir. “Gerek Marks, gerekse Engels, rekabetin otomatik olarak sermayenin yoğunlaşmasına ve merkezileşmesine yol aç­tığım; serbest teşebbüsün tekelleşmeyi, ‘serbest piyasa kapitalizminin tekelci kapitalizmi doğurduğunu, özel mülkiyetin top­lumu zenginler ile yoksullar arasında kutuplaştırdığını, küçük mülk sahiplerinin büyüklerce, özgür girişimcilerin dev ekono­mik tröstlerce yutulmasını hızlandırdığını, ekonomik gücün yo­ğunlaşmasını, dolayısıyla politika sahnesinde de çürüme ve bas­kılan beraberinde getirdiğim belirttiler.”

İşte kapitalizmin zorunlu bir durağı olarak emperyalizm, yi­ne kapitalizmin eşitsiz gelişimi yasası gereğince değişik ülkeler­de değişik zamanlarda vücut buldu. örneğin “İngiltere, kapita­list gelişmesini en önce tamamlamış olması sonucu, teknolojisi­ni yeni koşullara göre yenileyemediği ve fazla sermayesini ko­laylıkla ihraç edebileceği bir sömürge imparatorluğuna sahip ol­duğu için, tekelleşmenin ABD ve Almanya’ya göre daha yavaş meydana geldiği bir ülkeydi. Kapitalist gelişmesini daha geç ta­mamlayan ABD ve Almanya ise, çok daha modern teknoloji ile başlamak durumunda kaldıklarından, daha hızlı bir tekelleşme sürecine girdiler.”

Rekabetçi kapitalizmin, tekelci kapitalizme ve dolayısıyla emperyalizme geçişini belirleyen koşullar üretimin yoğunlaşması ve sermayenin merkezileşmesi olarak özetlenebilir. Bu sü­reç ise, kabaca şu hattı izler;

“-üretimin bir elde toplanması, giderek karteller ve tröstler gibi tekelci grupları oluşturmuştur, üç-beş büyük banka bütün iktisadi yaşamı egemenliği al­tına almıştır;

-İlkel madde kaynaklarını, tröstler ve -tekelci hale gelmiş sanayi sermaye ile banka sermayesinin kaynaşması demek olan-mali oligarşi ele geçirmiştir.

-Dünya iktisadi bakımdan milletlerarası karteller arasıda bölüşülmüş ve -tekelci olmayan kapitalizm dönemindeki emtia dışsatımından farklı olarak- sermaye ihracı ön plana geçmiştir.

-Dünya, yalnız iktisadi bakımdan değil, topraklar bakımın­dan da bölüşülmüş ve sömürgecilik başlamıştır.”

Tekelleşme ve Bankaların Rolü

Kâra dayalı bir ekonomik sistemin engellenemez zorunlulu­ğu tekelleşmedir. Bunun için kapitalist ülkelerde yaşanan serma­ye yoğunlaşması bir aşamadan sonra kendiliğinden tekelleşme­ye varıyor. Tekellerin ortaya çıkışı ise yoğunlaşmayı daha da hızlandıran koşullan doğurarak o döneme kadar görülmedik dü­zeyde bir merkezileşmeyi meydana getiriyor. Sermayenin mer­kezileşmesi ise çok sayıda işletmenin daha az sayıda kapitalist­ler tarafından yutulması demektir. Böylece küçük işletmelerin sermayeleri giderek büyük şirketlerde merkezileşmeye başlar.

Sermaye birikiminin belirli bir aşamasından sonra, bir eği­lim olarak ortaya çıkan merkezileşmeyi kolaylaştıran ve hızlandıran en önemli faktörlerden bir tanesi finansman ve kredi siste­minin gelişmesidir. “Bu sistem ilk aşamalarında, birikimin al­çakgönüllü bir yardımcısı olarak hiç sezdirmeden işin içine gi­rer ve büyük ya da küçük miktarlar halinde toplum yüzeyine da­ğılmış bulunan para kaynaklarım, görünmeyen iplerle, tek ya da ortaklık halindeki kapitalistlerin ellerine çeker. Ama çok geçme­den, rekabet savaşının yeni ve müthiş, bir silah halini alır ve en sonu sermayenin merkezileşmesi için, dev bir toplumsal meka­nizmaya dönüşür.” özellikle on dokuzuncu yüzyılın ikinci yansından sonra pazarda tutunabilmenin daha yüksek kârlara ve buna paralel daha büyük yatırımlara bağlı hale gelmesi, ve bu­nun da daha önce olduğu gibi kişisel kaynaklardan sağlanan ta­sarruflarla karşılanamayacak büyüklüklere ulaşması finans ve kredi sistemini gerekli hale getirdi. “Kimya, elektrik, demir-çelik sanayi gibi, hem modern teknoloji, hem de büyük ölçek ge­rektiren üretim dallarındaki yeni yatırımları artık ne kişisel kay­naklar ne de tek bir anonim şirket finanse edebiliyordu. Bu tür yatırımlar ancak bir bankanın veya bankalar gurubunun açtığı kredilerle gerçekleştirilebiliyordu.”

Bu aşamayla birlikte ise sanayi sermayesi ile banka serma­yesinin daha yoğun bir şekilde iç içe geçtiği görülüyor. Sanayi sermayesi banka kredileriyle sağladığı büyüme sonucunda öyle bir noktaya ulaşmıştır ki, artık kullandığı sermayenin önemli bö­lümü kendisine ait değildir. Bankaların sanayi yatırımlarına ayırdıkları para miktarı her geçen gün artarken, pek çok şirket de kredi açısından bağımlı hale geldikleri bankalar tarafından kont­rol edilir duruma geldi. İşte sermaye birikiminin bu aşamasından sonra, ‘mali oligarşi’ denilen mali sermaye, ekonomiye damgasını vurmaya başladı.

Sermayenin yoğunlaşmasıyla birlikte bankaların artan öne­mi, sadece büyük yatırımlar için kredi sağlamakla sınırlı değil­di. Bankalar belirli bir sanayi dalındaki girişimlerin birleştiril­mesi ve bu birleşmeden sağlanan sermayeden, daha fazla bir sermayeye sahip, yeni bir şirket kurulması için bu sektördeki fir­malarla ortak bir program yürütüyorlardı. Birleşme sonucu olu­şan sermaye miktarından daha fazla bir sermaye ile kurulacak olan yeni şirketin ihtiyaç duyduğu ek sermaye, yatırım bankala­rının aracılık ettiği hisse senetleri ve tahvillerin satışından sağ­lanıyordu. Bu şekilde halkın tasarrufları tekelleşme için kaynak haline dönüştürülürken, bankalar da satın aldıkları gerekli mik­tarlardaki hisse senetleri ile oluşan tekellerde söz sahibi oluyor­lardı.

Kapitalist ekonominin merkezine oturmuş olan bankalar, hiçbir zaman sadece bir mübadele aracı olmayan parayı, en faz­la kütleleşen bir biçim altında mübadelenin konusu haline getir­mişlerdir. Paranın sadece bir mübadele aracı olmamasının anla­mı, tarih boyunca paranın sadece meta satın alımında kullanıl­mamış olmasıdır. Tefeciliğin insanlık tarihi içindeki uzun geç­mişi aynı zamanda paradan para kazanmanın da tarihidir. Bir te­feci için para sadece meta satın alımında kullanılacak bir araç değil, satılarak (kredilendirilerek) para getirebilecek, yani mü­badeleye konu olacak bir araçtır. Tefeciliğin ortaya çıkışı, tica­ret içindeki bir bölünmeydi de aynı zamanda, bundan sonra tica­ret meta ticareti ve para ticareti olarak iki şekilde tanımlanacak­tır. İşte paranın insanlık tarihi kadar eski olan, ticaretin konusu haline gelmesi, finans ve kredilendirme sistemlerinin gelişmesi ile en üst boyutuna ulaşarak, günümüz kapitalizminin omurgası­nı oluşturmaktadır.

Mali sermaye ile iç içe geçen sanayi sermayesi, oluşturdu­ğu tekeller sayesinde, egemenliğini güçlendirmek için ilk baş­vurduğu araçlardan bir tanesi hammadde kaynaklarını kontrol altına almak oldu. “Hammadde kaynaklarının tamamım ya da büyük kısmını ele geçirmek olanaklı olduğu zaman kartellerin oluşumu ve tekellerin kuruluşu da çok kolay olmaktadır.” Bu şekilde rakiplerine ve tekelleşmeye karşı direnen küçük işletme­lere karşı önemli bir avantaj yakalamış olan tekeller, adres ola­rak kendilerini gördükleri bir merkezileşmeyi her ne pahasına olursa olsun yaratmayı önlerine koymuşlardı.

“Tekelci birliklerin ‘örgütlenme’ zorunluluğu için” diyor Lenin, “…başvurdukları usullerin listesine şöyle bir göz atmak yararlı olacaktır:

1-Hammaddeden yoksun bırakmak (…’kartele katılmaya zorlamak yolunda kullanılan en önemli usullerden biri ‘)

2-‘İttifaklar’ yoluyla emek arzını durdurmak (yani kapita­listler ile işçi sendikaları arasında işçilerin kartelleşmemiş işlet­melerde çalışamayacaklarına ilişkin anlaşmalar yapılması)

3-Ulaştırma araçlarından yoksun bırakmak

4-Mahreçleri (Kaynaklan -özgürlük-) kapamak

5-Yalnızca kartellerle ticaret ilişkilerin kurmaları konusun­da müşterilerle anlaşmalar yapmak

6-Sistemli bir biçimde fiyat indirmek, (bu usule outsider’ları yani tekelden bağımsız bulunan işletmeleri yıkmak için baş vurulur…)

7-Kredileri kesmek

8-Boykot”.

Tekelleşme aşamasında başvurulan zorbalıklar sonucu, ekonomide rekabet de biçim değiştirmiş, küçük işletmeler arası süren geliştirici rekabet, tekeller arası paylaşım savaşlarına dö­nüşmüştür. Büyük şirketlerin pazarda kalabilmek için başvur­dukları ilk yöntemlerden bir tanesi olan fiyat kırma, zamanla önemli miktarlardaki sermayenin tehlikeye atılmasına neden olan zorlu bir rekabet ortamı yarattı. Dolayısıyla da büyük ser­mayedarlar bu türlü rekabete son verme ihtiyacı içine düştüler. Fiyat kırmada rekabet öyle boyutlara varmış bulunuyordu ki ABD’deki petrol sanayini tek bir tekelde birleştiren Standard Oil şirketinin kurulmasından önce 1859-1861 yılları arasında kı­yasıya bir rekabet yaşanmış ve bir galon petrolün fiyatı 20 do­lardan 52 cente düşmüştü. Yine demiryolu tekellerinin kurulma­sından önce yaşanan rekabette 400’Un üzerinde demiryolu şirke­ti iflas ederek yok olmuşlardı.

Küçük üreticilerin ya da tekelleşme eğilimine karşı duran sermayedarların tasfiyesinde ulaşılan başarı, bütün küçük üreti­cilerin iflasına neden olsa da sözü geçen sermayedarların her za­man tamamen yok edildiği anlamına gelmiyor. Yaşanan geliş­meler çoğu zaman, tekelci baskılar karşısında pes etmek zorun­da kalan sermaye kesimlerinin merkezi bir sermaye grubu çev­resinde toplanan ‘Holding’ler içinde yer alınması şeklinde ol­muştur. Holding sistemi, küçük tasarruf sahiplerinin birikimleri­nin tek bir kaynakta toplanması ve bunların daha geniş yatırım­lara yönelik anonim ortaklıkların kurulması biçimi altında tekel­ci firmalara kaynak aktarılması anlamına geliyor. Daha zayıf iş­letmelerin tekelci baskılardan kurtularak çalışma imkanı bula­bilmek için katılmayı kabul ettikleri holdingler, bir ‘ana şirket” etrafında toplanmış ona bağlı olarak çalışan ‘bağlı şirket’lerden oluşan bir sistemdir. çoğu zaman bağlı şirketlerin de daha kü­çük şirketleri kendilerine bağlı hale getirdikleri görülür. Bu sa­yede ana şirket kendi öz sermayesinden defalarca daha fazla büyüklükteki bir sermayeyi kontrol altına alabilmekte ve üretimin geniş alanlarına hakim olabilmektedir.

