MAI: Yeni Sömürgeciliğin Anayasası

 MAI: Yeni Sömürgeciliğin Anayasası

Giriş

İkinci paylaşım savaşı ile birlikte içeriği önemli ölçüde değişen emperyalist sömürü, dönemsel olarak elde ettiği nispi rahatlama ile kendisine yeni açılımlar anyon Uluslararası sermaye, savaştan bu yana sömürgeci politikalarım daha inceltilmiş biçimlerde yürütüyor. çok çeşitli askeri, politik, ekonomik, ticari, mali ve ideolojik yöntem ve manevralara başvuruyor. Doğu blokunun yıkılması ile birlikte dünyanın tek kutbunun kendisi olduğu zannıyla hareket eden uluslararası sermaye, yeniden kurduğunu düşündüğü oyunun taşlarını hızla dizmeye çalışıyor.^*) Sermaye bu süreçte artan bir hızla kendisine yeni ve daha kapsamlı bir hareket alam yaratmaya uğraşırken, ortaya atılan plan “çok Taraflı Yatırım Anlaşması” (Multilateral Agreement an Invenstments – MAI) veya yeni adı ile “Yatırımlar İçin çok Taraflı Bir çerçeve” (Multilateral Frome on Invenstment -MFI) olarak karşımıza çıkıyor. MAI’nin içyüzü, ne olduğu ortaya çıktıkça da küreselleşme denilen emperyalizmin yeni saldırısının, toplumu, bireyi ve çalışan halk kesimlerini ne ölçüde yok saydığı daha bir netlik kazanıyor.

üzerindeki tartışmalar hâlâ devam eden MAI, ulusal ekonomilere ve en başta da işçi sınıfı olmak üzere tüm dünya halklarına yönelik yeni bir saldın olarak gelişiyor. MAI kapsamı öylesine geniş tutulmuş bir anlaşmadır ki, etki alanı işçi sınıfından, çevre kirliliğine, kültürel değerlerden, hukuksal çerçeveye ve yaşamın tüm gözeneklerine, “sosyal” olan her şeye nüfuz ediyor. Anlaşma bu içeriğiyle emperyalizmin bugüne kadar gerçekleştirmeye hazırlandığı en kapsamlı yeniden yapılandırma hamlesi görünümünde. Emperyalizmin böylesine kapsamlı bir şekilde saldırıya geçmesi esas itibariyle tedirgin edici bir unsur olurken buradan çıkartılabilecek yegane olumlu yön, toplumsal ve uluslararası muhalefetin ortak bir payda etrafında birleşme olanağı yakalayabilecek olmasıdır. Ekonomik, kültürel, siyasal ve her türlü sosyal yaşam alanım etkileyecek olan MAI, bu içeriği ile uzun yıllardır bir türlü aynı ortak paydalar altında birleşemeyen, ve dağınıklığı ile dönüştürücü bir güç olma potansiyelini zayıflatan yerel ve uluslararası muhalefetin bir araya gelebilmesi için uygun bir zemin yaratmaktadır. Ve yaşanan gelişmeler bu olanağın iyi kullanılmaya başlandığının işaretlerini taşımaktadır.

Uzun yıllardır toplumlara dayatılan bireycilik, insanları sosyal alana ve sosyal olana karşı giderek daha duyarsız bir hale getirirken, toplumsal kesimler ve çeşitli muhalefet odaklan birbirlerinin sorunları ile ilgilen(e)mediği duruş noktalarına itilmişti. Gerçi bugün de bu durum ortadan kalkmış değildir. Ancak MA1 karşıtı platformlar bünyesinde yaşananlar bu durumun bir kader olmadığının da bir göstergesidir. Toplumsal muhalefetin çok parçalılığı ve bu muhalif kesimlerin farklı taleplerinin birbirinin önünü kesmesi ile yaşanan dağınıklık, MAI gibi her kesimin sorunlarını derinleştirecek olan bir dayatmayla, daha doğrusu bu dayatmaya karşı birleşerek aşılabilecektir.

Bu yönüyle, emperyalizm yıllardır oynadığı oyunu yine kendisi bozdu. Muhalif kesimleri parçalayabilmek için oldukça önemli çabalar ortaya koyan emperyalist merkezlerin istisna göstermeksizin tüm muhalif kesimleri rahatsız edecek böyle bir anlaşmayı ortaya sürmekle kendi içinde ciddi bir hesapsızlık yaptığı anlaşılmaktadır.

Tabi ki bu hesapsızlığın altında yine emperyalizmin 90 sonrası içine düştüğü zafer sarhoşluğu etkili olmuştur. Bir anda tarihin sonlandığı ve dünyanın kapitalizmin cenneti haline geldiği zannıyla dizginlerini salıveren uluslararası tekeller, peş peşe gelen istikrarsızlıklar ve uluslararası düzlemde, MAI’ye karşı gelişen ciddi tepkiler sonucu rüyadan uyanmaya başlamışlardır.

Yaşanan istikrarsızlıklar emperyalistler açısından öylesine acı sonuçlar doğurmuştur ki, dönemin ünlü ideologu, meşhur (!) “Tarihin Sonu’1 tezinin sahibi Fukuyama, aradan geçen yılların tezini çürüttüğünü ve tarihin akmaya devam ettiğini itiraf etmeye başlamıştır. Burjuvazi rüyadan uyanmaya başlarken, elbette ki bizlerin de yapması gereken en başta yaşanan süreçten sonuçlar çıkartmak olmalıdır.

MAI karşıtı platformlar toplumsal muhalefetin ortak paydalarda birleşememe sorununu çözecek sihirli değnek değildir. Ancak ortak muhalefet paydasının oluşturulmasında önemli bir örnek olarak karşımıza çıkmaktadır. Zira oluşturulan platformların MAl’nin görüşmelerden çekilmesini sağladığını bir kez daha hatırlatırsak bu örneğin önemi de daha iyi anlaşılacaktır.

MAI’ye Yeni Makyaj Arayışları

Uluslararası sermaye. Ekim Devrimi’nden sonra uzunca bir süre uluslararası platformlarda vermek zorunda kaldığı tavizlerin acısını çıkartırcasına saldırıyor. Yarım yüzyılı aşkın bir süredir, uygulayarak geliştirdiği Yeni Sömürgeci metotlarının yeni ‘çerçevesini’ oluşturmaya çalışan uluslararası sermaye, MAI ya da MF1 ile amacına ulaşmaya çalışıyor. Tekellerin ve yeni sömürgeciliğin anayasası olarak hazırlanan MAI uluslararası kamuoyunun gündemine girdiği 1998 yılının Nisan ayından bu yana oldukça ciddi bir muhalefetle karşılaşmış ve önce askıya sonra da rafa kaldırılmak zorunda kalmıştı. MAI’nin müzakerelerden çekilmesine kadar varan gelişmelerde, uluslararası kamuoyunun tepkilerinden sonra etkili olan bir diğer faktör de Ekonomik Kalkınma ve İşbirliği Teşkilatı (OECD) üyelerinin kendi aralarında yaşadıktan sorunlar olmuştur.

Emperyalistler arasında bu tür uyuşmazlıkların olması çok doğal. Uluslararası platformda birbirleriyle çakışan hedeflere sahip bulunan bu ülkeler, aynı zamanda kendi ekonomilerini koruma altına alma ihtiyacı duyuyorlar. Küreselleşme ve serbest ticaret yaygaralarıyla kendileri dışındaki ülkelere, her türlü korumacılığı ve sınırlamayı yasaklayan emperyalist merkezler, kendi aralarındaki ilişkilerde tam bir korumacı mantık güdüyorlar. özellikle tarım alanında AB ve ABD arasında yaşanan sorunlar uzun zamandır gündemde olan bir konu. MAI bir kez daha söz konusu sorunların emperyalist merkezler arasında alevlenmesini sağladı. Zaten ne zaman bu düzeyde bir uluslararası anlaşma veya örgütlenme oluşturulması için taraflar bir araya gelseler benzer sorunlar yaşanmaktadır. Nitekim, gerek WTO, gerek GATT vb. birlikler oluşturulurken de benzer sorunlar yaşanmıştır. Bir başka deyişle uluslararası sermaye ne zaman bir birlik veya anlaşmadan söz etse benzer sorunlarla karşılaşmış ve bu sorunları bir şekilde aşmayı başarmıştır. MAI ise bu yönüyle diğerlerinden ayrılan bir süreç oluyor. Yani bu kez sorunlar kolayca aşılamamıştır. İşte uluslararası muhalefetin nasıl bir etki yarattığı da bu noktada açığa çıkıyor. Zira, emperyalist merkezler, dışarıdan gelen bu tazyik olmasaydı daha önce olduğu gibi M Al ile ilgili sorunları da muhtemelen yine aşabileceklerdi. Uluslararası muhalefet sürecin tıkanmasında katalizör görevi görmüş, söz konusu ülkelerin sorunlarının çözümü için onlara fırsat tanımadığı gibi, onların sorunlarını derinleştirmiştir.

özellikle AB ve ABD arasında ciddi uyuşmazlıklar içeren MAI metni, yaşanan başarısızlığın ardından sorun oluşturan noktaların törpülenmeye çalışıldığı yeni bir içerik ve yeni bir isimle (MFI) tekrar hazırlanmaya çalışılıyor.

Uluslararası sermaye bir yandan MAI’ye çeki düzen vermeye çalışırken diğer yandan da boş durmuyor. Bu süre içinde MAI’nin çeşitli hükümlerini değişik ikili anlaşmalar aracılığıyla yeni sömürge ülkelerin karşısına çıkartmaya devam ediyor. Bu nedenle MAI karşımıza sadece MFI olarak çıkmıyor. Emperyalist ülkeler, MAI’ye ilişkin ilk tepkilerin duyulmaya başlamasından itibaren, tek tek ikili anlaşmalarla MAI’nin kimi hükümlerini içeren şartnameleri yeni sömürge ülkelere kabul ettirmeye başladılar. MAI’nin kimi hükümlerini içeren şartnameleri yeni sömürge ülkelere kabul ettirmeye başladılar. MAI’nin en önemli hükümlerinden biri olan “Uluslararası Tahkim” de yeni sömürge ülkelere dayatılan MAI hükümlerinden biri. Ve daha şimdiden pek çok yeni sömürge ülkeye Uluslararası Talikim anlaşmaları imzalatılmış bulunuyor. Türkiye de bu ülkelerden biri olarak enerji gibi hayati bir sektörde uluslararası tahkimi kabul etmiş bulunuyor. Kurulan yeni hükümetin ekonomik kurmaylarının işe soyunur soyunmaz yaptıkları açıklamaları da dikkate alacak olursak Türkiye’nin emperyalizmin hegemonya aracı olan tahkim konusunda epeyce yol almaya hazır olduğu söylenebilir. MAI’nin can daman olacak olan bir hükmü üstelik enerji gibi stratejik bir sektörde şimdiden kabul etmiş olan Türkiye, önümüzdeki dönemde daha pek çok sektörde tahkime boyun eğdirilecektir.

MFI makyajı ile tekrar masaya sürülmeye hazırlanan MAI’nin en fazla tepki çeken bir kaç özelliğinin de hazırlanan metinde değiştirildiğini görüyoruz. öncelikle MAI görüşmeleri sadece 29 üyesi bulunan OECD’de yürütülürken MFI görüşmeleri dünyadaki bir çok ülkenin üyesi olduğu Dünya Ticaret örgütünde (WTO) yürütülmektedir.

Bu kez de Avrupa Birliği Komisyonu tarafından gündeme getirilen içi eski dışı yeni MFI, bu isim değişikliği ile MAI’nin uğradığı yıpranmışlığı da üzerinden atmaya çalışıyor. MFI, Avrupa merkezli bir ambalajla diğer emperyalist ülkelerin dikkatine sunulurken, tekellerin ve yeni sömürgeciliğin yeni anayasası olmaya adaydır. MFI’den dönüp de değişen nedir diye MAFye baktığımızda sadece biçimsel iki fark görüyoruz. Bunlardan ilki isim diğeri ise görüşmelerin adresi. Kuşkusuz bunların dışında da anlaşmanın üslubu ile ilgili bazı değişikliklere gidilebilir. Ancak her ne olursa olsun emperyalist devletlerin anlaşmanın içeriğinden ödün vereceği beklenmemelidir. MFI görüşmelerinin 1999 sonunda başlayacağı belirtiliyor. Tabi görüşmelere kadar geçecek zaman sadece MAI’nin ambalajlanması için harcanmayacak. Avrupa Birliği Komisyonu daha şimdiden MFI’nin MAI’nin akıbetine uğramaması için alınması gereken tedbirleri sıralıyor, Tabi bu tedbirlerin başında da kamuoyunu yanına çekmeyi amaçlayan önlemler yer alıyor.

Emperyalist merkezler yeni stratejik saldırılan kapsamında hazırlanırken MAI’den dere alarak yola çıkmaya çabalıyorlar. Ancak süreci en esas ders çıkartacak olan demokrasiden ve bağımsızlıktan yana güçlerdir. Emperyalizmin hedefi herkesin malumu, Bundan sonraki adı ne olursa olsun uluslararası sermayenin hedeflerinin omurgasını MAI oluşturacaktır. Bunun için MFI’yi tanımak ve karşı durmak da MAI’yi tanımak ve karşı durmaktan geçiyor. Bugün elimizde MFI ile ilgili ayrıntılı bilgi çok fazla değil, ama MAI ile ilgili neredeyse her şeyi biliyoruz. Bunun için MFI’yi anlatmanın en iyi yolunun MAl’yi anlatmak olduğunu düşünerek MAI ile ilgili bilgileri toparladık. Böylece emperyalizmin, MFI ile neyi hedeflediğini daha iyi anlatabileceğimizi düşündük.