Anonim şirketler şeklinde sermayeleri hisse senedi olarak bölünmüş bulunan şirketlerin, işlerine egemen olabilmek için hisselerinin yüzde kırk’ına ve hatta daha azına sahip olmak yet­mektedir. çünkü sahip olunan payın dışında kalan hisselerin or­taklan çok küçük paylar şeklinde parça parça olduklarından bir araya gelip ana hisse sahibinin taleplerine karşı gelmeleri olduk­ça zordur. üstelik, ana hisse sahibi bağlı işletmenin diğer ortak­larından bazılarını da yanına çekmeyi başarabilmektedirler. Ana şirketin sahip olduğu hisselerin oranı ise geriye kalan hisselerin parçalanma oranı artıkça, azalacaktır. Burada bir parantez açar­sak; Türkiye’de de son yıllarda yaygınlaşan borsacılık, anlaşıla­cağı gibi ana şirketlerin yani tekelci sermayenin, kendi şirketini veya bağlı şirketi daha az bir payla yönetmesini kolaylaştırmak­tadır. Dolayısıyla borsada alınan her hisse diğer bir değişle bor­sada oynamak- İşbirlikçi Tekelci Sermayenin ve onun bağımlı bulunduğu çok uluslu şirketlerin başka sömürü mekanizmaları­na daha fazla para ayırmalarına yardımcı olmaktadır.

  1. Yüzyılda Tekelleşme ve Savaş;

Serbest rekabetin egemen olduğu kapitalizmin ilk aşaması, gelişmesinin sınırına 1860-1870 yıllan arasında erişirken, sö­mürge fetihlerinin ve savaşlarının keskinleşmesinin tam da bu dönemin sonrasına rastlaması bir tesadüf değildir. Ekonomiye belirleyici aktör olarak dahil olan mali oligarşi, ulusal sınırlan içinde yaşadığı sıkıntıyı aşabilmek için çözüm yolunu en saldır­gan tarzda, sömürge savaşları ile yansıtmaya başlamıştır bile.

Yaşanan her savaş sermayeye yeni bir hamle yapması için gerekli tüm olanakları sağlıyordu. “Amerika İç Savaşı ABD’deki tekelleşmenin önünü açan en önemli faktörlerden bir tanesi olmuştu. 1831 yılının ABD’si için “ortada ne dev tekeller, ne muazzam zenginlik, ne de büyük yoksulluk var”(8) gözlemini yapan Aleksis de Tocqieville’e göre ABD iç savaş öncesi reka­betçi kapitalizm aşamasındadır. O yıllarda Amerikalı üreticilerin yüzde seksen’i gerçekten de kendi üretim araçlarına sahipti. Kuzey’de yoğunlaşan sanayileşmeyle birlikte kuzeyli burjuvazi ile güneyli köle sahiplen arasındaki uzlaşmaz çelişki, en sonunda iç savaş ile çözümlendi. İç savaşla birlikte sanayi görülmemiş bir hızla ilerlerken bu durum elbette ki kuzeyli burjuvazinin işine yaramıştır. İç savaştan sonra tekelleşme büyük bir ivme daha ka­zanmış ve ABD kapitalizmi tekelleşme aşamasında büyük bir ilerleme sağlamıştı. Bunun ardından 1898 İspanyol-Amerikan savaşı, ağır sanayiinin tröstleşmesini daha da ileri taşımıştır. ABD – İspanyol savaşı kapitalizmin eşit olmayan sıçramalı ge­lişimi sonucu doğan yeni güç dengelerinin gerektirdiği dünya­nın yeniden paylaşımı yolundaki savaşların ilk büyük ve somut örneği olmuştu.

Ekonomide tekellerin yeri ondokuzuncu yüzyılın sonlarına doğru ancak fark edilebilecek bir seviyeye erişmiştir. Bu döne­me kadar belirleyicilikleri sınırlı ve geçici birlikler olarak oluşan karteller, emperyalizm tanımlamasını hak edecek kadar merke­zileşmelerini ancak yirminci yüzyılın ilk yıllarında başarabildiler. 1.900-1903 yıllan arasında hüküm süren bunalım ekonomi­deki ağırlıklarını yeni yeni hissettirmeye başlayan tekellere eko­nomiye tamamen hakim olma şansını verdi. üç yıl süren bu bunalımın tekelleşmeyi nasıl etkilediği konusunda net bir fikre sa­hip olabilmek için rakamlara baş vurmakta yarar olacak; “Al­manya’da kartel sayısı 1896’da 250 kadardı. 1905’te ise 12 000 kurumu içine alan 385 kartel olduğu tahmin edilmekteydi. Ki­tapta bu alıntı yapıldıktan sonra ise verilen rakamların o dönem için bile gerçek rakamların çok altında kaldığının herkes tarafın­dan kabul edildiği vurgulanıyor.

“Her bireysel sermaye, şu ya da bu ölçüde üretim araçları­nın yoğunlaşması olup, buna uygun düşen büyüklükte bir emek-ordusu üzerinde komuta yetkisi vardır. Her birikim, yeni bir birikimin aracı olur… …birikim, bir yandan, üretim araçlarının gitgide artan yo­ğunlaşması ve emek üzerindeki egemenliğinin artması olarak görünür. öte yandan da, birçok bireysel sermayenin birbirini it­mesi ve ayrılması olarak ortaya çıkar.”

Sanayi sermayesi ile banka sermayenin iç içe geçmesi ve ikincisinin lehine bir etkileşim anlamına gelen mali oligarşinin ortaya çıkışıyla birlikte, kapitalizmin kazandığı yeni eğilim, ser­maye sahibi ile sermayeyi doğrudan yatırım olarak sanayide kullanan sanayicilerin birbirinden ayrılması şeklinde oldu. Ser­mayenin sahipleri yani rantiyeler, sanayicilerden giderek daha fazla ayrıldılar. Bu ayrılış finans ve kredi sistemlerinin genişle­mesiyle orantılı bir hat izlerken, süreç, rantiyenin bütün diğer sermaye çeşitlerinden üstünlüğünü pekiştiriyordu. Mali oligarşi­nin gelişimi ile birlikte kârlılık oranlan dönemsel olarak muaz­zam boyutlara ulaşan burjuvazi, elde ettiği bu aşın fazla serma­yeyi daha hızlı-bir şekilde yatırıma dönüştürmeye başladı. An­cak bu hızlı yapılaşma sonucu kısa süre içinde kendi ülkesinde­ki kaynakların ve pazarın da sonuna gelen mali oligarşi, kendi sine yeni pazarlar yani topraklar aramaya başladı. Daha öncele­ri meta ihracı yoluyla kendisine bağladığı sömürge ülkeler, artık sermaye ihracı yoluyla da kullanılabilirdi.

Sermaye İhracı

Elde ettikleri aşın artı değeri, burjuva ideologlarının iddia ettiğinin ve küçük burjuva ‘iyi niyetliliğinin aksine kendi halkı­nın ve bunun içindeki işçisinin refah seviyesinin artışı için har­camayan emperyalist kapitalizm, kendisine daha geniş ve kârlı yatırım alanları bulmak amacıyla sömürge imparatorluklarını güçlendirdi. Bu noktadan sonra birkaç ülkede sıkışmış bulunan olgunlaşmış kapitalizm, süratle geri kalmış ve emeğin ucuz ol­duğu tarım ülkelerine kaymaya başladı. Bu ülkelerdeki kâr oran­larının yüksek oluşunun temel nedeni, emeğin ucuz, toprak fi­yatlarının göreceli olarak düşük, hammaddenin bol ve daha ucuz oluşuydu. Bunun yanında sömürge ülkelerin bu imkanları de­ğerlendirmek için kendi öz sermayelerine sahip olmayışları bu pazarları daha kârlı hale getiriyordu.

ülke pazarının tekeller tarafından paylaşımı ile yatırım ola­naklarının sınırlı hale gelişi, tekelleri dış pazarlara yöneltti. Böy­lece başlayan sermaye ihracı, zamanla daha hızlı artarak, sömür­ge ülkelerdeki yatırımların belirli bir hacmi aşması sonucunu doğurdu. Bu ülkelerde oluşan ‘nüfuz bölgeleri’ genişledikçe, iş­ler de tekelci gruplar arası anlaşma ve uluslar arası kartellerin kurulmasına doğru yöneliyordu, “Sermaye ihraç eden ülkeler, dünyayı sözcüğün mecaz anlamıyla, aralarında paylaşmıştı. Ama mali sermaye, yeryüzünün, doğrudan paylaşılmasına götürdü.”

Bu arada sermaye ihracı bir şeyi daha geliştirdi; rantiyeyi. Sermaye ihracının artışı, rantiyelerin ekonomi içindeki payının giderek artmasına, yani daha da güçlenmesine neden oldu. Hiç­bir iş yapmayan, Lenin’in tabiriyle “meslekleri işsizlik olan in­sanların”, elde ettikleri paralan kredilendirerek sağladıkları yük­sek kazançlar daha yüzyılın başında bile muazzam boyutlara erişmiş bulunuyordu. Rantiyeliğin her geçen gün sanayi serma­yedarlığına göre daha fazla kazanç sağlayan bir sektör haline gelmesi, sermaye sınıfını doğrudan sanayi yatırımı yapmaktan hızla uzaklaştırmıştır. Rekabetçi kapitalizm dönemine özgü olan geliştirici sanayi yatırımları, mali oligarşiye varan rantiyeleşme dönemiyle birlikte, sona ermiş, tekeller sayesinde pazarda tutunabilmenin yolu daha iyi üretim olmaktan nispi ölçülerde çık­mıştır. Burjuvazinin kazancının temeli bu noktadan sonra üretim değil asalakça tefecilik yapmaya dönüşmüştür. Sadece İngilte­re’deki rantiyelerin yıllık kazancı, dünyanın en büyük ticaret ül­kesi olan İngiltere’nin yıllık ihracat gelirinden beş kat daha faz­laydı. “Emperyalizmin” diyor Lenin, “ve emperyalist asalaklığın esası budur.”

Kapitalizmin gelişim seyri içinde devletle de içi içe geçecek olan mali sermaye zamanla kimi devletleri tefeci konumuna ge­tirmiştir. Bugün de içinde yuvarlandığımız borç batağının Olta­ya çıkışı rantiyeleri aşırı büyüklüklere ulaşmış olan devletlerin, bu sermayeler adına sömürge ülkeleri kıskaç altına almasıyla meydana gelmiştir. Mali sermaye önce kendi ulusal sınırlan içinde, küçük ve orta kapitalisti ve devamla daha da küçük öl­çekli üreticileri kendisine bağlayarak başladığı merkezileştirme eğrisini daha sonra dünyanın paylaşımı doğrultusunda diğer ulusların mali gruplarını da bir şekilde kendisine bağlayarak de­vam ettirmiştir. Kendi ulusal sermayelerini doğal bir seyirle geliştiremeyen sömürge ülkeler ise doğrudan doğruya devlet me­kanizmaları ve yukarıdan aşağıya oluşturulan komprador burju­vazi eliyle emperyalizme bağımlı hale geldiler.

“üretim araçlarının basit yoğunlaşması ve onun emek üze­rindeki kumandası, birikimle özdeş demek değildir. Bu, daha önce oluşmuş bulunan sermayelerin yoğunlaşması, bağımsızlık­larına son vermesi, kapitalistin kapitalist tarafından mülksüzleştirilmesi, birçok küçük sermayenin, birkaç büyük sermayeye dö­nüştürülmesidir… Başka bir yerde birçok kapitalistin elinden çı­kan sermayeler, burada, tek bir kapitalistin elinde büyük bir kitle halinde toplanır. İşte bu, birikim ve yoğunlaşmadan farklı ola­rak, gerçek anlamda sermayenin merkezileşmeğidir.”

20 yüzyılın başlangıcında sermaye ihracı da hızlanmaya başladı. örneğin 1902 ve 1914 yıllarında İngiltere, Almanya ve Fransa’nın gerçekleştirdiği sermaye ihraçları sırasıyla; 62 mil­yar franktan 75-100 milyar franga, 12,5 milyar franktan 44 mil­yar franga, 27 milyar franktan 60 milyar franga yükselmişti. Sermaye ihracı ilk önceleri kontrol altında bulundurulan açık sö­mürge ülkeler üzerinden gerçekleştirilirken zaman içinde açık sömürgeciliğin yanı sıra yan sömürgecilik metotlarının gelişti­rilmesiyle sermaye ihracının miktarı ve yayılıra alanı da genişli­yordu. Tabi yapılan sermaye ihracatı, dünyanın mali oligarşisi ve onların siyasal temsilini yapan devletler arasında paylaşılarak gerçekleştiriliyordu. Elbette ki bu paylaşım hiç de barışçı ve uzlaşıya dayalı bir bölüşüm değildi. Aksine gerginliğin her geçen gün arttığı ve derin karşıtlıklara dayanan bir karaktere sahipti. üstelik kapitalizmin eşitsiz gelişim yasası gereğince sömürgeci­likte önceleri geri kalmış olan emperyalist ülkeler zamanla bu açıklarını kapatmak için oldukça hırslı görünüyorlardı. İşte bu ortam kapitalizmin yaşadığı krizin, ‘I. Paylaşım Savaşı öncesi Koşullarını’ (I. Bunalım Dönemi) ve I. Paylaşım Savaşı’nın da zeminini oluşturuyordu.