 

Sermaye Yeni Yasalarını Arıyor

Yeni Dünya Düzeni’nin masalsı çekiciliği Uzakdoğu başta olmak üzere dünyanın çeşitli yerlerinde yaşanan krizlerle dağılırken uluslararası sermayenin bir başka planı da bozuluyor. Sovyetler Birliği’nin dağılmasının ardından uluslararası arenada tek güç odağı olarak kalan kapitalist blok, yeni koşullarla birlikte hız verdiği yeniden yapılanma arayışlarına önce MAI ile sonra da MFI ile -dönemsel- son noktayı koymaya çalışıyor. Küreselleşme kavramının uluslararası bir hedef olarak gündeme getirildiği günden bu yana sınırlan kendi ulusal sınırlarını çoktan aşmış olan sermaye çevreleri, mali, ticari ve sanayi hareketlerinin sınırlandırılamayacağı bir dünya için epeyce uğraş veriyorlar. önündeki engellerin ortadan kalkması ile mevcut uluslararası örgütlenmeler içine sığamaz duruma gelen uluslararası tekeller, bugün kendisine IMF, WTO, Dünya Bankası ve NAFTA’nın tanıdığı haklardan çok daha fazlasını arıyor. Aranan kendileri lehine alabildiğine genişletilmiş ortak bir kanun; yani oluşturulması öngörülen şey; “Tek bir küresel ekonomi için ortak bir anayasa”.

Tabi bu öngörü öncelikle dünyanın tek bir küresel ekonomiye sahip olduğu ve bundan sonra da varolanın sadece bu olacağı beklentisine dayanıyor. 1990 yılına kadar yaşanan ekonomik göstergelere bakıldığında gerçekten de tıpkı 1890-1914 yılları arasında olduğu gibi, sermayenin küreselleşmesinden söz edilebilir. Böyle bir olgunun varlığından söz edilebilir edilmesine de, unutulmaması gereken bu eğilimin de daha önceki gibi er ya da geç sona ereceğidir. Nitekim son ekonomik göstergeler küreselleşmenin yani, dış ticaret hacmi, yabancı sermaye akışı ve yabancı sermaye yatırımlarına ilişkin göstergelerin, 1990 yılından bu yana hızla daralma gösterdiğine işaret ediyor.

özellikle 1986-1990 yıllan arasında dünya ekonomisine ait verilere baktığımızda, açıkça küreselleşme diyebileceğimiz bir büyüme eğilimi gözlenebiliyor. Dünya ekonomisinin üretim kapasitesini gösteren bir değer olan GSMH (Gayri safı milli hası-la)’nın bu dönem içinde % 10’u aşan bir artış gösterdiği görülüyor. Bunu takip eden verilerde ise ihracatın % 14 ve daha da önemlisi yabancı sermaye yatırımlarının % 25 dolayında arttığı gözlemlenebiliyor. Aynı dönemdeki iç yatırımların oranı ise % 10 civarında dolaşıyor. Bu verilere bakan herkes oldukça önemli bir küreselleşme hareketinin yaşandığım açıkça söyleyebilir.

1990 yılına kadar yaşanan bu gelişmeye bakarak dünyanın uzun ve mutlak bir küreselleşme dönemine girdiğini söylemek, dereyi görmeden paçaları sıvamak anlamına gelecektir. Zira, bu dönemi takip eden 1991-1996 yıllan arasında dünya ekonomisindeki eğilimler değişmeye başlamıştır. Bir önceki dönemde küreselleşmenin kanıtlan olarak sunulan verilerin hepsinde ciddi düşüşlerin yaşandığı 1991-1996 yıllan, ne ilginçtir ki küreselleşme çığırtkanlığının alabildiğine arttığı yıllar olmuştur. Tıpkı karanlıktan korkan bir adamın ıslık çalarak bu korkusunu yenmeye çalışması gibi, dünya ekonomisinde ‘daralma eğilimi gören burjuva ideologları ve uluslararası sermayede küreselleşme çığlıkla-n ile bu korkusunu aşmaya çalışmaktadır. Elbette ki korkunun ecele faydası olmadığı gibi bu çığırtkanlıkların da küreselleşmenin sonunun gelmesine faydası olmayacaktır. özellikle 1996 yılı verilerine bakıldığında bu olgunun ne kadar gerçek olduğu daha da iyi anlaşılmaktadır. 1996 yılı verilerine bakıldığında göze batan en çarpıcı değer, iç yatırımların (GSSS Oluşumunun) başta yabancı sermaye yatırımları olmak üzere diğer bütün verilerden daha fazla artış göstermiş olmasıdır. Bu dönemde yabancı sermaye yatırımları % 10 seviyelerine gerilerken, iç yatırımların oranı % 13’lere çıkmıştır. Sadece bu veri bile sermayenin kabuğuna çekilmeye başladığının tek başına ispatını sunarken bunu destekleyen bir diğer veri de % 4 oranıyla ihracatın uzun yıllardır ilk kez dünya GSMH’sının yani dünya üretim kapasitesinin altına inmiş olmasıdır. Bu göstergenin bir diğer ifadesi ise, üretilen malların satılamaması yani aşın stoktur Toparlayacak olursak

1986-90 yıllan arasında % 14 olan ihracat % 4’e, % 25 olan yabancı yatırımlar % 10’a ve GSMH % 10’dan % 6.5’lere gerilerken iç yatırımların % 10’dan % 13’e yükseldiği görülmektedir. Bu verilerin tercümesi ise küreselleşme değil, dünyayı saran bir daralmadır. (İlgili grafik 73. sf.’daki eklerdedir.)

Şimdi, bunca verinin ardından konunun MAI ile ilgili kısmına gelirsek; anlaşılacağı gibi uluslararası sermaye muhtemelen yeni bir daralma dönemiyle daha karşılaşacaktır. üstelik dünyadaki yabancı sermaye akımları içinde, yeni sömürge ülkelere giden pay giderek anmaktadır. “1996 yılında üçüncü dünya ülkelerinin aldıkları pay sermaye toplam yatırımların % 40’ına tekabül ediyor. üçüncü dünya ülkeleri, toptan yabancı sermaye yatırımlarından hiçbir dönemde bu denli büyük pay almış değil”‘1* Dünya ekonomisinin bir yandan daralmaya başlaması diğer yandan da yabancı sermayenin önemli bir miktarının yeni sömürge ülkelerde bulunması tek bir küresel ekonomi İçin ortak yasaları, uluslararası sermaye için zorunlu hale getirmiştir. Sistemin mevcut mekanizmalarıyla da bu daralmayı aşamayacağının farkında olan uluslararası sermaye, krizinin derinleşmesi muhtemel olan önümüzdeki dönem açısından bir çıkış yolu arıyor. Bunu ise önündeki sınırlarını tamamen ortadan kaldırıldığı, sermayenin yatırım yapmak için sürekli teşvik edildiği bir çerçevede kurgulamakta. Emperyalist merkezler bu gidişin daha 1990’lı yıllarda farkına varmışlardır kuşkusuz. Ve saldırıya gecikmeden başlamışlardır da. Saldırının bir yönü, sönmekte olan küreselleşmenin, mutlak ve gelişen bir eğilim olduğu yönündeki ideolojik aldatmacasının tüm dünyaya kabul ettirilmesi şeklinde gelişirken, diğer yönü ise, öngörülen dünya yapılanmasına ait kurumların oluşturulması şeklinde yürütülüyor.

Uluslararası sermayenin çıkış formülü olarak ortaya attığı plan MAT’dir. Kapanan dünya ekonomisinde riskleri yeni sömürge ülkelere doğru genişletecek ve buralardaki yabancı sermaye varlığını daha rahat denetlenebilir hale getirecek bir kurumsal yapı oluşturmak için kollarını sıvayan uluslararası sermaye 1995 yılıyla birlikte MAI’yi yaratmak için çaba harcıyor.

Uluslararası sermayenin büyük umutlar bağlayarak herhangi bir gürültüye zaman bırakmadan büyük bir gizlilik içinde 1995 yılından beri, OECD ülkeleri arasında görüşmeler ile hazırlamaya çalıştığı MAI, konu ile ilgili bilgilerin uluslararası kamuoyuna sızdırılmasıyla anlaşıldı ki tam da yukarıda saydığımız hedeflerle örtüşen bir içeriğe sahip. Yani, uluslararası düzeyde seyreden her türlü sanayi, ticari ve mali hareketin önünü, ulusal devletin zayıflatılarak açılacağı bir sermaye liberalizasyonu. özünde “ulusal” devlet erkini zayıflatarak ulusal pazarın her türlü ekonomik harekete sınırsızca açılmasını hedefleyen ve ulusal devleti uluslararası sermayenin memuru yapan MAI, bu temele oturan niteliği ile yeni sömürgeciliğin anayasasını temsil ediyor.

Süreç Nasıl Başladı?

MAI’nin OECD üyelerinin hedefleri arasına girmesi aslında görüşmelerin başladığı 1995 senesinden çok daha öncelere dayanıyor. Eski adı Gümrük Tarifeleri ve Ticaret Genel Anlaşması (GATT) olan WTO bünyesinde Uruguay Round’u olarak anılan “çok Taraflı Ticaret Görüşmeleri” ile 1986 yılında başlayan sürecin1 ilk ayağı 1993 yılında sonuçlanmış bulunuyordu. Yürürlüğe girmesi 1995 yılını bulan çok Taraflı Ticaret Görüşmeleri ‘nin “çok Taraflı Yatırım Anlaşması” ile tek ortak noktası isim benzerliğinden ibaret değil. İkili anlaşmanın esas ortak noktalan birbirinin devamı olan bir dizi sürecin birer parçası olmaları. Uluslararası ticaretin önündeki sınırlamaların azaltılmasını hedefleyen çok Taraflı Ticaret Görüşmeleri GATT üyesi 117 ülke tarafından onaylanarak l Ocak 1995 tarihinde yürürlüğe girmesi ile uluslararası sermaye yeni ve daha kapsamlı bir anlaşmanın izini sürmeye başladı. İşte birbirini takip eden süreçlerin nasıl işlediği ise burada ortaya çıkıyor. Nitekim MAI ile ilgili görüşmeler tam da Uruguay Round’unun yürürlüğe girmesinden 5 ay sonra başlatılıyor. Yani ulusal pazarlar adım adım uluslararası sermayeye sınırsızca açılıyor.

Uzun süren görüşmeler sonucu oluşturulan WTO’nun nihai halinin yatırım sorunları konusunda istenileni tam olarak karşılamaması OECD üyelerini vakit kaybetmeden yeni arayışlara itti. Aranılan formül ise çok uzaklara gidilmeden yine üye ülkelerin içinden çıktı. “MAI taslağı Kuzey Amerika Serbest Ticaret Anlaşması ya da NAFTA’yı ve Avrupa Birliği’ni kuran anlaşmaları kendisine örnek alıyor. Her ikisi birer ‘Serbest Ticaret’ anlaşması olmasının ötesine geçiyor ve yatırımcılar ile şirketlere milli muamele ilkesi konusunda WTO anlaşmasında yer almayan geniş kapsamlı hükümleri içeriyor”*2»

Tabi MAI ortaya çıkan haliyle bile hem NAFTA’yı hem de AB’yi aşmış durumda. MAI metninin 2’inci bölümünde ortaya konulan geçerlilik ve uygulama alanına bakıldığında bile, anlaşmanın etki alanı konusunda yeterli bir fikre sahip olmak mümkün oluyor. Şöyle ki;

“MAI ‘yukarıdan aşağı’ bir anlaşmadır. Açıkça dışlanmamış her şeyi içine alır”

1995 yılının Mayıs ayından bu yana büyük bir gizlilik içinde 29 OECD üyesi ülke tarafından yürütülen görüşmelerle, ‘Emperyalizmin ütopyasını’ gerçekleştirmek için alt yapıyı hazırlamaya girişen üye ülkeler, bu süre içinde aslında önemli bir yol da almış durumdalar. üye ülkeler her ne kadar kendi aralarındaki pazar sorununu makul bir sınıra getirememişlere de -özellikle ABD ve AB- üzerinde oynanabilecek bir taslak oluşturabildiler.

Gerçi üye ülkeler açısından görüşmelerin ulaştığı olumlu nokta olarak görülen bu metin, esasen MAI için daha büyük sorunların başlangıç noktası da oldu. çünkü, MAI ile ilgili olarak uluslararası muhalefetin önüne, artık somut bir belge konulabilecek ve sürece ilişkin devam eden muhalefet daha sağlam eleştiri kanalları oluşturabilecekti. Nitekim söz konusu durum çok geçmeden gerçekleşti ve MAI’nin oluşturulduğu kadarıyla meydana çıkan taslak metni İnternet aracılığıyla tüm dünyaya duyuruldu. İşte tam da bu noktadan sonra MAI’nin müzakerelerden çekilmesine neden olacak olan gelişmeler yaşanmaya başladı.

İlk Tepki OECD’ye

MAI’ye ilişkin gelişen tepkilerin ilk odaklandığı nokta, görüşmelerin sadece 29 OECD üyesi arasında üstelik büyük bir gizlilik içinde gerçekleştirilmesine yönelik olmuştu. Dünya yüzeyinde her türlü sermaye hareketinin genel davranış kalıplarının belirleneceği ve ulusal sınırların tartışmaya açılacağı böyle bir sürecin kendilerinden gizlenmesine ve hatta dışlanmalarına tepki gösteren OECD dışındaki yeni sömürge ülkeler görüşmelerin OECD bünyesinden çıkarılıp daha geniş bir platformda ele alınmasını ilk talep olarak ileri sürdüler. Nitekim Birleşmiş Milletler’e üye olan 184 ülke ve üye olmayan az sayıda ülkeyi etkisi altına alacak olan böyle bir anlaşmanın sadece 29 OECD üyesi arasında yapılan görüşmelerle hazırlanması meydana gelen tepkileri bu aşamada bile yeterince haklı çıkarıyor MAI’nin GATT’a dayanan geçmişine tekrar dönersek; anlaşmanın gerçekten çok taraflı çok katılımlı olması daha Uruguay Round’u sırasında ABD ve AB ülkeleri tarafından “3. Duya ülkelerinden çok tepki alırız anlaşmanın her yerine itiraz ederler” bahanesi ile engellenmiştir. Dolayısıyla da daha en başından anlaşmanın ‘çok taraflılığı’nın sadece isimde kalan bir aldatmaca olduğu ortaya çıkıyor. MAI ya da yeni adıyla MFI’nin bundan sonraki serüvenini OECD dışında ve dünyadaki ülkelerin çoğunun temsil edileceği bir başka uluslararası örgütte sürdürecek olması bu konuda açığa çıkan tepkilerin sonucu olmuştur. Bu kapsamda ise gündeme alınan örgüt şimdilik (WTO) Dünya Ticaret örgütü’dür. Tabi MAI’nin OECD bünyesinden dışarı çıkarılıp daha geniş katılımlı platformlarda tartışılmasına ABD’nin ciddi itirazları oldu. ABD anlaşmanın, WTO içinde çok büyük bir muhalefetle karşılaşacağı gerekçesi ile OECD’de görüşülmesini ama bu başarılamıyorsa MAl’nin görüşüleceği platformun mutlaka IMF olması gerektiğini savunuyor. Tabi ABD’nin bu isteğinin arkasında yatan niyet son derece açık. MAI görüşmelerinde IMF’nin mali gücü ve borç kıskacı bir tehdit ve yaptırım unsuru olarak kullanılmak istenmektedir.

MAI Kimin İçin?

MAI dünyanın çeşitli bölgelerinden öylesine büyük tepkiler aldı ki bu durum anlaşmanın sadece -yakın gelecekte tekrar görüşülmek üzere- müzakerelerden geri çekilmesini sağlamadı. Aynı zamanda görüşmelerin OECD’den çıkarılmasını da beraberinde getirdi. Anlaşmaya tepki gösteren çeşitli ülkelerde farklı isimlerle anılmaya başlayan MAI kimi zaman ‘Küresel Kapitülasyonlar’ kimi zaman da ‘Büyük Şirketler İçin Haklar ve özgürlükler Bildirgesi’ olarak özüne daha uygun adlarla anıldı. MAI pek çok yönüyle uluslararası hukukun kurallarında değişikliklere gidilmesini içerirken, ulus devletlerin iç hukuklarını ise yok saymaktadır. Hatta bu güne kadar biçimsel olarak tanıdığı egemenlik haklarını dahi yok sayacak derecede taleplerde bulunurken, tahammül edilmesi imkansız bir küstahlıkla herkese yeni görevler vermekte ve buna uygun rolleri oynamalarım dayatmaktadır.

Ulus Devlete Yeni Görev

Sermaye ihracının günümüzde ulaştığı boyutlar, toprak esaslı devletlerin sorgulanmasını beraberinde getirmiştir. Son dönemde ulus devlet üzerine süren tartışmaların arka planında yatan ana temayı ise sermaye ihracının kazandığı ivmelerime oluşturuyor. Ulus devletin, tarihsel gelişimi içinde ömrünü tamamladığı tartışmaları yeni dünya düzeninin vaaz edildiği günden bu yana değişik düzeylerde devam ediyor. Küreselleşmenin politik sonuçlarından bir tanesi olan ulus devletin yeniden yapılandırılması uğraşları öncelikle yürütülen ideolojik bombardıman altında sürdürülüyor. Ulus devletin önemini yitirdiği yönünde yapılan telkinlerin ardından “dünya ekonomisi” adını verdikleri emperyalist sömürü mekanizmasının, kendi mantığı doğrultusunda ve kaçınılmaz bir şekilde dünyanın her tarafında mutlak ve tayin edici tek güç olduğu ve bunun da sarsılmaz temelleri bulunduğu görüşü hakim kılınmaya çalışılıyor. Bu ön kabulün ardından ise. ulusal iktisat politikaları oluşturmanın hiç bir anlam taşımadığı kanaatiyle, yeni sömürge ülkelerden mutlak bir liberalizasyona geçmeleri istenmektedir. Emperyalizmin uluslararası kuruluşları da yeni sömürge ülkelere benzer reçeteleri “yeni dönemin kalkınmacı modelinin, gelişmekte olan ülkelere çekilmesiyle yürütüleceğini” belirtip kalkınma yolunda sağlanacak ilerlemelerin ise ancak bu şarta bağlı olduğunu vaaz etmektedirler.

Uluslararası sermaye oluşturmayı hedeflediği yeni dünya yapısında ulusal devlet erkinin zayıflatılmasını öngörürken bunu devlet kavramının içeriğini değiştirerek yapıyor. önceleri sosyal devletin tasfiyesi ile başlayan yeniden yapılandırma girişimleri, aslında kitlelerin bilincinden hizmet üreten devlet imajını silinmesi için başvurulan bir aşama olarak öngörülmüştür. Bu konutla belirli bir ilerleme sağlayan uluslararası sermaye konjonktürel etkenlerle çabalarını bir ileri aşamaya taşıyarak, ulusa! devletin ulusal ekonomileri korumaya yönelik oluşturduğu refleksleri de ortadan kaldırmaya yönelmiştir. Küreselleşmenin politik sonuçlan içinde yer alan devletin yeniden yapılandırılması için MAI en somut örnek olarak karşımızda duruyor.

Bu aşamaların ardından ulus-burjuva devletin biçimi de tamamen değiştirilme yoluna girmiş oluyor. Kendi ekonomisini ve üreticisini korumayan, halkına hizmet üretmeyen bir devlet biçimiyle karşı karşıya kalıyoruz. MAI ile devlet ortadan kaldırılmıyor fakat devletin görevi değiştirilerek uluslararası sermayenin çıkarlarına endekslenmîş bir mekanizma haline getiriliyor. “Bu bîr anlamda göreceli de olsa ulusun çıkarlarını korumaya yönelik olan devlet aygıtını, çok uluslu sermayenin çıkarlarını korumaya memur kılıyor. MAI tüm bu yeni yapılanmanın hukuksal yanını ifade etmektedir.”^)

Devletlerin kuruldukları topraklar üzerinde herhangi bir tasarruf hakkı (gümrük, yerli tarımsal üretimi destekleme, yatırımları denetleme…) kalmayınca belirli bir toprak parçası üzerine çizilmiş ülke sınırlanılın da bir anlamı kalmıyor. çünkü o sınırlar içinde uluslarası sermayenin etkisi ve gücü devletin etkisi ve gücünden daha fazla oluyor. Devlet kendi üreticisine herhangi bir ayrıcalık ve kolaylık sağlayamazken uluslararası sermaye kendisine bağlı şirketlere her türlü kredilendirme ve teşvik kolaylığını sağlayabilecek bir duruma gelmiş oluyor. Dolayısıyla bir yönüyle devlet devlet olmaktan çıktığı gibi uluslararası sermaye bir başka biçimiyle yeni düzenin tek belirleyici gücü yani “devlet”! haline geliyor.

Klasik anlamda ulus-burjuva devlet, belirli bir toprak parçası esasına göre içerde kalan üretim ve sermaye birikimine hizmet ederek, toplumu sermaye yararına kontrol altında tutmak amacıyla kurulmuş üst yapı örgütlenmesi olarak tanımlanabilir. Oluşturulmaya çalışılan yeni yapıda ise hizmet edilecek sermaye sadece belirli sınırlar içinde biriken veya orada yer almayı başarabilen sermaye olmaktan çıkarılacaktır. Bu konu biraz ilerde ele alacağımız ‘Milli muamele’ ilkesiyle düşünüldüğünde uluslararası sermayenin bütünüyle devlet erkine sahip olabileceği bir konsept oluşturmaya çabaladığı anlaşılıyor.

Küreselleşme rüzgarı ile birlikte tüm dünyayı saran sermayenin serbestçe dolaşımı bu nedenlerden dolayı anlaşma metninin omurgasını oluşturuyor. Bu ise öncelikle ulusal/yerel hükümetlerin sermayenin serbest hareketi önünde herhangi bir engel çıkarmasının önlenmesi anlamına geliyor. Peki bütün bunlar nasıl sağlanacak? MAI hükümlerinde açıkça “…MAI disiplininin, hükümetlerin her düzeyine ve tüm sektörlere uygulanması”ndan söz ediliyor. Bir başka deyişle, bu maddeden uluslararası tekellerin ulusal ve yerel hükümetler karşısında en az onlar kadar güçlü hale getirilmesi anlamı çıkıyor. Böylece uluslararası sermaye yatırım yapılan ülke karşısında avantaj sağlıyor.

Anlaşmanın kilit maddelerinden bir tanesi de yabancı sermayeye, yatının yaptığı ülkede en az yerli yatırımcı yani “Milli Muamele İlkesi” veya “En çok Kayırılan Ulus” statüsünde bulunan ülkelerin sahip olduğu kadar hakka sahip olması şartını getiriyor. Anlaşma metninin 3. Bölümünde yer alan hüküm aynen şu şekilde “Her Akit Taraf bir başka Akit Tarafın yatırımcılarına ve onların yatırımlarına (benzer koşullarda) kendi yatırımlarına ve onların yatırımlarına uyguladığı işlemden daha az elverişli olmayan bir işlem uygulayacaktır” Bu maddenin anlamı ise şudur, öncelikle uluslararası sermaye bundan sonra Türkiye’de istediği özelleştirme ihalelerine rahatça girebilecek, hiç kimse de onlara “Bizim yasalarımı/da KİT’lerin yabancı sermayeye satılması yasaktır” diyemeyecektir, özelleştirme konusunu incelerken bu konuya ayrıca değineceğiz. Bu hükmün bir diğer yönü ise, ulusal güvenlik, kültürel miras vb. gerekçeler ile yabancı sermayenin yatırım yapmasına izin verilmeyen sektörler de tamamen uluslararası sermayeye açılacaktır. Kuşkusuz ki, söz konusu hüküm Türkiye’deki uygulamalar içinde zaten fiili olarak işleyen bir yöne de sahip. Yani, uluslararası sermaye bugün de özelleştirme ihalelerine girebiliyor, tek fark şu an yasal engellerden ötürü Türkiye Cumhuriyeti kimlikli işbirlikçi tekelci sermaye kisvesi altında bu işi yürütmesi. Söz konusu hükmün kabulünden sonra ise uluslararası sermaye kendisine bir kılıf aramak zorunda kalmadan doğrudan doğruya özelleştirme ihalelerine katılıp teklif verebilecektir. MAI’nin bu hükmü ile yaşanacak olan aslında teknik bir değişiklik olmasına karşın yine de bugünkü durumdan daha geri bir konum olduğu için karşı çıkılması gerekiyor.

Tabi bu hükmü tamamlayıcı bir madde olarak da ülkelerin yabancı sermayeye karşı ulusal çıkarlarını korumak için herhangi bir düzenleme yapma yasağı öngörülüyor. Bir başka deyişle, yatırım yapan yabancı şirket bu anlaşma ile yatırım yapılan ülkenin iç hukuk ve ticari yasalarının geçersizleştirilmesinin ve uluslararası ticari hukuk uygulamasının ‘devletler üstü’ statüsünü pekiştiren yasal bir dayanağa kavuşturuluyor. Tabi ki her yasal(!) dayanağın sahip olması gereken bir de kurumsal yapısı olmak zorunda. Uluslararası sermaye kendisi için gerekli olan bu kurumsal yapıyı ise “Uluslararası Tahkim Kurulu” ile sağlıyor.

* * *

MAI, anlaşmaya taraf olan ülkelerin hiç bir şekilde ekonomik, sosyal, kültürel ve çevre konularında ulusal politikalar üretmesine fırsat vermiyor. Uluslararası sermayenin karlılık oranlarını siniri andı n l maması adına dayatılan ilgili hükümler, yatının yapılan ülkenin ellerini bağlıyor. Böylece yeni sömürgelerin kendi ulusal çıkarlarım korumak ve gelişimini sağlamak, çevre kirliliğini önlemek, halk sağlığını korumak vb. konularda tedbirler almasının önü kapatılıyor. Bu amaçla uluslararası tekellerden bugüne kadar zaten sınırlı seviyede de olsa talep edilen düzenleme, denetleme izni ve şartnameler tamamen geçer-sizleştiriliyor.

Yürürlükte bulunan şartnameleri ekonomik çıkarlarına zarar verdiği için tanımayacak olan uluslararası sermaye, ayrıca yeni sömürge ülkelere hangi koşullarda yatırım yaptıysa, o koşullanıl -kendisi için zararlı olabilecek şekilde- değiştirilmesine de izin vermeyecek. Diyelim ki MAI’ye imza atmış bir ülke bir süre sonra çevre sağlığı ile ilgili yeni ve daha ileri standartlar oluşturmak istiyor. Tabi bu standartlar yatırım yapan firma için yeni yatırım ve teknoloji maliyeti doğuracaktır. Uluslararası sermaye bu durumda daha önce adından bahsettiğimiz Uluslararası Tahkim Kuruluna başvurarak ‘yatırım yaptığı dönemde yürürlükte olmayan yeni çevre standartlarının hesapladığı potansiyel kârlılığını düşüreceğini’ belirtip söz konusu ülkeyi, ekonomik çıkarlarını zarara uğrattığı için tazminat ödemeye mahkum edebilecek ve yeni standartların iptal edilmesini isteyebilecektir. Aynı durum sosyal güvenlik ile ilgili yeni ve daha kapsamlı bir düzenlemeye gitmek istendiğinde de yaşanacaktır. Eğer bu yeni düzenleme yatırımcı firmaya yeni maliyetler getirecek olursa söz konusu ülke kendisini yine tahkimin önünde bulacaktır. Halk sağlığının korunması için alınan önlemler de bu riski taşımaktadır. örneğin, sigaranın sağlığa verdiği zararları anlatan bir program sonucu satışlarının azaldığını ileri süren bir uluslararası sigara tekeli tazminat talep edebilecektir. Bu durumun doğuracağı olası sonuçlar arasında ise, halk sağlığına yönelik tedbirlerin bile alınamadığı yani tüketimin sağlıktan daha üstün bir değer sayıldığı bir toplumsal yapılanmanın dayatıl maşıdır.

Anlaşmanın bu maddesi yatırım yapan şirket ile yatırımın yapıldığı ülke arasında meydana gelebilecek olan herhangi bir anlaşmazlığın çözüm adresini Uluslararası Tahkim Kurulu olarak gösteriyor. Yani ortaya çıkan bir anlaşmazlık yatırımın gerçekleştirildiği ülkenin iç hukuk kurallarına göre, yerel mahkemelerde değil Uluslararası Hakemlik adı ile de anılan Tahkim Kurulunda görüşülecek. MAl’nin bu maddesi öylesine büyük tepkilere neden oldu ki itirazlar sadece yeni sömürge ülkelerden değil, başta Kanada olmak üzere OECD üyesi ülkelerin bazılarından da yükseldi. Kanada’nın konu hakkındaki itirazları, NAFTA içinde ABD ile yaşadığı sorunlardan kaynaklanıyor. Anık herkes tarafından kabul edilen bir konu olan MAl’nin NAFTA*nın genişletilmiş bir biçimi olduğu gerçeğinden yola çıkarak, MAl’nin olası uygulamalarını NAFTA’nın mevcut uygulamalarından çıkarabiliriz. Kanada Hükümetinin 1997 senesinin Nisan ayında benzin katkı olarak kullanılan FMT adlı maddenin “insan sağlığı için ciddi riskler taşıması” sebebiyle ithalâtının ve nakliyatının yasaklanması karan almasıyla başlayan süreç NAFTA tahkim kumlunda son buldu. Yasaklama kararının üzerine Kanada’da bu katkı maddesinin tek üreticisi olan Amerikan sermayeli Etil Coıp adlı firma bu kararın potansiyel kârlılık beklentilerini ve dolayısıyla ekonomik çıkarlarını zarara uğrattığını ileri sürerek Kanada Hükümeti hakkında NAFTA tahkim kumlunda 251 milyar dolarlık tazminat davası açmıştır. ABD tekelinin uğrayacağım savunduğu zararlar yüzünden tahkim kurulunun Kanada Hükümetini firmanın bütün zararlarını ödemeye mahkum etmesi Uluslararası Tahkimin de ne mene bir şey olduğu hakkında fikir veriyor. Bu tecrübeden ağzı yanan Kanada ise, şimdi MAI ile öngörülen Uluslararası Tahkim’e tepkiyle yaklaşıyor.