Emperyalizmin Bunalım Dönemleri Ve Sömürgecilik

Pazarın görece geniş olduğu 1900’lü yılların ilk çeyreğinde dünya büyük tekeller arasında paylaşılmıştı bile. Yoğunlaşma­nın daha fazla olduğu sanayi dallarında tekelci birlikler tek bir ülkenin sınırlarını aşarak pek çok ülkenin pazarlarını kapsaya­cak kadar büyümüş durumdaydı. Bir çok ülkeye yayılmış bulu­nan sanayi dallarında pay kapan tekeller, aynı alanda yatırım ya­pan başka tekellerle karşılaşmaya başladıklarında sorun da ken­disini göstermeye başlamıştı. Rekabetçi dönemin koşullarına uygun rekabet biçimlerinin tekelci döneme pek uygun olmadığı ortada olsa bile, daha önce hayal bile edilemeyecek kadar bü­yüklükteki bir sermayenin riske atılması söz konusu olduğundan başvurulan yollar da değişmeye başlamıştı. Belirli sanayi dalla­rında birden çok ülkenin büyük tekelleri, kendi aralarında anla­şarak uluslararası kartelleri oluşturdular. örneğin 1. Paylaşım Savaşı öncesi elektrik sanayi bütün dünyada temel olarak Al­manya ve ABD’nin tekeli altındaydı. “1907’de bu iki dünya tröstü arasında bütün dünyadaki nüfuz alanlarının paylaşılması konusunda bir anlaşma yapıldı.”

  1. Paylaşım Savaşı öncesinde de başka sanayi dallarında bir dizi tröst oluşturulmuş ve bu tröstler kendi aralarında dünya pa­zarının paylaşılması için çeşitli anlaşmalar yapmışlardı. Emper­yalizm çağından yüzyıllar önce başlayan sömürgeleştirme kapitalizmin egemen üretim biçim haline gelmesiyle birlikte büyük bir hız kazanmış ve on dokuzuncu yüzyılın sonuna gelindiğinde dünyanın ekonomik değere sahip hemen hemen bütün toprakla­rı kapitalist devletler tarafından paylaşılmış bulunuyordu. Ondokuzuncu yüzyılın ikinci yansında müstakbel emperyalist devlet­ler tarafından dünyanın ne oranda sömürgeleştirildiğine rakam­larla göz atacak olursak;

‘…Avrupa devletleri ile ABD, Afrika’nın toplam yüz ölçü­münün 1876’da yüzde 10,8’ini, 1900’de ise yüzde 90.4’ünü, Polinezya (Büyük Okyanus Adaları)’nın 1876’da yüzde 56.8’nin 1900’de yüzde 98.9’unu, Asya’nın 1876’da yüzde 51.5’ini 1900’de yüzde 56.6’sını, her iki dönemde de Avustralya’nın yüzde 100’ünü … ellerinde bulunduruyorlardı. Asya’nın önemli bir bölümü (çin, İran, Türkiye) ile Güney Amerika’daki bütün devletlerin kapitalist ülkelerin en güçlüleri karşısında yan ba­ğımlı bir konumda bulunduğu göz önünde tutulursa bu sayılar, 20. Yüzyılın başında bütün dünyanın emperyalist ülkeler arasın­da zaten paylaşılmış olduğu anlamına geliyor.”

Kapitalizm, emperyalizm çağına geçtiğinde, dünyada fethe­dilmemiş toprak kalmamış durumdaydı. Bu koşullar altında te­keller, önce kendi kontrolleri altındaki topraklardan başlayarak sermaye ihracı yoluyla etkilerini ve güçlerini artırmaya yöneldi­ler. Emperyalizm çağının başında bütün dünyanın paylaşılmış olması, aynı zamanda emperyalist çağa da yeni bir anlam kazan­dırıyordu. Emperyalizmin hüküm sürdüğü dünyada bundan son­ra uluslararası ilişkilere hakim olacak olan anlayış, dünyanın ‘yeniden paylaşım’ıdır. Bunun içindir ki emperyalizm ortaya çıktığı andan itibaren bir bunalım içindedir. Ve sürekli olarak sa­vaş koşullarım içinde barındırır. Emperyalizmin bu ilk aşaması ve yaşadığı sorunlar I. Paylaşım Savaşı öncesinin kendine ait koşullarını yansıtırken, ortaya konulan tablo bu şekildeydi. Em­peryalizm çağı bundan otum emperyalist dünya savaşları çağı­dır da.

1900’lü yılların verili koşullarındaki güç dengelerine uygun olarak oluşturulan karteller, aradan zaman geçtikçe kendi içle­rinde yaşadıkları çelişkileri de derinleşiyordu. Kuşkusuz ki bu­nun temel nedeni kapitalizmin eşitsiz gelişim yasasıydı. Güç dengelerine uygun olarak oluşturulan karteller, zamanla kendisi­ni oluşturan tekelci şirketlerin güç oranlan değiştikçe içinden çatırdamaya başlamıştı. Ama bir karteli dağıtmak normal şartlar altında hiç de kolay bir şey olmadığı için bu sorunlar bir süre diş sıkarak ertelenmeye çalışıldı. Elbette ki kaçınılmaz son nihayet gelecek yaşanan sorunlar en sonu, tekelleşmenin mayasında olan bir yöntemle, yıkıcı bir savaşla çözümlenmeye çalışılacak­tı. üstelik bu savaş dünyanın sanayileşmeyle at başı giden militaristleşmesine uygun bir biçimde, insanlık tarihinde görülme­miş bir kıyıcılık içinde yaşanacaktı.

Değişen güç dengeleri yirminci yüzyıla kadar dünya yüze­yinde ayrıcalıklı bir konuma sahip olan Avrupa’nın bu durumu­nu sarsmaya başlamıştı. özellikle ABD ve Japonya’nın sağla­dıkları ilerlemelerle önce Batı Avrupa’lı sömürgeci ülkeleri ya­kalamaya başlamış ve onları geçebilecek potansiyelde oldukla­rını göstermiş bulunmaları yaşanan değişimin nedenini oluştu­ruyordu.

Ondokuzuncu yüzyılın sonunda İngiltere, Almanya ve Fransa’nın oluşturduğu sanayide ve ticarette Avrupa üstünlüğü­nün rakamlarla ifadesi şu şekildedir; Dünya’da ticareti yapılan malların yüzde 62’sini Avrupa sağlamaktadır ve dünya yüzeyin­deki her 10 kalifiye elemandan 7 tanesi yine Avrupa’da istihdam edilmektedir. Ayrıca Avrupa, aynı zamanda dünyanın en büyük alıcısıdır. öte yandan Avrupa sahip olduğu mali güç nedeniyle dünyanın kredi merkezidir. Dünyanın herhangi bir bölgesinde yapılacak bir yatırım için sağlanan krediler bu yıllarda sadece Avrupalı bankalardan sağlanabiliyordu. Aynı dönemde ABD’Ii mali sermayenin etki alam ise sadece kuzey ve güney Ameri­ka’nın pazarları ile sınırlandırılmış bulunuyordu. Avrupa kapita­lizminin temsilcisi olan İngiltere, Fransa ve Almanya dünya yü­zeyindeki “…bütün dış yatırımların yüzde 83’ünü aralarında bö­lüşürler. Büyük Britanya yüzde 45, Fransa yüzde 25, Almanya yüzde 13 bir payla sıralanırlar; Birleşik Devletler ise, yüzde 5 payla onların arkasından gider.”

Aradan geçen yıllar içinde 1.Paylaşım Savaşı’nın hemen öncesine gelindiğinde ise dünyanın toplam sanayi üretimindeki dengeler şu şekilde değişmiş bulunuyordu; sanayi üretiminin yüzde 35.8’ini tek başına ABD gerçekleştirirken Almanya’nın üretimdeki payı yüzde 15.7’yi buluyordu. Yine bu dönemde İn­giltere yüzde 14.4’lük pay ile dünya yüzeyindeki üçüncü büyük ekonomiyi oluştururken, bunu yüzde 4 ile Fransa ve yüzde 5.5 ile Rusya izliyordu.

Güç dengelerinin bu şekilde değişmeye başlaması başta Al­manya olmak üzere ABD’yi de oldukça rahatsız eder bir hale gelmişti. özellikle Almanya, ondokuzuncu yüzyılda başta Afri­ka olmak üzere sömürge ülkelerin bir oldu biniye getirilerek paylaşılmasından son derece rahatsız görünüyor ve yeni bir pay­laşım istiyordu.

Uluslararası sermayenin aşın büyümesi sonucu mevcut pa­zarların yetersiz hale gelmesi ve bu pazarların kimilerinin lehi­ne paylaşılmış olması emperyalist devletler arasındaki gerilimi artırıyordu. Dünyanın değişen güç dengeleri Avrupa merkezli hiyerarşinin değişim sancılarını artırıyordu. Ancak emperyalist devletleri bundan daha çok rahatsız eden başka bir gelişme da­ha yaşanmaktaydı. O da, giderek artan ve devrimci bir niteliğe bürünen, kitlesel işçi eylemleri ve grevlerdi. özellikle de 1905 yılından sonra emperyalistleri tedirgin edici boyutlara taşınan iş­çi eylemleri sadece sokakta kalmıyor, burjuva demokrasisinin sağladığı kurumlaşmalar aracılığıyla parlâmentoya da yansıyor­du.

Bu ve benzeri sorunlarla derinleşen gerginlik en sonunda Balkanlar’daki karışık politik durum bahane edilerek dünyanın ilk en kıyıcı savaşı olan 1. Paylaşım Savaşı, emperyalistler ara­sı yeniden paylaşım sorununu çözmek amacıyla patlak verecek­tir.

Tabi ki l. Paylaşım savaşı dünyadaki bütün dengeleri de alt üst ederek sonlanacak ve oluşan yeni dengelerin ardından ise kı­sa bir süre içinde emperyalist devletler yaşadıkları sorunlara hiç de sandıklan gibi bir çözüm üretemediklerini anlayacaklardı.

Savaş Ekonomisi

Savaş ekonomisi ile ekonomide daha önce var olan tüm dengeler ve alışkanlıklar da alt üst oldu. Her hükümet orduları­nın ihtiyaçlarını karşılayabilmek için önce özel girişimleri ken­di kontrolü altına almak zorunda kaldı. Savaş ekonomisinin te­mel mantığını oluşturan kendi kendine yeten bir ekonomiye sa­hip olmak için yapılan devlet müdahaleleri savaş öncesi alışkan­lıkların değişmesinde en önemli etkiyi yaptı.

Savaş öncesi yapılan hesaplar yaşanacak bir savaşın çok uzun sürmeyeceği üzerineydi. Ancak yaşanan bunun tam tersi olunca daha 1914’ünEylül ayından itibaren bütün cephelerde si­lah ve cephane bunalımı boy gösterdi. Bu gelişmeyle birlikte sa­nayiler hızlı bir şekilde savaş üretimine dönüştürülmek zorunda kalındı. Bu sorun öylesine hayati boyutlara ulaştı ki savaşın den­geleri bu dönüşümü en iyi ve hızlı sağlayanın lehine değişiyor­du. Savaş sanayinin sağladığı hızlı üretim o güne kadar pek gö­rülmemiş başkaca sıkıntıları da gündeme getiriyordu. O da ham­madde ve iş gücü sıkıntısıydı. Erkek iş gücünün asker olarak de­ğerlendirilmesi nedeniyle baş gösteren iş gücü yetmezliği, özel­likle tarım üretiminde kendisini göstererek, beslenme ihtiyacı­nın aksamasına ve savaş yıllarında gıdanın karneye bağlanması gibi uygulamalara sebep olmuştur. Kadın emeğinin giderek da­ha da önem kazanması, işte böylesi süreçlerin sonucu olarak gündeme daha sıkı bir şekilde yerleşmişti.

Yaşanan aşırı üretimin ve hammadde alımlarının yarattığı en önemli sonuçlardan bir tanesi de devletlerin mali kriz içine girmesi ve devlet borçlarının aşın artmasıdır. Tabi başta Avrupa devletlerinin yaşadığı bu sorundan daha sonra en fazla yararla­nacak olan ülke ABD olacaktır. Savaş öncesi Avrupa ile boy öl­çüşecek ve kimi sektörlerde geçecek bir sanayiye sahip olan ABD savaştan sonra Avrupa’lı emperyalistlerin bu durumundan yararlanmayı iyi bilecektir.

Savaş Sonrası Yeni Dengeler

  1. Paylaşım Savaşı’ndan sonra dünya yüzeyinde dengeler öyle çok değişmiştir ki ortaya çıkan sonuçlarıyla hiç kimsenin beklemediği bir tablo meydana gelmişti. Bu beklenmeyen geliş­me, savaş devam ederken çarlık Rusyasında yaşanan dünyanın ilk sosyalist devrimidir. 1917 tarihinden sonra kapitalizmin te­mel çelişmesinin somut biçimlenişleri olan iki baş çatışmanın -emek sermaye çatışması ile ezilen halklarla emperyalizm arasın­daki çatışma- yanı sıra bir üçüncü çatışma daha çıkmıştır yeryü­zünde. O da, emperyalist-kapitalist sistemle sosyalist sistem arasındaki çatışmadır. Bu yeni durum emperyalist merkezleri, ulus­lararası ilişkiler ve sömürgecilik konularında daha dikkatli ol­maya zorlayacaktır.

Savaştan çıkıldığında hammadde, yiyecek ürünleri ve ma­mul madde ihtiyaçları da son safhaya ulaşmıştı. Buna karşılık olarak bir de Avrupa’da döviz rezervlerinin tükenişinin ithalata ve yeniden yapılanmaya yeterince olanak tanımaması savaş son­rası erken bir bunalıma daha neden olacaktı. üstelik savaş sıra­sında aşın yükselen fiyatlar nedeniyle Avrupa’nın ihracattan ka­zandığı parayla ithalata ödediği para arasında bir uçurum oluş­muş, döviz rezervleri bu yüzden hızla erimeye yüz tutmuştur. Bu bunalımdan kendisini en çabuk kurtaracak olan Avrupa ülkesi İngiltere’dir. Avrupa’nın yaşadığı bu bunalıma paralel ABD, sa­vaş ekonomisi ile sağladığı ilerleme ve savaş sonrası oluşan ti­caret ve kredilendirmeler sayesinde kendisinin dünya yüzeyin­deki üstünlüğünü İngiltere ile birlikte ispat etmiş oldu.

Savaştan sonra yaşanan kısa dönemli krizlerin aşıldığının zannedildiği bir ortamda 1920’li yılların sonlarına yaklaşıldığın­da ekonomiler tekrar kriz uyarılan vermeye başladılar. üstelik bu krizin nedeni çok hızlı ve aşın büyüyen ekonomilerdi. Bu ekonomiler savaş yıllarında sağladıkları yine örgütlenme model­leri ile üretkenliklerini de aşın artırmışlar ve stokların aşırı şiş­mesine sebep olmuşlardır. 1929 yılına gelindiğinde kaçınılmazlaşan kriz o döneme kadar yeryüzünde görülen en şiddetli eko­nomik sarsıntı halini almıştı. “…1929’dan 1933’e değin, tanıtı üretimi pak az değişmiş sadece hafif bir azalma göstermiştir; oy­sa sanayi üretimi, bütün olarak, yüzde 15 oranında gerilemiş-tir…Kayıpların yandan fazlası Birleşik Devletler’e aittir. Bu sa­nayi çöküşü görülmemiş çaptadır; savaş zamanında bile, sava­şan ülkeler için böyle bir kayıp söz konusu değildi.” Sıklaşan periyotları ve her defasında şiddeti artan krizleriyle emper­yalizm apaçık bir şekilde yapısal krizinin ‘II. Paylaşım Savaşı öncesi Koşullarını’ yaşıyordu.

Ekonomiye Devlet Müdahalesi

Emperyalizm çöküntüden çıkış yolunu, en kısa tanımıyla devlete, gelir dağılımını değiştirici, geliri ve dolayısıyla talebi yeniden dağıtıcı işlev yükleyen bir ekonomik politika izletmek­te buldu. Bu durum tekelci devlet kapitalizminin bütün çıplaklı­ğıyla ortaya çıkmasından başka bir şey değildi. Kuramsal teme­lini Keynesçilikte bulan bu yaklaşım emperyalizmin devlet ör­gütlenmesini ekonominin aktif unsuru olarak finans kapitalin yararına kullanma politikası ve dünya düzeyinde gelirin yeniden bölüştürülmesi olarak özetlenebilir. ABD’de New Deal (Yeni Düzen) olarak adlandırılan yapılanma yıllar içinde Almanya, İtalya ve Japonya’da faşizm şekline bürünecekti. Yeni Düzenin İngiltere’nin de faşizme yönelmesini sağlamamasının sebebi, İngiltere’nin yaşadığı krizin faturasını karşılayabileceği sömür­gelere sahip olmasıdır. Bu sömürgelerin sağladığı olanaklar sa­yesindedir ki İngiltere burjuvazisi krizden çıkış yolu olarak fa­şizmi tercih etmemiştir.

Krizin baş edilemez bir duruma gelişi yıllardır kutsanan ‘bı­rakınız yapsınlar, bırakınız geçsinler’ sözlerinde sembolleşen li­beralizmin de dönemsel sonunu hazırlıyordu. Başta ABD’li sa­nayiciler olmak üzere pek çok ülkenin burjuvazisi, artık bireyci sanayi anlayışının ortadan kalkarak ulusal ölçeklerde sanayi po­litikaları belirlenmesi gerektiğini ve bunun da devletin müdaha­leciliği altında yürütülmesi gerektiğini dillendirmeye başlamış­lardı bile. Bu şekilde devlet, kapitalizmi kurtarabilmek için 1930’lu yıllar boyunca gücünü ve denetimini artırdı. Bu “Sadece vergi, gümrük hakları, kontenjanlar, bayındırlık işleri, parasal ayarlamalar, sosyal yasalar gibi genel önlemler yoluyla değil, özel müdahaleler vasıtasıyla da olmuştur: Güçlük içindeki işlet­melere el uzatıp kurtarmak, kartel ve anlaşmaları kayırma ya da dayatma, hatta millileştirmelere gitme, kimi alanlarda üretimi yönetme ve kendi yağıyla kavrulan ülkelerde iktisadi yaşamın bütün kesimlerinde yönetmeyi üstlenmeyi içeriyordu.”

Yarı Sömürgecilik

Tabi emperyalist ülkeler her zaman olduğu gibi yaşadıkları krizin faturasını doğrudan doğruya yan sömürgelerine aktarı­yorlardı. Savaş sonrası yan sömürgeciliğin yaygınlaştığı görül­müştür. Ancak yan sömürgecilik olgusu köklerini serbest reka­betçi kapitalizm döneminde vermeye başlamış ve emperyalizm­le birlikte doğmuştu.

Yarı sömürgecilik, emperyalizmin, kapitalizm öncesi eko­nomilerin egemen olduğu ülkelerde komprador bir sınıf oluştur­ması ve önemli oranda bu sınıf eliyle ülkeyi sömürmesi temelin­de yükseliyordu. Eğer ülkede oluşmaya başlamış bir burjuva sı­nıfı yoksa işbirlikçilerini ülkedeki doğal ekonomik ilişkiler­den) seçen emperyalistler bu şekilde ülkenin en önemli mer­kezlerini kontrolleri altına alarak sömürülerini devam ettiriyor­lardı. Yarı sömürgeleştirilen ülkelerin tek bir görevi vardır o da emperyalist merkezlere hammadde üretmek. Yarı sömürgelerin başta demiryolu ve limanlan olmak üzere telefon, elektrik ve doğal kaynakların üretim ve dağıtımını kontrolleri altında bu­lunduran emperyalistler söz konusu ülkelerdeki askeri varlıkla­rını da sürdürüyorlardı. özellikle yan sömürge ülkenin bir iç ka­rışıklık veya bir başka emperyalist ülke tarafından taciz edilme­si durumunda kendisini daha açık olarak gösteren emperyalist askeri işgal, geniş halk yığınlarından tepki çekmeye de başla­mıştı.

Emperyalist sermaye ihracı üretici olmaktan çok borçlandı-ncı bir nitelik taşıyordu. Kompradorlaştırdığı burjuvazi eliyle de genellikle sadece mal dağıtımı, bayilik ve ithal edeceği ham­maddelerin tedarikçilini yürüten emperyalizm girdiği her alanda kendi ‘yabancı’ kimliği ile boy gösteriyordu. Bu durumda em­peryalizm, yan sömürgeler ve sömürgeler açısından, açıkça se­çilebilecek şekilde dışsal bir olgu durumundaydı.

Sömürge ülkedeki kapitalist sömürünün varlığı, kapitaliz­min doğal gelişimini sağlamıyor aksine sadece doğal ekonomik ilişkileri çökertmekle yetinmeyip cılız da olsa var olan yerli ser­maye birikimini de yok ediyordu. Bu durum kapitalizmin doğal ekonominin yerini almasına engel oluyor ancak pazara hakim olmaya başlayan meta ekonomisi sayesinde de doğal ekonomi­lerin deforme olarak değişik biçimlerde egemenliklerini sürdür­melerine sebep oluyordu.

Emperyalizmin ve komprador burjuvazinin ülke içindeki denetimi ülke nüfusunun küçük bir bölümünün yaşadığı kentler­le sınırlı kalıyordu. Geniş kırsal alan ise denetim dışı yumuşak karınlar olma özelliğini kazanmıştı.

Emperyalizm açısından yan sömürgecilik ucuz işgücü ve hammaddelerin yağmalanması için baş vurulan bir yöntemdi. Bu amaca ulaşabilmek için öncelikle doğal ekonomik ilişkilerin parçalanması, meta ekonomisinin ülkeye hakim hale getirilmesi ve en önemlisi de ticaret ve tarımın birbirinden ayrıştırılması gerekiyordu. Bu şekilde doğal ve kendisine yeterli olan ekonomik kalıplarda kırılarak emperyalist sömürüye daha uygun bir zemin hazırlanıyordu.

Doğal ekonomilerin yok edilmesi için ise, giderek ham­madde kaynaklarına ulaşacak olan alımlar kullanılıyordu. örne­ğin; önceleri pamuklu kumaş satın alan emperyalist ülkeler da­ha sonra sadece pamuk ipliği almaya başlayarak pamuklu doku­ma sanayiini yok ediyor, daha sonraları ise ham pamuk alarak iplik sanayiini de çökertiyorlardı. Tabi daha sonraki adım ise ta­rım alanlarına el atıp pamuğu da kendisinin üretmesi oluyordu. Bu şekilde cılız sermaye birikimleri yok edilirken tarımsal üre­tim de kontrol altına alınıyor. Sömürgeciler pazara büyük ölçü­de hakim duruma geliyorlardı.

Yarı sömürgelerde gözlenen bu gidişat, köylülerin hızla yoksullaşmasını ve giderek mülksüzleşmelerini doğuruyordu. Bu durum burjuva devrimini gerçekleştirerek sanayileşmiş bir kapitalist ülkede yaşansa köylülerin proleter olmalarının olanak­larını yaratacaktı. Ancak sanayici olmayan bir yan sömürgede bu köylüleri bekleyen tek gerçek, mutlak bir işsizlik ve sefalet­ti.

Söz konusu sürecin önemli özelliği, yalnızca ülkede meta dolaşımı temelinde oluşan piyasa değildi, daha büyük ölçüde sermayenin ve bu sermayenin ülke ekonomisi üzerindeki etkisi­nin de hızlı gelişmesiydi. çeşitli sektörlerde oluşan emperyalist sermayeli kuruluşlar, ürünün pazarlanması ve satışının tek yet­kilisi durumundaydılar. Sonuç olarak 1. ve 2. Bunalım Dönem­leri’nde emperyalizm doğal ekonomilerin geçerli olduğu ülke­lerde bu yapıları parçalayarak meta piyasası yaratmış ve ortaya çıkan mülksüzleştirilmiş kitleleri yer altı ve yerüstü zenginlikle­rinin talanında kullanmıştır.