OECD Bakanlar Konseyi MAl’nin amacını kısaca şu şekilde tanımlıyor:

“Uluslararası yatırımlar alanında, yatırım rejimlerinin liberalleştirilmesi ve yatırımların korunması için yüksek standartlar ve etkili anlaşmazlık çözme usulleri getiren geniş, bir çok yanlı çerçeve sağlanması.”

Peki Uluslararası Tahkim Kurulu’na gitmek ne anlama geliyor. Bu kurul anlaşmanın bağlayıcı özelliğini oluşturan bir mekanizma olarak yatırım yapılan ülkenin karşısına çıkacak olan bir merci. Yabancı sermaye, yatırım yaptığı bir ülkede hükümet politikalarından dolayı herhangi bir sınırlama ile karşı karşıya kaldığında ortaya çıkan anlaşmazlık bu kurulda görüşülecek. Görüşmeler sonucunda yatırımcı şirket haklı bulunursa taraf olan ülke sadece şirketin zararlarını tazmin etmekle kalmayacak zarara neden olan yasalarını ve iç hukuk uygulamalarım değiş-tirnıek zorunda bırakılacaktır. Uluslararası Tahkimin dikkat çeken bir diğer özelliği ise tahkim yolunun sadece şirketlere tanınmış olmasıdır. Yani şikayetçi durumda olan bir şirket yatırım yaptığı ülkeyi tahkime verebilirken, yatırımdan dolayı çeşitli zararlara uğrayacak olan ülke hiçbir halde söz konusu şirketi tahkime verememekte, şirket hakkında davacı olamamaktadır. Sözün özü ile Uluslararası Tahkim Kurulu’nda devletler muhatap alınacak bir taraf olarak bile kabul edilmiyor. Dolayısıyla da tahkim mekanizmasında da uluslararası tekeller belirleyici oluyor. Uluslararası Tahkimin MAI veya MFI’nın yürürlüğe girmesi halinde alacağı şekil ise muhtemelen hâlâ Dünya Bankası’na bağlı olarak çalışan Uluslararası Anlaşmazlıklar İçin çözüm Merkezi (ISCID) olacak. Ya da bu merkez isim değiştirerek Uluslararası Talikime dönüşecek. Bu arada ISCID’nin bir özelliğine de kısaca değinelim. Halen Uluslararası Tahkime benzeyen bir mantıkla faaliyet gösteren bu merkezde bu güne kadar çok sayıda dava görülmüş olmasına rağmen bunlardan hiç birini taraf devletler kazanamamışlardır.

İşte, uluslararası tekellerle ulus devletlerin aynı hukuksal statüye konulması esprisi de buradan kaynaklanmaktadır. Bunun yanı sıra, Uluslararası Talikim Kurulu’nun iç hukuku ve yasaları değiştirtme yetkisine sahip olduğu daha dikkatli bir şekilde vurgulandığında bu kumlun aslında uluslararası sermayenin devletlerden daha etkili hale geldiği de görülüyor. Bu durum ise, bir ülkenin kendi sınırlan içindeki ekonomik işleyişi belirlemek için yapabileceği her türlü girişimin Uluslararası Tahkim Kurulu’na bağımlı hale gelmesi anlamına geliyor.

Böylece, daha önce ayrı ayrı emperyalist merkezlerin taleplerine göre hareket eden yeni sömürge ülke iktidarları, artık merkezi bir idare mekanizması tarafından yönlendirilebilecekler. Bu şekilde de uluslararası sermaye kendi arasındaki ilişkileri de belirli standartlara bağlamış oluyor.

Anlaşma kapsamında yürütülen emperyalist saldırılardan bir diğeri ise, “önemli miktarlarda sermaye yatırmış” yabancı yatırım sahiplerinin ve kilit personelinin yönetici kadrolarının uzman personellerinin statüsünün belirlenmesi konusuyla devam ediyor. Yatırım yapılan ülkeye uluslararası sermayenin kilit personelinin, kısıtlama ve çalışma izni olmaksızın girmesinin öngörüldüğü anlaşma maddesinde, bu kişilere olağan göçmenlik koşullarının ve emek piyasasının durumuna ilişkin kuralların uygulanmaması istenmektedir.

Böyle bir ayrıcalık talebinde bulunulmasının nedeni ise pek çok ülkede yatırımı olan şirketlerde görev yapan personelin çok sık yer değiştirmesi ve bu yer değiştirmeler sırasında herhangi bir sorunla karşılaşılmaması olarak ifade ediliyor. Kısacası uluslararası sermaye sahipleri kendilerine ve personellerine “üstün Sınıf Vatandaş” statüsünün tanınmasını istiyor.

Tarım Da Etkilenecek

MAI’nin ekonomiden siyasete, kültürden hukuka kadar ulusal sınırlar içindeki bütün alanlara müdahale etmesi, bu güne kadar oluşturulmuş her türden kazanımın sınırlanması veya sona ermesi anlamını taşıyacak. Bu özelliği ile sınırları ekonomik bir düzenleme olmanın ötesine taşan MAI, aynı zamanda emperyalizmin yeni kültürel hegemonyasının da çerçevesini oluşturuyor.

Yabancı sermayenin yatırım yaptığı her yerde geçerli olacak olan MAI bugüne kadar yabancı sermayenin doğrudan yatırım yapmasına izin verilmeyen stratejik alanlardaki sınırlamaları da ortadan kaldırıyor. Ekonominin her alanını uluslararası sermayeye açıyor. Burada Türkiye açısından ortaya çıkacak olan ilk sorunlardan biri ise yerli tarımsal üretimi sübvanse eden kurumların yabancı tekellerin kontrolüne geçmesi ya da yerli üreticiye tanınan her türlü desteğin emperyalist sennayeye de tanınması ile yaşanacak ki bu durumda yerli tarım üreticileri için oluşturulan sübvansiyonların ortadan kalkması anlamına gelecek. Bu ise yeterli güce sahip olmayan çiftçi ve köylülerin hızlı bir şekilde tasfiye sürecine girmesi anlamına gelecektir. Diğer bir önemli konu ise emperyalist ülkelerin bile stratejik önemleri nedeni ile kamu denetimine açık tuttukları petrol, madencilik savunma sanayi ve telekomünikasyon gibi alanların uluslararası sermayenin kontrolüne geçmesi olacaktır. Zira bu alanları korumak için herhangi bir düzenlemeye de gidilemeyecektir. çünkü o zaman da aynı alanda yatının yapan ya da tesislerin sahibi olan uluslararası bir tekelin Türkiye’yi Uluslararası Tahkime şikayet etme hakkı doğacak ve çok geçmeden de bu düzenlemeler iptal edilmek zorunda kalınacaktır.

“Baxı ülkelerin telekomünikasyon, savunma sanayi, içki sigara üretimi gibi yabancı sermayenin girmesine izin vermediği alanlar, MAI ile açılacak gümrük vergisi, kota veya tarife dışı engeller yöntemi ile yerli sanayi korunması ortadan kalkacaktır”)

İmzalanmalı mı, İmzalanınamalı mı?

Anlaşmanın yeni sömürge ülkeler açısından bunca olumsuz yönü görüldükten ve ulusal sınırlar içinde korunabilecek bütün haklarının ortadan kaldırılacağı açığa çıktıktan sonra bu anlaşmayı imzalamamanın sözü geçen olumsuzluktan sıyrılmakta yeterli olacağı düşünülmemeli. Dünya yüzeyinde hüküm süren merkezi ve hegemonik ilişkiler göz önüne alındığında emperyalizmin bu ve benzeri dayatmalarına karşı durabilmek çok daha bütünlüklü ve geniş açılı bir karşı duruşun örgütlenmesini gerektirir. Nitekim emperyalist devletler MAI’ye karşı gelişen muhalefetin giderek artması ile MAI metninde ortaya koydukları amaçlarına ulaşmak için daha farklı araçlara da başvuruyorlar.

Bu yolda en fazla başvurulan araç ise MAI’nin bir veya bir kaç maddesini içeren ayrı ayrı ‘ikili anlaşmalar’ı yeni sömürge ülkelere dayatmak oluyor. Son bir yıldır, emperyalist merkezlerin yeni sömürge ülkelerle yaptıkları ikili anlaşmaların ağırlıklı konusunu MAI içinde ne kadar önemli bir yer tuttuğuna değindiğimiz Uluslararası Tahkim oluşturuyor. MAI’nin 1998’in Nisan ayında teşhir oluşu ile birlikte yürütülmeye başlanan bu oyunun en son örneğini 1999’un Şubat ayında Türkiye’de hep birlikte yaşadık. MAI’nin en önemli maddelerinden bir tanesi olan ve ulusal yargının tamamen feshedilmesi anlamına gelen ‘Uluslararası Tahkim’ dayatmasını Türkiye uluslararası sermayenin enerji alanında yapacağı yatırımlar için kabul etti. Enerji İşleri Genel Müdürü Mustafa Mendilcioğlu’nun yaptığı açıklama ile gün ışığına çıkan konu, kamusal bir kaynak olan enerjinin emperyalizmin hizmetine sunulması anlamına geliyor.

Enerji alanındaki uluslararası sermaye yatırımlarım sözleşmelerinde ulusal yargı yetkisinin uluslararası tahkime devredildiğini Mendİlcioğlu şu şekilde açıklıyor, “Yap-İşlet sözleşmelerinde uluslararası tahkim olarak UNCİTRAL (Uluslararası Ticaret Kanunu Hakkında Birleşmiş Milletler Komisyonu) çerçevesinde ICSİD (Yatırım Uzlaşmazlıklarının çö/ümü İçin Uluslararası Merkez) kuralları kabul edilmekte olup tahkim yeri Ankara’dır”

Dünya Bankası ve IMF ile uzun zamandır yapılan görüşmeler aslında uluslararası talikimin öyle, bir anda gelişen ve kabul edilen bir konu olmadığını gösteriyor. özellikle son dönemde Türkiye’yi çok sık ziyaret eden IMF heyetinin Türkiye’nin kre-dilendirilmesi için ileri sürdüğü şartlardan ilki uluslararası tahkimin kabul edilmesiydi. Dünya Bankasının da uluslararası tahkimi mali yardımın şaıtı olarak tekrar gündeme getirmesi ve Dünya Bankası Türkiye Direktörü Ajay Chhibber’in enerji sektörüne özel sektör sermayesini çekebilmek için tahkimin kabul edilmesinin şart olduğunu söylemesi alınan kararda etkili olmuştur.

Türkiye’nin mali dengelerinin devletin enerji sektörüne 10-15 yıl yatının yapmasını engellediğini ifade eden Chhibber, enerji yatırımlarının ancak özel sektör sermayesi ile gerçekleştirilebileceğini söylüyor. Uluslararası sennayenin ise yatırım yapmak için tahkimin kabul edilmesini beklediğini dilegetiren Chhibber, bu sözleri ile emperyalizmin politikalarını bütün çıplaklığı ile bir kez daha gösteriyor. Kuşkusuz ki tahkimin kabul edilmesi, yerli ortaklı yabancı sermayenin özelleştirme ihalelerine girişini de hızlandıracaktır. Zira, IMF’nin özellikle tahkim konusunda bu kadar ısrarcı olmasının altında yatan temel faktör de budur.

Aşın derecede borçlandırılarak dünya mali sermayesine bağımlı hale getirilen yeni sömürge ülkelerin mali dengelerini kontrol altına alan emperyalizm, yeni sömürgelerde oluşturduğu mali dengesizlik nedeniyle kaynak aynlamayan sektörlere kendi sermayesini ihraç ediyor. üstelik, yeni sömürgelerin yargı kurallannı bile tanımamak suretiyle.

MAI ve Özelleştirme

MAI, uluslararası semıayenin devletler karşısındaki hak ve yetkilerini düzenleyen bir anlaşma olarak, işe önce bazı kavramları yeniden tanımlayarak başlıyor. İlk olarak ele alınan kavramlardan biri ise “yatırım”. MAI’nin içinde yer alan yatırım kavramı bugüne kadar tanımlananların en genişi olurken, bununla sadece üretken sermaye yatırımları kastedilmiyor. Tanım öylesine geniş tutulmuş durumda ki, sıcak para girişleri, emlak sektöründe yapılacak spekülasyonlar, borsa oyunları, tahvil alımları, bunlar üzerinde spekülasyonlar da dahil olmak üzere kur değişikliklerinden yararlanan çeşitli spekülatif giriş-çıkışlara kadar hemen hemen her şey yatının kavramının kapsama alanı içinde tanımlanıyor. Yatırım kavramının bu kadar geniş tutulmasından bir sonuç çıkarmak gerekirse, o da MAI’nin doğrudan yatırım dediğimiz sabit sermaye yatırımlarından çok sıcak para hareketi olarak adlandırılan spekülatif faaliyetlere yönelik bir karakter gösterdiğidir. Nitekim uluslararası tekellerin yıllık verileri incelendiğinde toplam hasıla içindeki rant kazançlarının her geçen dönem arttığı görülmektedir. Sermayenin gösterdiği bu yönelimler içinde de yatırımlara bakış açısının bu yönde genişletilmesi sermaye açısından doğal bir seyir oluyor.