Savaştan sonra neredeyse peş peşe yaşanan krizler ve bun­lara karşı alınan bütün tedbirler ülkeden ülkeye değişen sonuç­lar doğursa da istenilen istikrar tara olarak sağlanamamıştı. Tüm çabalara rağmen 1936 yılına gelindiğinde üretim kapasitesi an­cak 1913’lerin rakamlarına ulaşıyordu. Ancak bu yükseliş de kı­sa sürecek, 1937’de ekonomi tekrar gerilemeye başlayacaktır. 1938 yılında ABD’deki işsiz sayısı 10 milyona ulaşarak en üst seviyesine erişiyordu. II. Paylaşım Savaşı öncesi’nin sorunları artarak derinleşiyordu.

Yaşanan son kriz kapitalist ekonomide bir tespiti de güncel­leştirecekti. Krizin neden olduğu gerileme askeri sanayi ve har­camalara daha az pay ayıran ülkelerde daha fazla olmuştu. Sa­vaş sanayiinin başta madencilik olmak üzere pek çok sanayi da­lıyla ilişkili olması istihdamı artırıcı bir sonuç doğurmaktaydı. Tabi silah sanayiinin gelişmesi tıpkı daha önce olduğu gibi bir kez daha hammadde yetersizliği sorununu gündeme getirmiş ve emperyalistler arası çelişkileri derinleştiren bir etki yaratmıştır. Bu dönemde hammadde sorunu yaşamayan tek emperyalist ül­ke ABD’dir. 1. Paylaşım Savaşı’ndan bu yana Avrupa karşısın­daki ağırlığını yaşanan tüm krizlere rağmen artıran ABD; bu sü­reç içinde durumunu daha da güçlendirmeyi bilmiştir.

ABD sermaye ihracını da önemli oranda geliştirmiş bulunu­yordu. 1879’da 684,5 milyon dolar olan dünya pazarlarındaki Amerikan sermayesi 1914’de 3,5 milyar dolara, 1940’da ise 13 milyar dolara erişmiş bulunuyordu. Sömürgecilik yansında do­ğal olarak geç kalan ABD, açık sömürgeleştirme politikaları ye­rine başından beri, sermaye ihracı yolunu etkin bir silah olarak kullanıyordu. Bu şekilde de kendisine bağımlı hale getirdiği ül­kelerde siyasal bağımsızlık görüntüsü oluşturarak söz konusu ülkelerdeki varlığını diğer emperyalist ülkelerin kendi sömürge­lerinde yaptıklarına oranla daha iyi gizleyebiliyordu.

Almanya’nın ilk savaştan mağlup ayrılması, heveslisi olduğu savaştan istediğini alamamasına neden oldu. Ve aradan geçen yıllar Almanya’nın pazar ve sömürge hırsını dindirmek bir tara­fa, daha da artırdı. üstelik Alman burjuvazisi, içinde düştüğü krizi aşabilmek için faşizmi tercih etmişti bile.

üretimdeki görece artışa rağmen tüketim bir türlü artırılamıyor, stoklar tekrar muazzam boyutlarda artmaya başlıyordu. Artık krizin yarattığı bunalım kaçınılmaz olarak savaşla çözül­meye doğru gidiyordu.

  1. Paylaşım Savaşı ve Sonuçları

Savaş beklenen etkiyi tekrar göstermiş ve üretimde daha önce hiç görülmemiş bir artış yaratmıştı. Savaşı yürüten veya iş­gal edilen ülkelerde daha önce kapatılmış olanlar da dahil tüm işletmeler savaşla birlikte tekrar üretime geçmiş, yeni fabrikalar kurulmuş ve tam kapasiteyle üretim yapar duruma getirilmişti. Yoğun üretim ihtiyacı ile teknikte de önemli bir ilerleme sağlan­mış dünya ölçeğinde üretim yaklaşık yüzde 20 düzeyinde artış kaydetmişti. Tabi üretimdeki bu artışlar sorunları çözmek bir ya­na geçici olarak yaşanan rahatlamanın ardından tekrar hammad­de ve kaynak ihtiyacını da artırır. üstelik bu dönemde sosyalist blok da Avrupa’nın içlerine kadar genişlemiş dünyanın önemli bir bölümü pazar dışına çıkmıştır. Bu gidişat 1949 yılında çin’de gerçekleştirilecek olan devrimle daha da hızlanacak dün­yanın üçte biri emperyalistler için pazar dışı sayılacaktır. Yani teknikteki muazzam ilerlemeye karşılık pazarlar önemli ölçüler­de daralacaktır. Bu da yaşanan sorunu daha da can alıcı hale ge­tirmektedir. Tabi emperyalizmin sorunları bu kadarla da sınırlı değildir. Dünya yüzeyinde yaygınlaşan millici-yurtsever akım­lar sebebiyle artık eskisi kadar rahat bir sömürgecilik politikası da uygulayamamaktadır. Zira artık sömürge ülkelerin arkasına alabileceği ve hatta katılabileceği bir sosyalist blok gücünü ar­tırmıştır. Bu koşullar altında eski tip sömürgecilik 2. Paylaşım Savaşı sonrasında ihtiyaçlara cevap veremez duruma gelmiştir.

İşte bu koşullar altında emperyalizm savaşla çözmüş görün­düğü sorunlarını tekrar karşısında buluyordu. Savaş sonrası olu­şan ve yüzyılımızın ikinci yansına damgasını vuran koşullar şunlardı;

“1-ABD, emperyalist ülkeler hiyerarşisinde tartışmasız bir ekonomik, askeri, ideolojik-politik hegemonik güç haline gel­miş ve piramidin tepesine oturmuştu;

2-Emperyalist-faşist saldırıya rağmen Sovyet Sistemi hem varlığını korumayı hem de etkinlik alanını genişletmeyi ve pres­tijini artırmayı başarmıştı;

3-Sömürge halkları, sömürgecilik statükosunu ortadan kal­dırmak üzere tarih sahnesine çıkmışlardı. Emperyalist ülkelerde işçi sınıfı faşizmin yenilgisi temelinde moral ve reel bir pazarlık gücü kazanmıştı…”

II. PAYLAŞIM SAVAŞI SONRASININ…

Bilindiği gibi emperyalistler daha önce de yaşadıkları so­runları, en sonunda savaş yoluyla çözme yoluna gidebiliyorlardı. Savaş ekonomisinin sağladığı olanaklar, kapitalizmi görece­li olarak rahatlatmada bir araç işlevi görüyordu. Ancak savaşla birlikte oluşan yeni dengeler emperyalistler arası sorunların bu şekilde çözülmesi ihtimalini ortadan kaldırdı.

Emperyalistler arasında çıkacak bir savaş aynı zamanda emperyalizm ile ezilen halklar arasındaki bir savaşı da içinde barındıracak, bu koşullarda Sovyet Bloğu ve çin emperyalizme karşı savaşta saf tutabilecekti. Bu durum emperyalistlerin sade­ce pazarları için değil kendi varoluşları için de kaygılanmalarını gerektirecek kadar ciddi bir tablo oluşturuyordu. Zira daha önce yaşanan iki dünya savaşından ilki sosyalist bir devrimin olanak­larını güçlendirmiş ve devrimin gerçekleşmesini sağlayan önemli bir etken olmuştu. İkincisi ise sosyalist bloğun genişle­mesini sağlamıştı. Bu gelişimin üstüne bir de nükleer silahların varlığı ve kullanımının doğuracağı sonuçlar eklendiğinde em­peryalistler arası bir savaş mümkünsüz görünüyordu.

“Emperyalizmin III. Bunalım Dönemi denilen bu dönemde, emperyalist ilişki ve çelişkiler biçim olarak iki temel cephede değişikliğe uğramıştır.

l-Emperyalistler arası rekabetin (uzlaşmaz çelişkilerin) em­peryalistler arası yeniden paylaşım savaşına yol açması imkanı ortadan kalkmıştır.

2-Emperyalist işgalin biçimi değişmiştir.”

Savaş sonrası, Avrupa ülkeleri bile ekonomik açıdan ABD’ye borçlu ülkeler arasında yer alıyordu. Bu durumun siya­sal düzlemde ABD’nin elini güçlendirirken ona sistemin jandar­malığı rolünü de veriyordu. Artık Avrupa, ABD için hayati bir pazar geri ödenmesi gereken borçlara sahip ülkelerin barındığı bir coğrafya halini almıştı. üstelik sosyalist bloğa karşı ilk cep­heydi de. ABD bu şartları göz önüne getirerek kendisim dünya­nın Jandarması olarak görecek ve bu rol ifadesini ‘Trumân Doktrini’ninde bulacaktı. ABD Başkanı H.S. Truman’ın 12 Mart 1947 tarihli konuşmasına dayanan doktrin, emperyalist de­ğişim ile birlikte ABD etki alanını Latin Amerika ile sınırlayan ‘Monreo Doktrini’nin terk edilip ABD ideolojisinin yalnızca Amerika kıtasında değil tüm dünyada söz sahibi olması anlamı­na geliyordu. 5 Haziran 1947’de ABD Dış İşleri Bakanı Gene­ral G. C. Marshall tarafından sosyalizmin dünyaya yayılışını ön­lemek amacıyla başta Avrupa olmak üzere, bu ülkelerin ekono­milerini emperyalist zincir içinde yeniden yapılandırmasını içe­ren plan gündeme getirildi, l Nisan 1948’de ABD Kongresinde kabul edilen plan 1952’ye kadar sürecekti. Marshall Planı’nın doğrultusunda emperyalist dünyaya nefes aldırmak için kurulan Ekonomik İşbirliği örgütü’nün kurulmasıyla ABD önemli mik­tarlarda sermayeyi diğer emperyalist ülkelere aktardı. ABD ta­rafından örgüte aktarılan kaynaklar 1952 yılına gelindiğinde 14 milyar dolara yükselmişti. Bu paradan en büyük paylan alan İn­giltere, Fransa, Almanya, İtalya ve Japonya aldıkları bu serma­yeyi zaman içinde kapitalist sistemin içinde yer alan diğer ülke­lere de yansıtarak istikrar oluşturmaya çalıştılar. Böylece emper­yalizm sürecinde ilk kez bir emperyalist ülkenin diğerlerine yüklü miktarlarda sermaye aktarması ve bu ülkelerin ekonomik nabzını elinde bulundurması gibi bir durum yaşanıyordu. Bu entegrasyonun olanca çıplaklığıyla gözler önüne serilmesinden başka bir şey değildi.

Artık merkezleri ABD’de bulunan tekeller, Almanya, İngil­tere, Japonya gibi ülkelerde, bu ülkelerin görece ucuz iş gücünü kullanarak üretim yapıyorlar ve ürünlerini ABD dahil tüm dünyaya aktarıyorlardı. Böylece merkezi yönetimi ABD’de -ya­da başka ülkelerde-, fabrikaları başka ülkelerde, hammadde kay­naklan daha başka ülkelerde olan çok uluslu tekeller giderek yaygınlaştı ve entegrasyonun ekonomik göstergelerinden birisi oldu. Artık çıkartan her hangi bir devletin yada ulusun yanında olmayan yalnızca anti-komünist olma özelliğinde birleşen tekel­ler sistemin denetimini ele geçirme yolunu tuttular.

Açık ABD hegemonyası çok sürmemiş, 1955’lere doğru Avrupa ve Japonya’nın yeniden yapılanması büyük ölçüde ta­mamlanmıştı. Bu gelişme bu ülkelerin ABD hegemonyasına karşı hareketlenmesi anlamına da geliyordu. Askeri harcamalar­dan özellikle muaf tutulan Almanya ve Japonya bunu bir avan­taya dönüştürerek, siyasal düzeyde ABD’nin kontrolünde görül­melerine karşı, ekonomideki atılımlarıyla kendi etkilerini artır­mış ve 1970’lere gelindiğinde ABD’nin dünya pazarındaki en büyük rakipleri haline gelmişlerdir. 1957’de AET’nin kurulma­sı Avrupa ülkelerinin ABD hegemonyasından kurtulma girişimi­nin en somut göstergesi olmuştur.