MAI’de yatırım kavramının nasıl bir şey olduğunu tanımladıktan sonra, özelleştirme konusu için en önemli hüküm olan “Milli Muamele İlkesi” veya “En çok Kayınları Uluslararası Sermaye” statüsünün ele alınması gerekiyor. Daha önce de tanımladığımız bu kavram, yabancı yatınmcılann, en az yerli yatırımcılar veya en fazla ayrıcalık tanınmış bir başka yabancı yatırımcı kadar hak sahibi olması anlamına geliyor. Bu hüküm en başta da özelleştinne ihalelerine uluslararası sennayenin istediği gibi girebilmesi anlamına geliyor. özellikle de uluslararası tahkimle desteklenmiş böylesi bir uygulama Türkiye’yi tamamıyla emperyalizmin kâr hırsının tozu dumanı arasında bırakacaktır. Şimdi bile varlığını sürdüren bu durum, öngörülen şartla-nn gerçekleşmesi halinde iyice dizginsizleşecektir.

Bir önceki başlık altında değindiğimiz enerji sektörünün tahkime açılması hakkındaki tespitler hatırlanacak olursa yeni sömürge ülkelerin nasıl bir cendere içine alınmaya çalışıldığı daha iyi anlaşılacaktır.

özelleştirmeyi MAI çerçevesinde inceleyecek olursak; Türkiye’nin ulusal varlıklarının yabancı sermayeye satılmasından döviz girişi sağlanacağı gerekçesiyle medet uman çevreler elbette ki olacaktır. özelleştirme konusuna değinilirken netleştirilmesi gereken bir konuyu hatırlatalım. Verimsiz çalıştığı, zarar etliği, teknolojisinin yenilenemediği vb. gerekçelerle özel-leştirilmek -satılmak- istenen Kamu İktisadi Teşekkülleri, madem bu kadar kötüdürler de, tek amaçlan kâr etmek olan özel sermaye neden bu enkazlara(!) bu kadar iştahla talip olmaktadır. Nedeni açık, bu kurumların yapılacak revizyonlarla gayet kârlı işletmeler haline gelebileceğini gördükleri için. Şimdi sormak gerekir. Oldukça iyi kâr ve verim elde edilebilecek olan bu işletmeleri satmanın ideolojik olmak dışında hangi gerekçesi olabilir?

MAI’nin uluslararası sermayeye rahat hareket imkanı vermesinin yanında kendi kurallarını kendisinin belirlediğinden de bahsetmiştik. Diyelim ki bir sermaye gurubu, daha önce değindiğimiz enerji gibi -ekonomik değeri bir tarafa stratejik önemi olan bir sektörü, üstelik de tahkim koşullan altında satın aklı. MAI’den dolayı, yatırımcıların tüm varlıkların istedikleri gibi yurt dışına çıkarılmasının engellenemediği koşullarda, söz konusu fimıa kriz, sosyal çalkantılar vb. nedenlerle santrallerin ve dağıtım şebekelerinin kapısına kilit vurup gitmek isterse buna kim engel olabilecek? Bir anda enerjisiz kalan ülkenin zararlarını kim tazmin edecektir?

Diyelim ki bu kadar vahim sonuçlarla karşılaşmadık, firma faaliyetlerini sürdürürken kâr oranlarını düşüreceği için dağıtım şebekesinin yenilenmesi ve kalitesinin yükseltilmesi için revizyon yapmayı reddederse bunun karşısında kim durabilecektir? Zira bu konuda yerel mahkemeleriniz tarafından bir karar alacak durumda olunmayacaktır. çünkü uluslararası sermayenin muhatabı sizin mahalli mahkemeniz değil Uluslararası Tahkim’in verdiği kararlar olacaktır.

Emperyalist merkezlerin kapıdan sokamadıklanm bacadan sokmak için MAI’nin bazı hükümlerini ikili anlaşmalarla yeni sömürge ülkelere kabul ettirmeye çalıştıklarından bahsetmiştik. Tahkim hakkındaki kanun değişiklikleriyle bu konuda ilk adımlarını atmaya hazırlanan uluslararası sermaye, bununla birlikte bir değişikliği daha zorluyor. O da Danıştay’ın yetkilerinin kısıtlanması. Bu talebin nedenleri açık, o da Danıştay’ın çeşitli Anayasa hükümlerine dayanarak pek çok özelleştirmeyi İptal etmesi veya incelemeye alması.

Demokratik muhalefetin özeli eşti rmeleri n iptali için başvurduğu temel araçlardan bir tanesi olan Danıştay’da Anayasaya aykırılık gerekçesi ile aldığı iptal kararlarıyla uluslararası sermayenin tepkisini üzerine çekmeyi hak etmiş görünüyor.

MAI’nin iç hukuk kurallarını değiştirme gücünü içerdiğini hatırlatarak, konuya devam edecek olursak, uluslararası sermayenin elbette ki Danıştay’a ve Danıştay’ın özelleştirme kararlarının İptal ederken dayandığı anayasal maddelere de saldırması beklenebilir. Aslında bu konu beklenti olmaktan çıkıp kimi işaretlerini göstermeye başladı bile. MAI’nin güncelleştiği günlerde Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel, yaptığı bir açıklamada Danıştay’dan yakınarak, bu kurumun aldığı özelleştirme iptal kararlan nedeniyle, yabancı sermayenin olumsuz etkilendiğini belirtmiştir. Ardından ise, yabancı semıayenin güvenini kazanmak ve Türkiye’ye çekebilmek için Danıştay’ın yetkilerinin sınırlandırılması gerektiğini ifade etmiştir. Danıştay’dan ve onun söz konusu kararlan alırken dayandığı Anayasa maddelerinden TüSİAD’ın da rahatsız olduğunu (Ve bu rahatsızlığı işbirliği kurdukları yabancı tekeller adına dile getirdiklerini) görüyoruz. ülkenin egemen güçlerinin daha şimdiden MAI’nin izdüşümü sayılabilecek konularda bu tarz açıklamalarda bulunmaları aslında devletin MAI’ye nasıl baktığının da açık göstergeleri oluyor.

Özellikle enerji alanında özelleştirmelerin ve yabancı yatırım taleplerinin yoğunlaştığı şu günlerde, tahkim başta olmak üzere kimi yasal düzenlemelerin gündeme getirilmesi dikkat çekici. 1999’un nisan ayından bu yana Türkiye üzerinde uygulanan markaj meyvelerini vermeye başlamış, IMF ve ABD’nin enerji sektöründe faaliyet yürüten firmalar ile Türkiye hükümeti arasında yürütülen görüşmeler sonucu arzulanan konsept yaşama geçirilmeye başlanmıştır. IMF’nin Türkiye’ye kredi açabilmek için öne sürdüğü temel şart “yabancı sermaye yatırımlarını engelleyici” yasal çerçevenin yeniden düzenlenmesiydi. Bu düzenleme ise öncelikle tahkim yasasının kabulü ile gerçekleştirilmek üzeredir.

Tam da bu noktada tahkimin daha geçerli hale gelebilmesi için bir hamle daha yapılmaya hazırlanılıyor. Anayasa’da yer alan “kamu hizmeti” kavramı Anayasadan çıkartılmaya çalışılıyor. Ancak bu şekildedir ki uluslararası sermayenin kamu yararı gözetmeyen yatırım ve planlan engelsiz bir biçimde yaşama geçirilebilecektir.

MAI”nin Arkasındaki Güçler

Anlaşmayı isteyen çevrelerin gücünü daha iyi ortaya koyabilmek için biraz rakamlara başvurmakta yarar var;

Dünyayı yönlendiren 200 uluslararası şirketin toplam satışlarının dünya üretiminin yüzde 25’ine ulaşması ve dünyanın en büyük 500 uluslararası şirketinin dış kaynaklı yatırımların yüzde 80’ine <51 ve dünya parasal gücünün yüzde 40’ma sahip olması MAI’nin arkasında hangi güçlerin durduğu konusunda bize fikir veriyor. Dünya ticaretinin yüzde 70’inde aktif rol oynayan bu 500 şirketin 162’sinin ABD, 156’sının AB ve 126’sının Japonya menşeli oluşu ise anlaşmaya ilişkin tarafları belirlemede önemli bir veri olurken, bu rakamlar MAI’nin içinde ABD ve AB arasında süren çıkar çatışmasının boyutlarını da veriyor.

Ekonomik verilerdeki bu örnekleri çoğaltmak anlaşmanın arkasında duran güçleri tanımak açısından son derece önemli.

“Bugün 20 civarında banka, mali piyasanın % 80’ine sahip durumdalar. Dünyanın en büyük 10 fon yöneticisi 1996 Mart’ında 3.492 trilyon dolarlık bir fonu yönetiyordu. Bu rakam 1997 Mart4ında 4.220 trilyon dolara ulaştı. (Türkiye’nin 1998 bütçesinin yaklaşık 70 bin katı –özgürlük-) Bankacılıktaki birleşme eğiliminin önümü/deki yüzyılda da sürmesi ve 5-6 tane bankanın mali piyasalara egemen olması bekleniyor.”‘»

Anlaşmanın bütün hükümlerinin bağlayıcılığını ise yine bir başka madde sağlıyor. Bu maddeye göre sözleşmeye dahil olan hiçbir ülke 5 yıl geçmeden sözleşmeyi feshedemeyecek, fesih halinde ise 15 yıl süre ile anlaşmanın bütün hükümleri geçerliliğini koruyacak. Yani, bu anlaşmanın zararları İ yıl içinde görülse ve anlaşmadan çıkılsa bile iş işten çoktan geçmiş olacak. çünkü yine bu hüküm uyannca anlaşmanın yükümlülüklerini 15 yıl boyunca uygulamaya devam etmek zorunluluğu bulunuyor. Bir başka deyişle bir imza atıyorsunuz ve emperyalizme köleliğiniz 20 yıl perçinleniyor.

Serbest Rekabet Masalına Son! Hedef Garantili Pazar MAI”nin Garantisi MİGA

Ulus devletin ortaya çıkışının temel dayanağını oluşturan yerli sermaye birikiminin sağlanması ve onu dış etkilerden korunan bir pazarla beslemek ihtiyacı, gelişmiş kapitalist ülke sermayelerinin kendi ulusal sınırlan ile yetinemeyecek kadar büyüdüğü yirminci yüzyılın başı, yani emperyalizm çağı ile birlikte giderek eski formunu kaybetmeye yüz tuttu. Bugün gelinen noktada ise, uluslararası sermaye için ulusal sınırlar artık kendilerini kısıtlayıcı bir hal almış ve ortadan kaldırılması ya da niteliğinin tamamen değiştirilmesi gereken lüzumsuz organlar olmuştur. İki yüzyılı aşkın bir süredir dünya toplumlarının yaşamlarını biçimlendimnede etkili olan ulusal toplum ve devlet yapısı günümüzde uluslararası sermayenin gelişimine paralel zayıflatılmaya çalışılıyor. Bu durum ise, emperyalist merkezler dışındaki hiçbir devlet için sanıldığı kadar kolay kabullenilecek ve gerçekleştirilecek bir değişim değil.

Ancak ulusal sınırlan zayıflatıp uluslararası tekelleri özgürleştirmek(!) hiç de sanıldığı kadar kolay olmayacak. Yine de her türlü karşı çıkışa rağmen böyle bir süreci isteyen emperyalistlerin gücünden kaynaklanan nedenlerle konjonktür bu yönde ilerletilmek isteniyor. özellikle 90’lı yılların başıyla birlikte hızlandırılan süreç MAI ile dönemsel bir eşik noktasına vardınlmaya çalışılıyor.

MAI emperyalizmin yeni ihtiyaçlarını neredeyse tamamen temsil eden bir içerikle birlikte gündeme getirildi. Ancak hâlâ bu İçeriğin bile kapsayamadığı alanlar ve risk unsurları bulunuyor. Tabi uluslararası sermaye böyle bir boşluğu atlamak niyetinde olmadığı için mevcut risk unsurlarının da azaltılması ve garanti altına alınması ihtiyacı, başka bir örgütü devreye sokuyor. Uluslararası kabule ve yaptırım gücüne sahip bu örgüt ise ‘çok Taraflı Yatırımları Garantileme Ajansı’ (Multilateral Investment Guarantee Agancy – MIGA -)dır.

Giderek daha fazla merkezileşen sermayenin karşı karşıya kaldığı her türlü riski garanti altına alan MİGA aynı zamanda MAI’nin uygulanabilmesinin olmazsa olmaz koşulu oluyor. MİGA aslında, MAl’den daha eski bir resmi kimliğe sahip. 12 Nisan I988’de Dünya Bankasının alt kuruluşu olarak kumlan ve oluşturulmasında Türkiye’nin de imzası bulunun MİGA, MAI ile yeni özgürlüklere kavuşacak olan uluslararası sermayenin yeni hareket alanını korumaya yönelik bir örgüt olarak işletilecek/*’

(*) Türkiye, kurucu olduğu MİGA’ya girebilmek İçin başlangıç sermayesi olarak 325 milyon dolar ekledi.

üyesi olan ülkelerin veya şirketlerin ülke dışında yapacakları yatırımların karşılaşacaktan risklere karşı koruyucu programlar geliştirmek amacıyla kurulan MİGA’nın, şu an ki üye sayısı 145 iken 17 ülke üye olmak için sırada bekliyor. Uluslararası sermayenin -eğer kendinden kaynaklanan bir sorun yoksa-zarar etmesini neredeyse imkansız hale getirecek olan bir mekanizma oluşturulmaya çalışılıyor.

1970’lerden bu yana emperyalist merkezlerde görülen ciddi yapısal kriz, -1986-1990 yılları arası görülen nispi rahatlama dışında- hâlâ aşılabilmiş değildir. 1990 yılından sonra emperyalist-kapitalist sistemde yaşanan daralmaya daha önce değinmiştik. OECD ülkelerinin I970’H yıllardan bu yana kriz ortamında bulunduğunun en açık göstergesi olarak, seyreden düşük büyüme hızları gösterilebilir. örneğin 1959-1970 yıllan arasında % 4.8 büyüme gösteren üye ülkeler 1978-1994 yıllan arasında sadece % 2.8’lik bir büyüme oranını yakalayabilmişlerdir. “özellikte Avrupa ülkelerindeki işsizlik oranına baktığımız zaman, Amerikan ekonomisinde ise düşen hayat standartlarını, işçi ücretleri dikkate aldığımızda, 70’lcrdcn beri bu krizin, aşılmadığını görüyoruz.”*; Dünyada gözlenen bu uzun erimli krizle birlikte yeni arayışlara giren uluslararası tekeller, krizden çıkış yolunu yeni sömürge ülkelerde gördüler. Ucuz iş gücü ile maliyetleri daha da aşağıya çekmeyi genel bir strateji olarak zaten benimsemiş olan emperyalist ülkeler, bu yıllarda kendileri açısından bir paradoksla da karşı karşıya kaldılar.

Bir yanda ucuz iş gücü cenneti olarak gördükleri yeni sömürge ülkeler, diğer tarafta ise yine yeni sömürge ülkelerde gözlenen istikrarsızlık ve yüksek risk oranları. Var olan anlaşmaların tekelleri söz konusu risklere karşı korumakta yetersiz kalması, en sonunda MİGA’ya varacak olan arayışların hızlanmasına neden oldu. MİGA’nin emperyalist ülkeler cephesindeki ifadesi bu şekilde netleşirken, MİGA’nin ayrıca yeni sömürge ülkelere yansıtılacak bir imaja ihtiyacı vardı. Bu imaj ise, son yirmi yıldır bizlerin de sıkça duyduğu “yabancı yatırımları teşvik etmek”, ‘”az gelişmiş’ ülkelere yabancı sermaye akışını hızlandırmak ve bu şekilde ‘az gelişmiş* ülkelerin kalkınmasına katkıda bulunmak” masalları ile yaratılmaya çalışıldı.

MİGA, MAI metninde sözü geçen sosyal hareketlerden ve hükümet politikalarından kaynaklanan nedenlerle emperyalist sermaye aleyhine doğacak zararların ev sahibi ülke tarafından ödenmesi şeklindeki maddeyi yürütmekle yükümlü organ olacak. MİGA bu içeriği ile, kamulaştırma faaliyetlerinden, özelleştirmelerin iptal edilmesine ve her türlü politik risklere varıncaya kadar emperyalist sermayeye her konuda garanti sağlamayı taahhüt etmektedir.

Uluslararası tekellerin yatının yaptığı ülkede karşı karşıya olduğu risklerin tamamını garanti kapsamına alan MİGA bu yapısı île emperyalizme tamamen sorunsuz bir pazar yaratmaya çalışıyor. MİGA uluslararası sermayeyi kamulaştmna ve d ev-letleştirme faaliyetlerinden, sennaye ya da kârların transferi sırasında karşılaşacağı sorunlara, yerel paranın dövize çevrilmesi sırasındaki kısıtlamalardan, hükümetlerin yapılan yatının anlaşmalarını uygulamamasına kadar her türlü soruna ve zarara karşı garanti veriyor. MİGA bu yapısı ile de emperyalizmin ulusal pazar koşullarını belirlemesini meşrulaştıran bir üst anlaşma özelliğine sahip oluyor.

Bunların yanı sıra yatırımcı şirketlerin sahip olduğu gayri menkullerin istimlak yoluyla el değiştirmesinin de önünde duracak olan MİGA, işyerlerinde meydana gelecek grev, boykot ve işgal gibi hak arama eylemlerinden dolayı uğranacak zararların da hükümetler tarafından tazmin edilmesini öngörüyor. Toplumsal muhalefet hareketlerinin sonucunda zarara uğrayacak olan firmaların zararlarını karşılamakla yükümlü olacak olan hükümetlerin bu kez de tazminat ödememeyi bahane ederek işçi örgütlenmelerine ve toplumsal muhalefete karşı daha saldırganla- saçağı şimdiden görülüyor. Dolayısıyla MAI ve MÎGA’nın neden olacağı siyasal sonuçlar her türlü demokratik kazanımı da hedef alacaktır. Bundan dolayıdır ki MAI ve MİGA emperyalizmin sadece ekonomik bir saldırısı olmayıp aynı zamanda antidemokratik bir muhtevaya da sahiptir. İşçi sınıfının ve emekçi halkın her türlü kazananının ve hak arayışının önünde de bir engel oluşturan MAI ve MİGA, demokrasi mücadelesinde de gözden kaçırılmaması gereken hedeflerden bir tanesi oluyor.

MİGA da uluslararası muhalefet tarafından en az MAI kadar tepki görüyor. MİGA’da tepki çeken temel konulardan bir tanesi ise karar organlarım tamamen uluslararası tekellere sahip ülkelerin lehine olacak bir düzenlemeyle oluşturulmuş olması. Şöyle ki MİGA’nın karar verme organlarında ülkelerin gelişmişlik düzeyini esas alan bir oy gücü söz konusu oluyor. Yani ne kadar çok sermaye, o kadar çok oy gücü.

ABD; Japonya. Almanya, Fransa, İngiltere, M İĞ A’ya birer yönetici seçerlerken Türkiye, çek Cumhuriyeti, Beyaz Rusya, Slovakya, Slovenya ve Belçika ancak bir araya gelerek bir yönetici belirleyebiliyorlar. ülkelere göre MİGA’daki oy hakkına bakıldığında eşitsiz dağılım hemen dikkat çekiyor. ABD yüzde 16,7 oy hakkı ile ilk sırayı alırken onu 4.8’lik oy hakkı ile İngiltere ve Fransa izliyor. Türkiye’nin oy hakkı ise 0.4 yani l bile değil. Bir başka deyişle herhangi bir anlaşmazlık nedeni ile Türkiye ABD, Fransa gibi ülkelerin şirketleri ile karşı karşıya geldiği takdirde Türkiye’nin görü sın el erden lehte karar çıkartması neredeyse imkansız. Yani bağlayıcı kararların ve yaptırımların hangi ülkeler ve emekçi kesiminin aleyhine olacağı daha şimdiden görülebiliyor.

Türkiye’ye Yatırım Yapan ve MIGA’ya üye Olan Uluslararası Şirketler

CitibankN.A.: Faaliyetlerini genişletmek amacıyla sermaye artırımı için yapılan yatının transfer kısıtlamalarına ve kamulaştırma risklerine karşı yatırım garantisi; 20 milyon dolar.

Bankacılık faaliyetlerini genişletmek için verilen kredi transfer kısıtlamalarına ve kamulaştırma riskine karşı garanti; 21.9 milyon dolar.

İstanbul şubesince enerji, iletişim, ulaştırma projeleri için kullanılan kredilerin transfer kısıtlamaları ve kamulaştırmaya karşı garanti; 15.3 milyon dolar.

Citilease Finansal Kiralama A.Ş. faaliyetleri için transfer kısıtlamaları ve kamulaştırmaya karşı garanti; 11.7 milyon dolar.

Philip Morris: Sabancı ile kurulan ortak şirkette kamulaştırma riskine karşı garanti; 50 milyon dolar.

iMG Bank NV: İstanbul’da bankacılık faaliyetleri için verilen kredi transfer kısıtlamalarına ve kamulaştırma faaliyetlerine karşı, 20 milyon dolar.

ABN AMRO Bank: Faaliyetlerini genişletmek için verilen kredi transfer kısıtlamalarına ve kamulaştuına riskine karşı garanti; 24 milyon dolar.

Yurtdışı Yatırımları İçin  MİGA’ya üye Türkiye Şirketleri

Efes Sanayi: Kazakistan’da coca-cola imalat, şişeleme ve Yatırım ve dağıtım şirketi sermayesine katılım payının Ticaret A.Ş. kamulaştırma ve savaş riskine karşı yatırım garantisi; 13.3 milyon dolar, Kırgızistan’da şişeleme ve dağıtım anlaşmalarına kamulaştırma ve savaş risklerine karşı yatının garantisi; 14.3 milyon dolar. Azerbaycan’da şişeleme dağıtım anlaşmalarının kamulaştırma ve savaş risklerine karşı yatırım garantisi, 40 milyon dolar. Efes Breweries Romanya’dakİ yatırımları için savaş ve iç İni. B. V. karışıklıklara karşı garanti; 29.9 milyon dolar. Rusya’da yatırım için transfer kısıtlamaları, kamulaştırma, savaş ve iç karışıklara karşı garanti; 29.7 milyon dolar.

Koçbank A.Ş.: Azerbaycan’da bankacılık faaliyetleri için transfer kısıtlamaları, savaş, iç karışıklıklara ve kamulaştırma riskine karşı garanti; 2.7 milyon dolar.

ENKA Holding: Moskova’da bina inşaatı ve kiralaması anlaşmasında kamulaştırma ve savaş riskine karşı garanti; 17 milyon dolar.

Kaynak: çok Taraflı Tuzaklar, Hilmi Güven, Küreselleşmenin Dolaşımları, Türk Mühendis ve Mimar Odaları Birliği, Şubai 1999, sf. 35-36.

Pazar Savaşı Büyüyor

MAI’nin orijinal hali ile bugün müzakerelerden kaldırılmasının bir nedeninin uluslararası muhalefet olduğunu söylerken önemli bir diğer sebebinin ise emperyalist ülkelerin kendi aralarında bir mutabakata varamamaları olduğuna değinmiştik. Sermayenin eşitsiz gelişimi nedeniyle her birinin ihtiyacı farklı olan OECD üyesi ülkeler arasındaki özellikle ABD ve AB- çelişkiler uzlaşır olmasına rağmen bir türlü ona yolu bulamamış olmaları da anlaşmanın müzakerelerden kaldırılmasında etkili olmuştur.

Özellikle ABD ve AB üyeleri arasında yoğunlaşan tartışmalar, ABD’nin Avrupa Birliği çatısını delmeyi amaçlayan talepleri ile giderek tırmandı. örneğin bir Alman firmasının İngiltere’de sahip olduğu bütün yatırım ve yapılanma imtiyazlarından MAI gereğince kendisinin de yararlanması gerektiğini masaya süren ABD bu konuda AB üyelerinin itirazları ile karşılaştı. ABD kendi açısından anlaşmayı bu şekilde geçirmeye çalışırken AB üyelerinin en temel çekincesi ise ABD’nin özellikle bilişim, sinema gibi sektörlerde sahip olduğu mali ve teknolojik güç karşısında tutunamamak oluyor.

AB kendi açısından bu konuyu çözmeye çalışırken bir diğer sorun ise ABD’nin Küba’ya uyguladığı tek yönlü ticaret dayatmasından kaynaklanıyor. ABD’nin Helmsburtan Yasası adını verdiği bir yasa ile Küba’da kendisinden başka devletlere yatırım yaptırmamaya çalışması AB açısından pazar ve yatırım sınırlaması getirdiği için sorun yaratıyor.

MAI’ye ilişkin Avrupa’dan gelen ilk tepki Fransız sinemacılardan kaynaklandı. Kendilerini sanat değeri düşük, hızlı tempolu, düşünmeyi değil eğlendirmeyi ve vakit öldürmeyi hedefleyen Hollywood sinemasına karşıt olarak tanımlayan Fransız sinemacılarının bir kısmı MAI’nin Hollywood’a bazı ayrıcalıklar tanımayı öngörmesine yoğun tepki gösterdiler. Türkiye sinemasını da olumsuz etkileyecek olan bu durum Avrupa Konseyi ülkelerinin oluşturduğu sinema destek fonu olan Euramage’in Avrupa sinemasına sağladığı tüm avantajları ortadan kaldıracak. Son yıllarda izleyicilerin beğenisini kazanan Türkiye ve Avrupa filmlerine de fon sağlayan Euramage, Hollyvvood karşısında son yıllarda alternatif üretmeye başlayan Avrupa sinemasına sağladığı finansal desteği Hollywood’a da sağlamak zorunda kalacak. Küçük bir ayrıntı gibi görünecek bu tepki aslında MAI’nin yıllardır gizli olarak sürdürülen görüşmelerinin açığa çıkmasının da nedeni oldu. Fransa’da kültür alanında sürdürülen tepkiler sayesinde uluslararası kamuoyu, görüşmelere ilk defa merkezden bir karşı çıkışla açıkça karşılaştı. Ve anlaşmanın tüm dünyaya duyurulmasında önemli bir adım atılmış oldu.

Kuşkusuz Fransız kültür alanında meydana gelen bu tepkinin salt ABD ve Fransız sinemacılarının sanatçı ve sinemaya bakış açılarındaki farklılıktan kaynaklandığını söylemek pek yeterli olmayacak. Elbette ki bu tepkilerin altında yatan ana sebep, Fransız sinemasının Hollywood karşısında pazar kaybetme endişesinden kaynaklanıyor. Fransa’nın kültür alanında koyduğu çekincelere NAFTA’dan ağzı yanmış olan Kanada’nın da katılımıyla kültür alanının MAI’nin kapsamı dışında tutulmasını istiyorlar. Bunun yanı sıra AB’deki sosyalist ve bazı çevreci grupların üzerinde durduğu bir diğer nokta ise, işçi sınıfının uğrayacağı hak gaspları ve çevre koruma konusunda anlaşmanın tek yanlılığı oluyor. MAl’ye ilişkin bir diğer itiraz da Avusturya’dan gelirken yerli sermaye gelişimini ve ulusal çıkarlarını korumak isteyen Avusturya gayri menkul, basın-yayın ve balıkçılık dahil doğal kaynakların kullanımı konusunda MAI’de bir dizi düzenleme yapılmasını istiyor.

Tabi Avrupa’daki demokratik muhalefetten gelen tepkilere karşı ABD’nin MAI’ye, işçi sınıfının ve emekçilerinin haklan ile çevre konusunda bazı kısıtlayıcı maddelerin eklenmesi konusunda ısrar ettiği biliniyor. ABD’nin bu konudaki tavrının ne kadar ciddi olduğunu ise ABD Uluslararası İşletmeler Konseyi Başkanı’nın şu sözleriyle aktaralım:

“Hükümetleri yada işletmeleri, çevre veya emek konusunda bağlayıcı olabilecek herhangi bir hükmün ya da bu konuları ima etmeye yönelik herhangi bir düzenlemenin MAI’ye konulmasına karşıyız”

Anlaşma Belirginleşiyor, Tepkiler Artıyor

67 ülkeden 600’ü aşkın demokratik kitle örgütünün tepkileriyle karşılaşan MAI, Türkiye’de de gündeme gelerek toplumsal muhalefetin tepkilerine hedef oldu. Anlaşma konusunda en ciddi tepkiyi yine işçi sendikaları ve demokratik kitle örgütleri gösterirken, çeşitli partiler, akademik çevreler ve bazı eski bürokratlar da MAI’ye karşı tepkili ve temkinli açıklamalarda bulundular.