Yeni Sömürgecilik

Yeni sömürgeciliğin ortaya çıkıp yaygınlaşması 2. Paylaşım Savaşı sonrası oluşan koşullar ile açıklanabilir. Yaşanan bilimsel ve teknik devrimin sonuçlan, emperyalistler arası yeni bir pay­laşım savaşının olanaksızlığı, sosyalist bloğun varlığı ve sömür­ge ülkelerdeki millici-yurtsever bilinç ve hareketlerin yaygınlaş­ması emperyalizmi sömürgecilik politikalarını gizlemek için arayışa itmiştir. Kapitalizmin bunalımını had safhaya çıkaran bu koşullar öte yandan emperyalistleri daha da saldırganlaştırmıştır da.

“Kapitalist ekonominin gelişme ritmi, kapitalist pazarın du­rumu ile belirlenmiştir.

Nükleer vurucu güçlerin dünya çapında erişmiş oldukları seviye ve esas tayin edici olarak da dev dünya sosyalist bloğu­nun varlığı, emperyalistler arası had safhaya ulaşmış olan uzlaş­maz çelişkilerin ekonomik plandan, askeri plana sıçramasına en­gel olmaktadır. Bir yandan çelişkiler keskinleşip derinleşirken, öte yandan da entegrasyona gidilmektedir.

Emperyalistler arası uzlaşmaz çelişkilerin had safhaya çık-ması, ancak bu çelişkileri yeniden paylaşım savaşı ile geçici de olarak çözümleyememeleri ve zorunlu entegrasyona gitmeleri kapitalizmin krizinin en öldürücü aşamayı yaşaması demek­tir. “(20)

Yaşanan paylaşım savaşları emperyalistleri bir bunalımdan çıkarırken, yeni bir bunalım döneminin içine sokmuştur. Her sa­vaşta elindeki kozları daha fazla kullanmaya başlayan emperya­lizm, II. Paylaşım Savaşından sonra kendi içlerinde yapılacak savaş kozunu da tüketmiş ve yaşadığı kriz, öncekilerden daha derin sarsıntılara yol açmaya başlamıştır.

  1. Paylaşım Savaşı öncesi oluşan bunalım (I. Bunalım Dö­nemi), II. Paylaşım Savaşı öncesi yaşanan bunalımdan (II. Bunalım Dönemi) daha hafif bir kriz ortamını ifade ederken, dün­ya kapitalist ekonomisinin H. Paylaşım Savaşı sonrası karşı kar­şıya kaldığı kriz ortamı (III. Bunalım Dönemi) daha önceki her iki buhran döneminden de derin sarsıntılara neden oluyordu.
  2. Paylaşım Savaşı sonrası krizlerinin, savaştan kısa bir sü­re sonra baş göstermesi verili koşullar altında emperyalizmi iki çözüm(!) yolunu geliştirmeye zorladı. Bunların ilki, içte ekono­minin askerileşmesi, ki bu gelişme kendi aralarında savaşama-yan emperyalistlerin sömürge ülkelere saldırmaları yada onları kendi aralarında savaşlara sürüklemeleri anlamına geliyordu. İkincisi ise yeni sömürgecilik metotlarının geliştirilmesiydi.

ABD’nin açık sömürgelere sahip olmayışı, onun sömürge­cilik yansında başvurabileceği tek metot olarak sermaye ihracı­na dayalı bir bağımlılaştırma politikasını yaygınlaştırmasına se­bep oldu. özellikle İngiltere sahip olduğu açık sömürgelere, ser­maye ihracı gerçekleştirmekte hiçbir sıkıntıyla karşılaşmıyordu. Ancak ABD gibi iç dinamikleri her geçen gün daha da kuvvet­lenen emperyalist bir ülke, sermaye ihracında yaşadığı sorunla-n, sömürgeler için sermaye ihracını daha çekici hale getirecek yöntemler aracılığıyla uygulamak zorunda kalıyordu. Bu da bel­li ölçülerde sömürge ülkenin de sıcak bakacağı şekilde, o ülke­ye doğrudan yatırım yapılması biçiminde geliştirilmeye başlan­mıştı. Yani elde edilen yer altı kaynaklarının yine sömürge ülke­lerde işlenmesini sağlayacak sanayi yatıranlarının gerçekleşti­rilmesini anlamına gelen bir yapılanmaya gidildi.

  1. Bunalım döneminden itibaren daha yoğun olarak seyre­dilen ABD’nin bu eğilimi, Monreo Doktrini nedeniyle Latin Amerika’da geniş uygulama imkanı buldu. Diğer emperyalist ülkeler sömürgelerinden elde ettikleri hammadde ve yer altı kaynaklarını büyük ölçüde yan sömürgeci tanıma daha uygun olarak kendi ülkelerine götürerek orada işlemeyi tercih ederler­ken ABD, bu madenlerin önemli bir bölümünü sömürge ülke halklarının ucuz iş gücünden yararlanmak amacıyla yine bura­larda işleme yoluna gitti. ABD’nin izlediği bu yöntem özellikle 2. Paylaşım Savaşı sırasında daha da yetkinleştirilerek savaş sonrası yeni bir sömürgecilik stratejisi olarak tüm emperyalist ülkeler tarafından uygulamaya konulacaktı. ABD’li tekeller sö­mürge ülkelerden elde ettikleri madenleri yine sömürge halkları için mamul madde hale getirtiyor ve elde edilen mamulü hem o ülkede hem de çevre ülkelerin pazarlarında satışa sunuyorlardı. Yeni sömürgeciliğin bütün emperyalist ülkeler tarafından uygulanan bir yöntem olması aslında bir zorunluluğun sonucu­dur. çünkü 2. Paylaşım Savaşı’nın dünya siyasetinde yaptığı en önemli değişim sosyalizmin itibarının artmış ve buna paralel olarak ulusal kurtuluşçu bilincin ve hareketlerin pek çok yerde patlak vermiş olmasıdır. Artık hiçbir ulus kendi topraklarında emperyalist ordu ve kurumlan görmek istememektedir. Bu ko­şullar altında emperyalist ülkeler sömürge ülkelerdeki varlıklarını eskisi gibi sürdüremez duruma gelmişler ve bu topraklarda­ki varlıklarını gizleyebilecekleri tarzların oluşturulmasının san­cısını yaşamaktadırlar.

Ayrıca emperyalistler sadece sömürgelerini ellerinde tuta­bilmenin değil yeni ve güçlü pazarlar yaratmanın da sıkıntısını yaşamaktadırlar. Bunun için ise sömürgeleştirilmiş halkların durumlarının iyileştirilmesi dolayısıyla da bu halkların birer tüke­tici durumuna getirilmeleri gibi bir zorunluluk söz konusudur. Tabi bu iyileştirmenin en az diğeri kadar önemli bir başka sebe­bi daha vardır. O da, yoksulluk içinde yaşayan halkların sosya­lizme yönelmemeleridir. Bu amaçlarla başta Afrika ve hemen ardından Güney ve Güneydoğu Asya ülkelerine uygulanmak üzere bir dizi plan yapılır. Bu planların temelini, ‘iktisadi gelişme’ ‘işbirliği’, ‘teknik yardımlaşma’, ‘savunma yardımı anlaş­ması’ ve benzeri isimlere bürünmüş bağımlılaştırma oyunları oluşturuyordu. Oyunların temelini ise ‘dış yardımlar’ oluşturu­yordu.

ABD Başkanı Truman, 1949 yılında yaptığı bir konuşmada Karşılıklı Savunma Yardımı Anlaşmalarının gerekçelerini de şu şekilde ifadelendirmekteydi;

“Yabancı hükümetlere yapılacak yardımlar, onların iktisadi ve siyasi güvenliklerini sağlamakla beraber, aslında Ameri­ka’nın güvenliği için yapılmış yatırımlar olarak düşünülmekte­dir. Amerika’nın bu güvenliğinin artırılması için, yabancı dev­letlerin askeri güçlerini artırmak yönünde gayret sarf etmelerini istememiz gerekir.”

“2. Dünya Savaşı ile zayıflayan ve artık sömürgelerdeki ulusal kurtuluş hareketlerinin baskısına dayanamayan emperya­list güçler, hiç değilse anti-emperyalist güçlerin en kuvvetli ol­dukları yerlerde, yani artık kendi sömürge yönetimlerini sürdü­remeyeceklerini iyice görüp anladıkları yerlerde … siyasal ba­ğımsızlık tanımak zorunda kalmışlardır. J.E.Dulles’in sözleriy­le, 2. Dünya Savaşı sona ererken en büyük siyasal sorun, sömür­gelerdeki durumdu. Eğer Batı, sömürgeciliğin … sürüp gitmesi­ni isteseydi, şiddetli bir devrimi kaçınılmaz kılacak ve kaçınıl­maz bir yenilgiye uğrayacaktı. Basan kazanabilecek tek politika yedi yüz milyon bağımlı insanının daha ileri durumda olanlarına banş içinde bağımsızlıklarını tanımaktı…”

Bu koşullar altında yan sömürgecilik yerini yeni sömürge­cilik ilişkilerine bırakıyordu. Emperyalistler yeni sömürgelerin deki egemenliklerini sürdürmek ve buralardaki sermayelerini garanti altına almak amacıyla, yeni yöntemler geliştirmeye baş­ladılar. İlk başvurulan yöntemlerden bir tanesi, ülke içindeki emperyalist sömürüyü kendileri adına sürdürecek, ve bu arada da sömürge halkların refah seviyesinde nispi bir artış sağlayacak sanayileşmenin sağlanması oldu. Tabi bu sanayileşme de yine kendileriyle işbirliği içinde olacak olan bir tekelci sermaye tara­fından yürütülecekti. Kendisi adına belirli bir pay karşılığı em­peryalist sermayeyi kâr ettirecek olan İşbirlikçi Tekelci Burjuva­zi, bir yandan yerli ve milli imajı yaratarak anti-emperyalist tep­kilerin savuşturulmasında bir işlev üstlenecek, diğer yandan üre­tilen malların ülkenin her tarafına dağıtılmasından sorumlu ola­rak daha önce gidilememiş küçük yerleşim birimlerini de kapsa­yacak şekilde iç pazarı genişletebilecekti. ülkenin en ücra köşe­lerine kadar yayılacak olan mallar sayesinde de emperyalizm pazar sorununu belirli ölçülerde rahatlatabilecekti.

Emperyalistler kendilerini garanti altına almak için ülke içindeki tüm gerici sınıf ve çevrelerle de işbirliği içine girerek bunların her türlü ilerici akımın gelişmesine engel olmak üzere yedeklemişlerdi. Ayrıca ülkenin güvenlik güçleri de çeşitli yön­temler kullanılarak kontrol altına alınmakta ve istenmeyen du­rum ve hatta hükümetlere karşı darbelerde dahil olmak üzere çe­şitli şekillerde kullanılmaktadır.

Yeni sömürgelerin işbirlikçi sınıf ve kurumlarının yaratıl­masında başvurulan yöntemlerden en etkili olanı ideolojik bir bombardıman altında emperyalist ülkeye karşı uyandırılan aşın hayranlıktır. Sermaye çevrelerinden askeri ve diğer iç güvenlik personellerine kadar her çevreden belirli sayıda kişiye periyotlar halinde eğitim verilerek sağlanan işbirlikçileştirme-ajanlaştırma sayesinde emperyalizm kendi hizmetinde epey bir kadro yarat­mıştır. Zamanla bu kişilerden başlayan bir eğilim olarak bir sı­nıfın ve/veya kurumun tamamen emperyalizmin hizmetine girmesi sağlanmaktadır. özellikle ABD’de eğitime giden asker ve polis, personeli içinde -ki bunların sayılan hiç de küçümsenecek kadar değildir- önemli bir işbirlikçi-ajan gurubu oluşturulmuş durumdadır. “…İster uzmanlar, mühendisler, hekimler, profesör­ler, orduyu örgütlemek için subaylar yollama biçiminde olsun, ister öğrencileri yabancı üniversitelere çeken burs verme biçi­minde olsun, amaç, sanayi ülkesinin dilini yaymak, böylece oluşturulacak yerli kadrolar üzerinde nüfuz kazanmaktır.”(23) Sanayiden siyasete ve güvenlik güçlerine kadar uzanan bir zin­cir içinde yetiştirilen bu kadrolar yine bu ilişkiler eliyle ülke yö­netiminde önemli kademelere getirilmekte ve istenileni yaptıkları oranda da uzun yıllar görevde kalabilmektedirler.

ABD tarafından yapılan savunma yardımlarının hangi ama­ca hizmet ettikleri konusunda en açık itiraflardan bir tanesini 1967 yılında ABD Savunma Bakanı Mc Namara şu şekilde dile getiriyordu,

“Askeri yardımlarımızın asıl amacı, azgelişmiş ülke askeri­ni, ABD ideolojisine göre yetiştirmek ve onlardan, gelecekte, gerektiğinde o ülke yönetiminde yararlanmaktır.”