Uluslararası muhalefet kendi aralarındaki koordinasyonu internet aracılığı ile yürütürken Türkiye’deki kille örgütleri de başladıkları bilgilendirme ve araştırma çalışmaları İle bu uluslararası platforma dahil oluyorlar. Uluslararası Demokratik Kitle örgütleri oluşturdukları MAI karşıtı platformun ortak düşüncesini ise şu şekilde ifade ediyor:

“Bu karşı koyuş, bu güne kadar gerçekleştirilen mcga-dayanışmaların en büyüğü ve en etkilisi olacaktır. Bu anlaşmanın imzalanmasına engel olabiliriz. NAFTA ile gözü açılan yüz binlerce kişi bize destek verecektir. Küçük İş yerlerinden, çalışan arkadaşlarınıza, temiz gıda ve kirlenmemiş su talep edenlere, İşçilere ve etkin bir tüketici koruması, egemenlik ve demokratik bîr sistem isteyenlere bu durum anlatılmalıdır. Bu anlaşma NAFTA’nın tüm dünyada uygulanmak istenmesidir. Her kişinin, kurumun desteğini isteyin”

Türkiye Harb-İş Sendikası anlaşmaya karşı düzenlediği etkinliklerde tepkilerini dile getirirken MAI ile ilgili oluşturduğu raporda şu cümlelere yer verdi:

“MAI, sermayenin hak ve çıkarlarını oluşturduğu gibi ulus devletlerin de altını oyarak devletlerin yasama ve yargı gibi iç organlarının bazı yetkilerini elinden alıyor ve şirketlerin, devletlerin koyduğu kurallara uymayabileceklerini gösteriyor,”

MAI’ye yönelik olarak gelişen bir diğer tepki ise yabancı sermaye yatırımları ile ilgili görevlerde çalışmış Hazine Müsteşarlığı Yabancı Sermaye Eski Genel Müdürlerinden Enver Güney’den geliyor;

“Uluslararası Tahkim merciinin kararları kesin ve bağlayıcı olup, yatırımın yapıldığı ülkeler tarafından kendi iç hukuklarına göre uygulanmak zorunluluğu bulunmaktadır… öte yandan MAI görüşmeleri tamamlanıp Türkiye bu anlaşmaya imza attığında zaten bu tartışmalara gerek kalmayacak. OECD’nin tek bağlayıcı anlaşması olan bu anlaşma ile üye ülkelerin tamamı tek bir yabancı sermaye rejimine tabi olacaklar.”

Enver Güney’in de dikkat çektiği gibi anlaşma uluslararası sermayenin tek taraflı çıkarlarına göre ulusal çıkar ve iç hukukun tasfiyesini öngörüyor. Kuşkusuz ki bu tasfiyeler söz konusu kuralların toplanıp çöpe atılması şeklinde gelişmiyor. Tasfiye süreçleri yürürlükte olan mevcut yasaların, uluslararası sermayenin ülke içindeki hareketini olumsuz yönde etkilemeyecek şekilde revize edilmesi şeklinde gerçekleşiyor. Nitekim bu konudaki gelişmeler kendisini göstermeye başladı bile. Uluslararası sermayenin özellikle Danıştay’dan duyduğu rahatsızlığa ve “devletin başının” bu konudaki yaklaşımına daha önce değinmiştik. Süleyman Demirci’m, Danıştay’ın yetkilerinin kısıtlanmasından bahsetmesinin ardından henüz bir yıl geçmeden her türlü karara ve eyleme karşı yargı yolunu açan Anayasa’nm 125’inci maddesi ile Danıştay’ın tanımının ve kapsamının yer aldığı 155’inci maddenin değiştirilmesi için yasa tasarıları hazırlandı. Hazırlanan tasarıda 125’inci maddeye “İdarenin taraf olduğu özel hukuk sözleşmelerinden doğacak uyumsuzluklarda, tahkime gidilip gidilmeyeceği konusu kanunla düzenlenir” fıkrası eklenerek Uluslararası Tahkimin yolu açılarak Danışta}’, devre dışı bırakılmak istenmektedir. Anayasanın 155’inci maddesinde belirtilen Danıştay’ın yetkilerinin kısıtlanması ise doğrudan doğruya 115’inci maddeyi de etkileyecek. Böylece, bugüne kadar Bakanlar Kurulundan geçen ancak Danıştay tarafından Anayasaya aykırılık gerekçesi ile geri çevrilen pek çok yasa da tekrar gündeme getirilebilecektir. Bunlara ek olarak anayasada bugüne kadar ifadesini bulmayan özelleştirme de 47. maddede yapılacak değişiklikle anayasal bir statüye kavuşturulacak.

Tahkime Yönelik Olarak Değiştirilmesi Düşünülen Anayasa Maddeleri

Devletleştirme

Madde 47: Kamu hizmeti niteliği taşıyan özel teşebbüsler, kamu yararının zorunlu kıldığı hallerde devletleştirilebilir.

Devletleştirme gerçek karşılığı üzerinden yapılır. Gerçek karşılığının hesaplanma tarzı ve usulleri kanunla düzenlenir.

Yargı yolu

Madde 125: İdarenin her türlü eylem ve işlemlerine karşı yargı yolu açıktır.

Cumhurbaşkanının tek başına yapacağı işlemler ile Yüksek Askerî Şûranın kararlan yargı denetimi dışındadır.

İdari işlemlere karşı açılacak davalarda süre, yazılı bildirim tarihinden başlar.

Yargı yetkisi, idarî eylem ve işlemlerin hukuka uygunluğunun denetimi ile sınırlıdır. Yürütme görevinin kanunlarda gösterilen şekil ve esaslara uygun olarak yerine getirilmesini kısıtlayacak, idarî eylem ve işlem niteliğinde veya takdir yetkisini kaldıracak biçimde yargı kararı verilemez.

İdari işlemin uygulanması halinde telafisi güç veya imkansız zararların dogması ve idarî işlemin açıkça hukuka aykırı olması şartlarının birlikte gerçekleşmesi durumunda gerekçe gösterilerek yürütmenin durdurulmasına karar verilebilir.

Kanun, olağanüstü hallerde, sıkıyönetim, seferberlik ve savaş halinde ayrıca milli güvenlik, kamu düzeni, gene! sağlık nedenleri ile yürütmenin durdurulması karan verilmesini sınırlayabilir. İdare kendi eylem ve işlemlerinden doğan zararı ödemekle yükümlüdür.

Danıştay

Madde 155: Danıştay, İdari mahkemelerce verilen ve kanunun başka bir idarî yargı merciine bırakmadığı karar ve hükümlerin son inceleme merciidir. Kanunda gösterilen belli davalara da ilk v eson derece mahkemesi olarak bakar.

Danıştay, davaları görmek. Başbakan ve Bakanlar Kurulunca gönderilen kanun taşanları hakkında düşüncesini bildirmek, tüzük taşanlarını ve imtiyaz şartlaşma ve sözleşmelerini incelemek, idari uyuşmazlıkları çözümlemek ve kanunla gösterilen diğer işleri yapmakla görevlidir.

Danıştay üyelerinin dörtte üçü, birinci sınıf idarî yargı hakim ve savcıları ile bu meslekten sayılanlar arasından Hakimler ve Savcılar Yüksek Kurulu; dörtte biri, nitelikleri kanunda belirtilen görevliler arasından Cumhurbaşkanı; tarafından seçilir.

Danıştay Başkanı, Başsavcı, başkanvekilleri ve daire başkanları, kedi üyeleri arasından Danıştay Genel Kurulunca üye tamsayısının salt çoğunluğu ve gizli oyla dört yıl için seçilirler. Süresi bitenler yeniden seçilebilirler.

Danıştay m kuruluşu, işleyişi. Başkan, Başsavcı, başkanvekilleri, daire başkanları ile üyelerinin nitelikleri ve seçim usüleri, idarî yargının özelliği, mahkemelerin bağımsızlığı ve hakimlik teminatı esaslarına göre kanunla düzenlenir.

MAI”ye Akademisyenler de Tepkili

MAI’nin yatının yapılan ülkenin bağımsızlığına açıkça kasteden bir uluslararası metin olduğunu belirten ODTü İktisat Bölümü öğretim üyesi Prof. Dr. Ahmet Tonak da şu açıklamayı yapıyor;

“…Anlaşma bir bakıma özellikle gelişmekte olan ülkelerin elini kolunu bağlayan, kalkınma stratejisi, belirlenen hedeflerin oluşturulup uygulanması imkanlarını toptan rafa kaldıran bir hukuki çerçeve anlamına geliyor”.

MAI bir ülkenin sadece ileriye dönük ekonomik, sosyal, kültürel konularda ulusal politikalar üretmesini engellemekle kalmıyor, bugüne kadar geçerliliği olan düzenlemelerin de iptal edilmesini öngörüyor. Yıllardır yabancı sermayenin ülke içine girişindeki en cazip noktalar olarak değinilen ve halen yürürlükte olan pek çok yasal zorunluluğun MAI ile kaldırılması isteniyor.

örnek verecek olursak; konu ile ilgili olarak oluşturulan madde yabancı yatırımcılar için bugüne kadar geçerli olan yatırım yapılan ülkeden hizmet satın alma zorunluluğu, mal ve hizmetlerin belli bir oranını ihraç etme zorunluluğu, yeni teknoloji transfer etme zorunluluğunu kaldırıyor. Bunun yanı sıra yatırım yapılan ülkede yerli istihdam sağlama zorunluluğu ve elde edilen kârların belli bir miktarının tekrar yatırıma dönüştürülmesi şartını da kaldırarak uluslararası sermayenin yatınm başlangıç sermayesini ve elde ettiği kârları serbestçe istediği yere transfer etmesinin önündeki engeller kaldırılmış oluyor.

özellikle yerli istihdam konusunda örnek verecek olursak, teknolojik yatırımlar yapan bir firmaya gidip de “işletmenizde 5 tane de yerli mühendis çalışsın, işi öğrensinler” diyemeyeceksiniz. çünkü MAI ile bunu demenizin en ufak bir hukuki zemini kalmıyor. özellikle bu maddenin uygulanmasındaki en büyük etken üretim alanında söz konusu olan teknolojik tekelin kullanım alanına da yaygınlaştırılması. Bu maddenin bir yönüyle de teknolojik ajanlığın önüne geçmeyi amaçladığı açık. Diğer yandan ise teknolojik olarak paylaşılamayacak(î) derecede gizli gördükleri sektörleri yeni sömürge ülkelere daha rahat taşıma imkanına kavuşacaklar. Anlaşmada yer alan, kârların bir kısmının yatırıma dönüştürülmesi hakkında Prof. Dr. Ahmet Tonak şu değerlendirmeyi yapıyor:

“MAI yabancı yatırımcıların kârların bir bölümünü bile yeniden yatırma mecburiyetini ‘yasadışı’ ilan ederken, yatırımlarda yerel istihdam oranının belirlenmesine ilişkin olası her talebi de yabancı sermayenin ü/gürlüğü adına olanaksız kılıyor!”

MAI’nin bir ülkenin yasalarını ve iç hukukuna yönelik gerçekleştirebileceği müdahaleler sadece bu kadarla da sının değil. Anlaşmanın genel çerçevesini emperyalizmin kârlılığının arttırılması oluşturduğu için hedef alınan noktalarda sürekli olarak bu amaca yönelik oluyor. Tabi bu noktada uluslararası sermaye açısından asla atlanamayacak olan bir konu ise işçi sınıfının kazanımları ve ağır bedeller ödeyerek yarattıkları örgütlenmeler yani sendikalar oluyor. Akademik çevrelerin ve sendikaların MAI’ye ilişkin eleştirilerde birleştikleri konulardan bir tanesi de anlaşmanın ILO standartlarını ve uluslararası anlaşmalarla tanınmış sendikal haklan bile ihlal ettiği noktasında görülüyor. Bu konu o kadar açık bir şekilde ortada ki, sendikal hakların ihlal edildiğine ilişkin ilk tepki MAI görüşmelerinin içinden geliyor, MA1 Görüşmelerinin Başkanı Frans Engering, anlaşmayla ilgili olarak işçi sendika ve çevre haklarının yeterince açıklanmadığını belirterek istifa edeceğini şu sözlerle açıkladı:

“Bu konulardaki hakların korunacağına dair ikna edici bir takım hükümlerin anlaşmaya konulmaması nedeni ile gelecek tepkileri göğüslememiz mümkün değil, anlaşma ciddi bir şekilde tehlikeye girer”

Toplumun çeşitli kesimlerinden MAI’ye yönelik tepkiler gelirken hükümetin bu konuda ne düşündüğü, Türkiye’nin hangi konulara çekince koyduğu bir çok çevre tarafından merak ediliyor. İstanbul Sanayi Odası Başkanı Hüsamettin Kavi de bu konudaki tepkisini dile getirerek hükümetin anlamaya ilişkin tavrının ve çekincelerinin herkes tarafından bilinmesi gerektiğini belirtiyor. Görünen o ki, TüSİAD’da toplanan işbirlikçi burjuvazinin en iri temsilcileri bu konunun kendi küçük müttefikleri tarafından bile bilinmesini istemiyor. 3 yi! boyunca dünya kamuoyundan gizlenen MAl’nin teşhir oluşundan sonra dahi gizlilik içinde tutulmasına dikkat ediliyor. Hükümetlerden işbirlikçi burjuvazinin önemli bir kısmına kadar iktidar odaklarının bir kısmının bile pek fazla bilgi sahibi olmadığı MAI konusunda TBMM’ye soru önergeleri dahi verildi. CHP milletvekillerini Türkiye’nin uluslararası sermaye karşısında bağımsızlığının ve ulusal egemenliğinin nasıl korunacağının(!) belirsiz olduğunu belirterek^ meclis başkanlığına sunduğu önergenin bir kısmında;

“Türkiye’nin temci ekonomik kuruluşları olan ve ulusal bağımsı/lığın güvencesini oluşturan kamu kuruluşlarının özelleştirilmesi çabalarına Dünya Bankası ve IMF is-tcmlcri doğrultusunda yeni boyutlar kazandırılmaya çalışılmaktadır. Her ülke için stratejik olan kuruluşlar özelleştirmeye alınarak çoğu yabancı çok uluslu tekellerle ortaklık oluşturmuş bulunan holdinglere satılmak istenmektedir” denilmiş ve hükümetin bu konuda doğacak sıkıntılara karşı ne gibi tedbirler(î) aldığı sorulmuştur. özelleştirmeci CHP ise bu önerge ile ‘solcu’ sıfatının gerektirdiği rolü oynamaya çalışarak içini rahatlatıp seçmenine karşı görevini yaptığı iddiasında bulunmaktadır.