Yine Namara, ABD’nin sağladığı dış yardımlara karşı çıkan meclis üyelerine yönelik yaptığı bir konuşmada askeri dış yardımları şu şekilde savunmaktadır,

“Dış yardımları eleştiren herkesin karşısında Brezilya Si­lahlı Kuvvetleri’nin Goulart Hükümetini devirdiği ve bu güçle­rin demokrasi ilkeleri ve ABD taraftarı olma yönünde koşullandırılmasında, ABD askeri yardımının temel öğe olduğu gerçeği dikilmektedir. Bu subaylardan çoğu, AID programı çerçevesin­de Birleşik Devletler’de eğitilmiştir.”

Yeni sömürgeciliğin en önemli kontrol mekanizmalarından bir tanesi de eğitim sistemlerine el atmasıdır. öncelikle yeni sö­mürge ülkelerdeki iş gücü açığını kapatmak amacıyla ele alınan eğitim sistemleri, zaman içinde yukarıda değindiğimiz, emper­yalizme hayran, “gönülden bağlı” genç kuşakların yaratılması hedefine de yönlendirilmiştir. “Sömürgeci yöntemlerin daha çok bağımlı ülkelerin yer altı ve yerüstü kaynaklarını sömürmeye dönük yapılarına karşın, yeni sömürgeciliğin, söz konusu ülke­nin gerçek potansiyeli olan insan unsurunu da kapsayıcı ilikler örmesi, sömürünün toplumsal yaşamın tüm dokularına değin sızmasını sağlamıştır. Yeni sömürgeciliğin girdiği ülkenin yer altı ve yerüstü kaynaklarını yerel iş gücü kullanılarak işlemesi ve pazarın tüm sektörlerinde kontrolü işbirlikçi finans ve serma­ye yapılan ile ele geçirmesi, sömürgeci ilişkileri sürdürecek ara ve kalifiye eleman ihtiyacının karşılanması ile mümkündür. Gerekli olan elemanlar, ihtiyaçlar doğrultusunda yetiştirilecek yeni insanlar ile karşılanabilir. Bu ise uluslararası sermayenin ihtiyaçtan gözetilip yeni insan yetiştirmekle görevli olan eğitim kurumlan ve sistemleri ile sağlanabilir. Emperyalizmin ülke içi­ne, gizli işgal esprisine uygun olarak sızıp kurumsallaşması an­cak böylesi süreçlerin sonunda mümkün olmaktadır.”

Bu şekilde kontrol altına alınan sömürge ülkeler sahip oldukları parlamentolar, kendi güvenlik güçleri ve sermayeleriyle görünüşten ibaret olan bir bağımsızlığa sahip durumdadırlar. Bu şekilde savaş sonrasının en yakıcı sorunu olan sömürgelere tek­rar hakim olabilme sorunu da emperyalist merkezler açısından bazı bölgeler için şimdilik çözülmüş görünmektedir. Emperya­lizmin sömürge ülke içindeki varlığı gizlenmiş, sanayi alanında yabancı isimlerin yerini yerli sermayedarlar almış, yabancı ordular yerlerini ise milli ordulara terk etmiş görünmektedirler. Yani eski sömürgeciliğin açık işgal biçiminden eser kalmamış­tır. Dolayısıyla da işgal gizlenmiş ve gizlendiği ölçüde de daha karmaşık bir mekanizmaya bürünmüştür. Yaşanan emperyaliz­min gizli işgali’dir. Ve açık işgalle sağlanan her şeyi üstelik da­ha ustaca sağlayan bir işgal.

ABD gizli işgali ile kontrolü altına aldığı ülkelerin askeri güçlerini de kendi hizmetinde kullanabildiği için, kimi bölgeler­de gerçekleştirdiği operasyonların maliyetlerini de sömürge ül­kelere yıkabilmiştir. Hatta bu operasyonun muhatabı yine aynı sömürge ülke olsa bile. Bu ne demektir. Açıkça kastedilen şudur ki sömürge ülkelerde gerçekleşen askeri darbeler ABD’nin söz konusu ülkede, o ülkenin askeri güçlerini kullanarak yaptığı operasyonlardır. 1950’li yıllarda hazırlanan ve ABD’nin en güç­lü sermayedarı olan Rockefeller, tarafından hazırlatılarak yine onun adıyla anılan raporda aynen şöyle yazılmaktadır;

“Bizim güvenliğimizi sadece açık saldırılar tehdit etmiyor. Bu açık saldırıların yanında ondan daha etkili, fakat saldın gö­rünüşünde olmayan başka cins tehditler de vardır. Bu tehditler içeriden yapılmak istenen değiştirme ve dönüşümlerdir. Bu mas­keli saldırılar, bazen iç savaş seklinde, bazen devrimci hareket­ler şeklinde, bazen demokratik akımlar ve reformlar hareketi bi­çiminde karşımıza çıkmaktadır…

Bizim amacımız bu ve buna benzer akımları önlemek olma­lıdır. Bu akımlar, dikkatleri üzerine çekecek dereceye geldikle­rinde, o vakit bizim izlememiz gereken iki yol vardır. Gerek bi­zim gerekse komünist olmayan diğer dünya devletlerinin güven­liğini sağlamak için, mahalli kuvvetler ve akımlar tarafından sı­kışık durumda bırakılmış olan dost hükümet ve rejimlere silahlı yardımlar yapmak zorunluluğunu duymalıyız. Bu zorunlulukla yapılacak askeri müdahale ne klasik stratejiye uymakta, ne de geleneksel diplomatik müdahaleye benzemektedir. Bu askeri müdahalenin kendisine özgü bir biçimi ve niteliği vardır.”

Bu raporun yayınlanmasından kısa bir süre sonra, Eisenhower Doktrini olarak bilinen ve ABD’nin dünya jandarmalığının teyidi olan anlayış tüm dünyaya dayatılmıştı. Bu doktrine göre ABD açısından stratejik öneme sahip bütün ülkelerin, ABD yan­lısı yönetimlerce yönetilmesinin sağlanması ve bu ülkelere yö­nelik her türlü hareketin de ABD’nin stratejik çıkarlarına yöne­lik, dolayısıyla da ABD’nin kendisine yönelik .bir saldırı olarak kabul edilmesi esası kabul ediliyordu. Tabi bu kabulle birlikte ABD söz konusu bölgeye müdahale etme hakkını kendisine oto­matik olarak tanımış bulunuyordu.

Sömürgecilik ve yan sömürgecilikte bağımlı ülkelerdeki ucuz işgücü ancak ülke zenginliklerinin talan edilmesinde kulla­nılabilmekteydi. Diğer bir değişle sömürgeci ve yarı sömürgeci yöntemler daha çok bağımlı ülkenin yer altı ve yer üstü kaynak­larını sömürmeye yetmekteydi. Bu durum söz konusu ülkenin, emperyalistler açısından gerçek potansiyelinin yani insan unsu­runun değerlendirilememesi anlamına geliyordu. Sömürge ve yan-sömürgecilikle yeni sömürgecilik arasındaki farklılık bu so­runda en belirgin şekilde ortaya konulabiliyordu. Yeni sömürge­cilik ile sermaye ihracı, sadece hammadde alımında ve taşınma­sında kullanılmaktan çıkarak ülkede emperyalizmin kontrolü al­tında sanayileşmede de kullanılmaya başlanmıştı. İşte emperya­list sermayesinin sömürge ülkelerde doğrudan yatırımlar yoluy­la somut şekilde yapılanmaya başlaması sömürge ülkelerde da­ha önce gereksimin duyulmayan boyutlarda emperyalist deneti­mi gerekli kılıyordu.

Yarı sömürgecilik döneminde emperyalizmin sınırlı kalan etkinliği, kapitalist ilişkilerin, ancak limanlara, demiryolu çevre­lerine, maden kaynaklarına, askeri alanlara ve özellikle sanayi bitkilerinin ekildiği tarım alanlarına kadar yayılmalarına olanak tanımıştı, Bunun dışında kalan, ülkenin bir çok şehri ve kırsal kesiminin neredeyse tamamı emperyalist denetimden uzak du­rumda bulunuyordu. Tabi toplumsal doku ve sınıfsal yapılarda da feodalizm tamamen hakim durumda bulunuyordu. Emperya­listler yarı sömürge ülkenin sınıfsal yapısını kendi gelişimine engel olduğu oranda etkide bulunuyor, yan sömürgede oluşan doğal ekonomiye özgü sınıf ve katmanları kendisine komprador olarak bağlamayı tercih ederek mevcut sınıfsal dokuda yaygın bir değişime yol açmıyordu.

Yeni sömürgecilikte ise pazarı genişletmek amacıyla ülke­nin kırsal kesimleri de dahil her karış toprağının satılacak ürün­lerle dolması gerekiyordu. Bu da ülkenin tamamında meta ve sermaye dolaşımını güvenli hale getirecek bir denetimi zorunlu kılıyordu. Bu ihtiyaçla birlikte, yeni sömürge döneminde, daha önce görülmemiş bir denetim ile idari ve askeri merkezileşme yaşanmıştır.

Sermaye ihracının yarattığı sanayileşme halk açısından re­fah seviyesinin nispi olarak artışını sağlıyordu. Nispi refah artı­şıyla kurulmaya başlayan denklem, meta pazarının genişleme­siyle devam ediyordu. Meta pazarının genişlemesi bir yandan kârların artışına neden olurken, diğer yandan yükselen sermaye birikimi nedeniyle kâr oranlarının düşüşünü hızlandırıyordu. Bu da sermayenin krizini çözmüyor, daha da ağırlaştırıyordu. Marks’ın büyük titizlikle ortaya koyduğu ‘Azalan Kâr Oranlan Yasası’ kapitalist dünya ekonomisinin peşini bırakmıyordu.

Devletin himayesindeki İşbirlikçi Tekelci Burjuvazi eliyle ‘yukarıdan aşağıya’ örülen kapitalist üretim ilişkileri, kendi do­ğal seyriyle -yani emperyalizmin kontrolünde değil de bir burjuva devrimiyle gelişmediği için, çarpık bir yapıya sahip oluyor­du. Yaşanan kapitalist gelişimin çarpıklığı, Avrupa’dakine ben­zer bir burjuva demokrasisini doğurma imkanından uzak oluşu, yeni sömürgelerin üretim ve diğer sosyal organizasyonlarının te­mel karakterini oluşturuyordu. Emperyalizmin kontrolünde İş­birlikçi Tekelci Sermaye tarafından gerçekleştirilen sanayileşme devletin oynadığı rolle birlikte merkezi güçlü otoritenin hakim olması sonucunu doğurmuştu. Daha önce değindiğimiz biçimler altında kontrol altına alınan yeni sömürge devletler ve onların tekelcileştirilen sermaye grupları, ellerinde bulundurdukları merkezi otoriteyle emperyalizmin çıkarlarına uygun olarak ül­keyi yönetmektedirler.

Bir sınıf olarak burjuvazinin gelişim sürecinin feodalizmle köklü bir sınıfsal mücadeleye dayanmaksızın boy vermeye baş­laması, bu iki sınıf arasında yeni sömürgelere has bir dengenin kurulmasına neden olmuştur. Feodal kalıntıların, ekonomik alandan tamamen sökülüp anlamaması, ve sosyal alanda ise fe­odal kültürün varlığını oldukça güçlü bir şekilde sürdürmeye de­vam etmesi, tekelci burjuvazinin ülkeyi yönetirken feodal kalın­tıları dikkate almasını gerektirecek bir zorlamayı oluşturuyordu. Zaten, yeni sömürge ülkelerde burjuva demokrasisi anlamında bire bir demokrasinin yaratılamamış olmasının nedeni de, İşbir­likçi Tekelci Burjuvazinin feodal kalıntılarla girmek zorunda kaldığı bu uzlaşmada aranmalıdır. İşte bu dengeler içinde kuru­lan yönetimlerin yeni sömürgelerde aldığı biçimleniş de Oligarşik Diktatörlüktür.

Yeni sömürgeciliğin gelişiminin kavranmasında en önemli basamaklarda;bir tanesi de Fordist üretim modelidir. Yirminci yüzyılın ilk 25-30 yılı içinde geliştirilen fordist üretim modeli Taylarizmin makineli üretime adapte edilmesiyle geliştirilmiş bir sistemdi. “Taylorist bilimsel yönetimin esası, el zanaatçısının tek başına bir ürün üzerinde artarda bir dizi işlem yapmasından farklı olarak, tüm işlemi her biri ayrı işçi tarafından yapılmak üzere çeşitli parçalara ayrıntılandırılması yani işbölümüne gitmesindedir. İş bölümü ile bir yandan işçinin işin bütünü üzeri­nde bilgi sahibi olarak üretim kontrol etmekten dışlanması, di­ğer yandan sürekli aynı işi yaparken uzmanlık kazanarak üret­kenlik artışı sağlanması amaçlanmıştır.”

Ford fabrikalarında uygulanmaya konulan ve Taylor tara­fından önerilen ‘Bant Sistemi’ ile de emek gücünün üretkenliği­ni artırarak, artı değer oranın yükselten bir sistem olarak yaygın­lık kazandı. Bu sistem reel üretimi artırdığı için işçilerin ücret­lerinde de göreceli bir iyileşmeye neden olarak tüketim hacmi­nin de genişlemesine olanak tanımıştır. Bir başka değişle fordist üretim modeli hem üretimin hem de tüketimin artışına imkan ta­nıyarak sermaye birikim sürecine yeni olanaklar sağlamıştır.

Fordist üretim sistemi ile makineleşen üretim hattı, kayan bir bant üzerinde bütün işlemlerin yapılmasına dayanıyordu. İş­çi bu sistemde kendi fiziksel yeterlilikleri yerine makinenin ça­lışma ritmine uyuyor, makinenin bir uzantısı, değersiz bir parça­sı haline indirgeniyordu. Makine ile işçi arasında doğrudan bir ilişkinin kurulduğu bu hat, mamulün standartlaşmasına elver­mekte ve kitle üretiminin teknik koşullan bu sayede yakalan­maktaydı. Oluşturulan ayrıntılı iş bölümü ve standartlaştırılmış üretim sayesinde aynı maldan daha fazla üreterek birim maliyet­leri aşağıya çekmenin yolunu bulan sermayedarlar kâr oranları­nı da muazzam boyutlarda artırmayı başardılar. “Böylece Fordist üretim sistemi sağladığı üretim artışı ile istikrarlı, büyük pa­zarlar ve yüksek talep arasındaki karşılıklı uyumu sağlayan ulu­sal ve uluslararası iktisadi ve siyasi düzenleme mekanizmaları ve kurumsal yapılar sayesinde Fordist sistem 1945-1970 yıllan arasında, gelişmiş ve egemen üretim sistemi olabilmek koşullarına tam olarak kavuştu.”

Bant sisteminin sonuçlarını şu şekilde de özetleyebiliriz;

  1. a) İş süreci olağan üstü yoğunlaştı,
  2. b) Tüketim ve ara mallar sanayi gelişti,
  3. c) Sistem nitelikli emeğe duyulan ihtiyacı azalttı,
  4. d) üretimin yoğunlaşması, işçinin gerçek ücretinde artış sağladı, iç pazar genişledi,
  5. e) çok geniş bir taban üzerinde üretimde bulunmanın ko­şullan doğdu, dev fabrikalar kuruldu.
  6. f) Yeni sömürgeci yöntemlerin yolu açıldı.

Bu sistemin işçiler üzerinde etkili olan bir de sosyal yönü vardı ki burjuvazi tarafından kısa sürede fark edilerek kullanıla­caktı. İşçi, üretimin bütünü ile ilgili her türlü bilgiden yoksun bı­rakılmış olması ve karar mekanizmasının tümüyle fiili çalışma ortamının dışına çıkartılarak işçiden koparılmış olması nedeniy­le kendi muhatap olduğu çalışma koşullan karşısında edilgen bir role itiliyordu. İşçi gününün büyük bölümünü geçirdiği böyle bir ortamın koşullarını zaman içinde yaşamının diğer alanlarında da yadırgamadan kabul etmekte fabrika dışında da yaşamını belirleyen olaylar karşısında aynı dışlanmışlık ve pasifliğin cen­deresinden özel bir çaba sarf etmediği sürece çıkamaz duruma getiriliyordu.

Fordist sistem sağladığı tüm olanaklara rağmen 1970’li yıl­lara gelindiğinde krize girmiş ve zaman içinde yerini bugün post-fordizm olarak adlandırdığımız üretim organizasyonuna bı­rakmak zorunda kalacağı çıkmaza düşmüştür. Emperyalizmin, 1970’li yıllardan bu yana çeşitli nedenlerle atlatamadığı kriz or­tamı kapitalist üretimi bütünüyle sarmıştı. Fordist üretimin kapi­talizme büyük olanaklar sağladığı 1950-1970 yılları arasında, iş sürecinde ve üretimde önemli ölçüde yoğunlaşma yaşanmıştı. Ancak bu yoğunlaşma bütün sektörler ve hatta bazen aynı sek­törün bütün bantları için eşit miktarda avantaj sağlamaktan ol­dukça uzaktı. Bu durumun yarattığı en çarpıcı gelişme ise, deği­şik iş yoğunluklarına sahip işlem/montaj aşamalarının verimli­liklerinin birbirinden oldukça farklı oranlarda etkilenmiş olma­sıdır. örneğin kayan bant üzerinde çalışma ilkesi, en başından beri değişik iş yoğunluğuna sahip işlem/montaj aşamalarında bir sorun olarak görülüyordu. Ancak bu sorunun hayati bir hal al­ması gelişen teknolojiyle bazı montaj aşamalarındaki verimlili­ği aşırı artırması ile meydana gelmiştir. Eşit yoğunlukta olma­yan işlerin varlığı bazı noktalarda aşın yığılmalara veya yan mamul yokluğundan boş beklemelere daha fazla sebep olmaya başlamıştı. Gerek makinenin yan-mamul beklerken, gerekse ya-n-mamulün makinelerin arasından gidip gelirken geçirdikleri ‘boş zaman” sistemin en önemli verimsizlik nedenini oluşturu­yordu. örneğin, ABD otomobil sanayiinde çatışma süresinin yüzde 23’i bu tür beklemelerle geçtiği tespitleri yapılıyordu. Bu­nun yanında planlamanın, üretimin, kalite ve standart kontrolü­nün de birbirinden ayrı olarak ele alınması koordinasyonda so­runlar meydana getirerek hatalı üretimi artırıyordu. Sistem, için­de barındırdığı bu hata ve verimsizlik maliyetlerini tüketim ya­pılabildiği oranda kapatma gayreti içine girmişti. Ancak 1970’li yıllarda pazarda doyma eğilimleri kendisini göstermeye başladı. Fordist sistem, kütlesel üretime dayanan yapısıyla geniş ve istikrarlı bir pazara, belirli çeşit ve kalite standartlarına uygun, ucuz mal üreterek işliyordu. üstelik bu malların önemli bir kısmı, ser­mayedarlar tarafından ‘dinamik ürünler’ olarak isimlendirilen otomobil, elektrikli dayanıklı tüketim mallan, transistor, kon­feksiyon ve benzeri ürünlerden oluşuyordu.

Ancak belirli bir eşikten sonra, pazarın bu tür mallara doymasıyla bir tüketim darboğazı gündeme gelip oturmuştu. Bunun anlamı ise, pazarın daralması, talebin azalması, işletme verimli­liklerinin ve kâr oranlarının düşmesiydi. Kâr oranlarında yaşa­nan düşüş o güne kadar işçilere tanınan nispi refah paylarında da bir düşüşün yaşanmasına neden olurken, diğer yandan işçiler de fordist sistemin oluşturduğu yoğun çalışma temposuna daha açık tepkiler göstermeye başladılar. Yaygınlaşan işçi eylemleri, grev ve fabrika işgallerine kadar yayılınca sermayedarlar için, yaşanan kriz daha da tahammül edilmez bir hal almaya başladı. İşte bu andan itibaren ise, o döneme kadar katlanılan hata ve ve­rimsizlik maliyeti önemli oranlarda artarak ekonomiler için cid­di bir yük haline gelmiş III. Bunalım Dönemi sorunlarıyla bir­likte derinleşme ivmesini hızlandırmıştı.

Kapitalist dünya ekonomisinin 1970’li yıllardan bu yana yaşadığı krizin çok çeşitli değişikliklere yol açtığı ve kapitalist ekonominin bu süreç içinde yeniden yapılanmaya zorlandığı bi­linen bir gerçektir. 2. Paylaşım Savaşı’ndan 1970’li yıllara kadar yaşanan ekonomik gelişmeler kapitalizm için gerçekten de son derece önemli olmuştur. “Bu yıllarda birim sermaye başına dü­şen çıktı miktarı, kapitalizmin tarihinde en yüksek oranlarda olmuştur.”

Esasında kapitalizmin krizi, 1960’larda ilk belirtilerini gös­termeye başlamıştı. Bu yıllarda kendisini ciddi olarak gösteren aşın üretim krizi ve hemen ardından da kar oranlarının ani dü­şüşü 1970’lerde başlayıp hala aşılamamış krizin öncü belirtileri­ni oluşturuyordu. 1960’lann ortasından itibaren ise elde edilen karların, sermayeye oranı -Sermayenin Geri Dönüş oranı- 10’ar yıllık dilimlere bakıldığında önemli düşüşler göstermektedir. (Tablo: 1) OECD tarafından da doğrulanan bu gelişim, sanayi üretimini doğrudan doğruya etkileyen bir unsur olarak, kısa sü­re içinde etkisini göstermiş ve sanayi üretiminin artış hızı da düşmeye başlamıştır. (Tablo: 2) örneğin savaş sonrasının en hızlı büyüyen ekonomisi olan Japonya’da 1960-1970 arasında yüzde 15.9 olan sanayi üretimi 1990 yılına kadar sürekli azalmış ve 1990 yılının ilk yansında yüzde 3,9’a kadar gerilemiştir. 70’li yıllarda boy gösteren kriz fordizmin biçim değiştirmesini sağla­makla birlikte 1929 krizinden bu yana kapitalist dünyaya hakim olan Keynestçi anlayışında değişmesine neden oldu. Ekonomiye sürekli devlet müdahalesini öngörerek kapitalist karlılığın artırı­lacağı temeline dayanan Keynestçi politikalar, yaşanan tıkanık­lıkla birlikte yerlerini neo-liberalizme bırakmaya başlamıştı. Ekonominin dışsal hiçbir müdahale olmadan kendi dinamikle­riyle ve serbest piyasa(!) koşullarında kendi dengelerini oluştu­racağı düşüncesine dayanan neo-liberal görüş, devletin o güne kadar iktisadi ve sosyal alanda var olan etkisinin tamamen yok edilmesi politikalarını içeriyordu. Bu düşünüşün varacağı sonuç ise bugün sıkça karşılaştığımız ‘devletin küçültülmesi’, ‘sosyal devletin sona erdirilmesi’, ‘özelleştirme’ ve ‘serbest piyasa’ po­litikalarında özetlenebilmektedir.

Bu anlayışın 1980’lerin başında gözüken siyasal yansıması ABD’de Reagan, İngiltere’de ise Thatcher olarak gelişmiş, ve emperyalizmin politikaları bu tarihten itibaren neo-liberalizm imzasını taşımaya başlamıştır. Bu gün de içinde çıkılmaz bir

İmalat Sanayiinde Sermayenin Geri Dönüş Oranlan (%)

……………1960 Ortası…. 1970 Ortası…. 1982

ABD………. 22.2…………. 16.8…………. 10.6

Japonya….. 36.5…………. 26.4…………. 21.5

Almanya….. 20.9…………. 15.7…………. 11.7

Fransa……. 15.6…………. 16.0…………. 9.5

İngiltere….. 13.6…………. 8.1………….. 5.5

İtalya…….. 18.3…………. 15.3…………. 16.1

Tablo l

Sanayi üretiminde Yıllık Artış (%)

……………1960-70…. 1970-80…. 1980-90

ABD………. 4.9…………. 3.3…………. 2.6

Japonya….. 15.9………… 4.1…………. 3.9

Fransa……. 5.2…………. 2.3…………. 1.8

Almanya….. 6.0…………. 2.3…………. 1.0

İtalya…….. 7.3…………. 3.0…………. 1.3

İngiltere….. 2.9…………. 1.1…………. 1.8

 

cendere gibi gözüken neo-liberal saldırılar, dünyanın emperya­listler tarafından şekillendirilmek istenmesinde hala etkin bir araç olarak kullanılmaktadır.

Yapılan Yorumlar
Bir Yorum Yapın