Anlaşmayla ilgili olarak Türkiye’nin koyduğu çekinceler hakkında hükümet derli toplu bir açıklama yapmasa da zaman

(*) Türkiye’de sanki hir ulusal bağımsızlıktan ve egemenliğin varlığından söz edi lebi l irini şçesi ne CIİI* göriiniüyü kurtarmaya çalışan bir politika izliyor.

zaman basına sızan haberlerle MAI’nin hangi hükümlerinin iktidar için sorun oluşturduğu hakkında belirli bir fikre sahip olabiliyoruz.

Türkiye’nin MAI’ye 8 ayrı konuda 30 çekince koyduğu basından elde ettiğimiz bilgiler arasında yer alıyor. Hükümet bu çekincelerin tamamını ayrıntılı bir şekilde açıklamaktan kaçınırken elde edilen bilgilere göre ilk çekince anlaşmanın uygulanacağı alanı belirleyen coğrafi sınırlar hakkında geliyor. MAI’nin ülkenin karasuları dışındaki deniz alanlarını da anlaşmanın kapsamı içine alarak, ülkeyi saran uluslararası sulan da içermesi Türkiye tarafından kabul edilmiyor. çünkü bu madde Türkiye’nin altına imza atmadığı 1982 BM Deniz Hukuku Sözleşmesi’ne atıfta bulunuyor. Yani Türkiye altına imza atmadığı bir anlaşmaya MAI ile otomatik olarak uymak zorunda bırakılıyor.

Türkiye’nin bunun dışında koyduğu çekincelerin büyük çoğunluğu ise anlaşmanın içeriğinden çok yürürlükte olan mevzuatlarla MAI’nin örtüşüp örtüşmediği konusunda beliriyor. Yani. MAI’ye konulan çekincelerin dayandığı anlayış, anlaşmanın resmi kağıtlarla uyumlu olup olmadığı düzleminde. İşte bu anlayışla süzgeçten geçirilen MAI’ye yürürlükteki mevzuatlara uymadığı için 30 ayrı çekince konuluyor. üstelik kriter alınan mevzuatlardan kimi 1930’Iardan kalmış ve bugün fiilen uygulanmayan resmi yazılar. Bir başka deyişle MAI’nin 1930’Iardan kalma mevzuatlara uyumlu olup olmadığına bakılıyor. Bunun böyle olduğunu ise Yabancı Sermaye Genel Müdürü Mehmet Onarak şu şekilde dile getiriyor:

“Biz 1930’Iardan kalan zaten işlemeyen yasalarla işlcrimi/i yürütüyoruz; bir takım yasalarla uyum olsun diye baktık, 30 tane çekince çıkıyor ortaya”

Açıkçası bu işle uğraşan bürokratların derdi, MAI’nin, Türkiye’nin bugününe ve yarınına koyacağı ipotek değil, “işi kitabına uydurmak”.

Son Söz Olarak

Açıkça dışında tutulmamış olan her şeyi kapsayacak olan MAI, yıllardır korunan gizliliğe ve anlaşmayı sahiplenenlerin güçlerine rağmen uluslararası kamuoyunun gündemine gelerek, yoğun bir muhalefetle karşılaştı. Ve anlaşmanın sahiplerinin gücüne rağmen oluşan uluslararası muhalefet, güçlülerin gücünden daha etkili oldu ve MAI müzakerelerden çekilmek zorunda kaldı. Küreselleşme(î) çığırtkanlıkları ile oluşturulmaya çalışılan uluslararası sermayenin sınırsız dolaşımının yeni evresini MAI ile tamamlamaya çalışan emperyalizm, bu aracın geçersizleşmesinin ardından hemen bir yenisini devreye soktu. İçerik açısından MAI’yi bütünüyle kapsayacağı anlaşılan MFI, emperyalizmin yeni saldırılarından biri olurken toplumsal muhalefetin de kendisini bir kez daha ispatlayabilmesi için yeni bir fırsat daha sunuyor. Uluslararası muhalefet, yaşanan MAI sürecinden oldukça ciddi dersler çıkardı. Bunların en önemlisi ise, emperyalizmin tam olarak ne istediğini taktiklerine varıncaya dek artık daha iyi biliyor oluşumuzdur. Bir diğer önemli konu ise dünya genelinde M Al’ye karşı olan bine yakın demokratik kitle örgütü ve siyasal oluşumların ortak hareket edebilmiş olması ve bunun bizlere kazandırdığı tecrübedir.

Elbetteki süreçten sadece demokratik muhalefet dersler çıkarmadı, emperyalizm de kendi açısından bazı dersler çıkartmışa benziyor. Tabi emperyalizmin tedbir deyince aklına ilk gelen, MAI’yi zora sokan olası bir güçlü toplumsal muhalefete karşı alınacak önlemler oluyor. MFI’nin de MAI ile aynı akıbete uğramaması için toplumsal muhalefetin önünü almayı hedefleyen tedbirler şimdiden hazır bile. Tabi bu iş için en fazla başvurulacak olan yöntem de reklam ve yeni bir imaj yaratmak.

Bunun için ilk hedeflenen çalışma, demokratik kitle örgütleri ve Avrupa dışındaki kimi yatırımcılarla yoğun bir diyalogun sağlanması oluyor. Bu çerçevede DKö’lerin ve adı geçen yatırımcıların 1999 sonunda gerçekleştirilecek olan WTO toplantılarına davet edilerek, burada MFI’nin MAI’nin ‘hatalarını’ içermediği konusunda ikna edici(!) gayretler gösterilmesi öngörülüyor. özellikle uluslararası muhalefete ‘sizin haklı eleştirilerinizi görerek, MFI’yi hazırladık'(!) denilmek isteniyor. OECD bünyesinde bir araya gelen ülkelere, Dünya Bankasf nın uzmanları karşılaşılan her sorunda çözücü olacağına inandıkları şu formülü öneriyorlar; “Sadece siyasi iktidarı satın almakla kalmayın, bütün ülkenin ne kadar örgütü varsa hepsini satın alın, bir tür ortaklıklarla”

WTO çatısı altında görüşülecek olan MFI’nin başarıya ulaşabilmesi için tabi önce emperyalistlerin kendi aralarında belirli bir uzlaşmaya varmaları gerekiyor. Bu konuda da Avrupa Komisyonu, öncelikle ABD’yi görüşmelerin WTO’da yapılması konusunda ikna etmeyi planlıyor. Hatırlanacağı gibi ABD, anlaşmanın WTO içinde çok büyük bir muhalefet ile karşılaşılacağı için bu öngörüyü benimsemiyordu. ABD’nin bu konuda ikna edilmesi ve emperyalistler arasında ortak tavır belirlenmesi MFI’ya giden yolda ikinci adım olarak görülüyor.

Diğer bir adım ise. AB’nin bulun olanaklarını kullanarak MFI’nin tüm tarafların çıkar sağlayacağı bir çözüm olduğunu WTO üyelerine anlatması. MF1 ile yatırımların herkes tarafından ortak!aşılan(!) hamleler haline geleceği yönünde varsayım bile sayılmayacak yalanlarla WTO üyesi ülkeler MFI’nin içine çekilmeye çalışılacak.

Bu konuda baş vurulacak bir diğer çare ise ikna turları düzenlenerek, WTO üyeleri içinden WTO’nun kurallarını eksiksiz uygulamaktan yana olan ülkelerle yakın ilişkiler kurulması olacak.

Görüleceği gibi MFI, M AI’ ye göre biraz daha fazla katılımlı bir zeminde inşa edilmeye çalışılıyor. üstelik bu katılım sadece NVTO’nun üyelerinin OECD’ye göre çokluğundan değil, sürece dahil edilmeye çalışılan DKö’lerin de hedeflemesinden kaynaklanıyor. MAI karşıtı platformları zayıflatmayı hedefleyen bu ve benzeri girişimler, bugünden başlayarak boşa çıkartılması gereken hamlelerdir. Kısa bir süre de olsa fırsat bırakılacak bir kafa karışıklığı MFI’nin önündeki engelleri zayıflatacağından 1999 sonunda başlanacak sürece tüm anti-emperyalist örgütlenmeler iyi hazırlanmalıdırlar.

Adı ister MAI ister MFI olsun isterse başka bir şey, emperyalizmin hedefini biliyoruz. Bu hedeflere ulaşmak için emperyalizm yaşamın her alanında çeşitli dayatmalar getirecektir. Bu dayatmalara karşı durabilmek için elimizdeki tek seçenek ise örgütlenmektir. Demokrasi mücadelesini ve antiemperyalizmin omurgasını oluşturacak bir örgütlenme tarzı ile hareket edecek olan demokratik muhalefet ancak bu ilkelere sarılıp bunu yükselttiği oranda başarıya yaklaşacaktır.

Ve güncel sorunlar karşısında örgütlenmiş bulunan ‘MAI Karşıtı Platformlar ise kalıcı ve dönüştürücü değerler yaratabilmek için kısa süre içinde uzun erimli bir antiemperyalist programı oluşturmaya çalışmalıdır. Ulaşılması gereken ise, dönemsel ve tek tek hedeflere yönelik karşı duruşlar değil, uzun soluklu bir anti-emperyalizm ve demokrasi mücadelesidir. Bu ise ancak devrimciliğin yol göstericiliği ile bilince taşınıp, devrimci bir yol ile yaşama geçirilebilecek bir tarzı bizler için zorunlu kılmaktadır.

* * *

Konjonktürü değerlendirirken MAI ve MİGA’mn yanına NATO’yu koymamak süreci tahlil etmek açısından oldukça büyük bir eksiklik olacaktır. Zira çalışmamız boyunca bahsettiğimiz MAI ve MİGA’ya baktığımızda bunların bir devletin klasik anlamda bilinen Yasama ve Yargı organlarına denk düşen statü ve kurumsallaşmalar olduğu anlaşılacaktır. Şimdilik bu tabloda eksik olan tek güç yürütmedir, yani yasaları uygulamayı ve uygulatmayı üstlenen güç henüz tablomuza dahil değildir. Tam da bu noktada NATO’nun 50’inci yıl konseptî zihinlere getirilecek olursa, önümüzde, klasik anlamdaki devletin Yasama, Yürütme ve Yargı organlarının uluslararası sermaye tarafından yine uluslararası bir statü ile yeniden organlaştırıldığı gerçeğini buluruz.

Bir yandan ulusal devletin görevi, uluslararası sermayenin çıkarlarım korumak şeklinde yeniden tanımlanırken, diğer yandan kendi kurumsal ve hukuksal zeminlerini oluşturan emperyalist merkezler, bundan sonraki stratejilerini bu zemin üzerinde yürütmeyi planlıyorlar. Emperyalizmin sömürü çarkının yürütme erki olarak görev yapacak olan NATO’nun, sanıldığı gibi bütün kriz bölgelerine müdahale eden bir güç olmayacağını dile getiren ABD Dışişleri Bakanı Madelein Albright yaptığı bu açıklama ile aslında şunu söylemek istiyor;

“NATO dünyadaki her sorunun çözümü için müdahale eden bir güç olmayacaktır. NATO’nun görevi bizim çıkarlarımızın zarar gördüğü yerlerde söz konusu müdahalelerin yapılmasıdır. Bu da bizim kendi kendimize tanıdığımız bir ayrıcalıktır.”

Kaynakça ve Görüşler

Kaynakça    :

1) Ahmet Tonak, Küreselleşmenin Dolaşımları. TMMOB. Sf. 12. Şubat 1999

2) Türkiye Harb-İş Sendikası MAI Eleştirel Metni

3) lz?£llin önder, MAI, Birleşik Metal-İş Yayınlan, sf. 15.98/4

4) Fatih Polal, Evrensel Kültür Dergisi, sf. 29, Mayıs 1998

5) International Herald Tribüne, 23, Ekim 1997

6) Cumhuriyet Gazetesi, 7 Nisan 1998

7) Ahmet Tonak, MAI Birleşik MeUl-tş Yayınlan, Sf, 30, 84/4

8) Emek Gazetesi, 22 Nisan 1998

GÖRÜŞLER    

TMMOB Elektrik Mühendisleri Odası Başkanı Ali Yiğit
MAI KAMUSAL GELECEĞİ YOK EDİYOR

“Sermayenin küresel anayasası olacağı öngörülen MAI 8ü’li yıllardan bu yana süregelen ‘Kürkselleşme-Yerelleşme’ denkleminin gelinen noktadaki çözümünü oluşturuyor. Bu çözüm, ulus devletin sosyal niteliğinin tasfiyesiyle. birlikle yürütülmektedir. Bu çözüm özelleştirmenin her derde deva olacağı ideolojik yanılsanıasıyla birlikle yürütülmektedir”

Türkiye’de de çeşitli demokratik kitle örgütlerinin tepkisini çekmeye başlayan MAI biraz geç de olsa gündemdeki yerini korumaya başladı. Yabancı sermayenin yeniden yapılanma ve yapılandırma planlan çerçevesinde gündeme gelen MAI ve MİGA aslında pek çok açıdan, karşımıza çıkmış yepyeni bir olgu değil. Söz konusu olan sadece uluslararası sermayenin uluslarüstü entegrasyonunda yaşanan sürecin yeni bir evresi.

Yabancı sermayenin kendi hukukunu yabancı sermaye karşısında direnci zayıf olan ülkelere ilk kez dayatmadığını dile getiren TMMOB Elektrik Mühendisleri Odası Başkanı Ali Yiğit, MAl’nin ABD ve AB tarafından yürütülen, tekelci sermaye lehine oluşturulmuş yeni bir operasyon olduğunu vurguluyor. MAl’nin Türkiye’nin gündemine oldukça kritik bir dönemde girdiğini belirten Yiğit. “Türkiye’nin enerji sektörü, ulusalararası sermaye açısından iştah kabartan bir nitelik arzediyor. Keza telekomünikasyon sektörü de… bilindiği gibi bu alanlar özelleştirme saldırısının yolaçtığı tahribata ve yapısal bozulmaya rağmen hâlâ kamunun elinde bulunmaktadır” şeklinde konuşuyor.

MAI’nin ulusal kaynaklara dayalı kamu yatırımı ve kamusal gelecek umutlarını ortadan kaldırmayı hedeflediğini belirten Ali Yiğit, MAl’nin küreselleşmenin dönemsel bir çözümü o!a-rak karşımıza çıktığını vurguluyor.

“Sermayenin küresel anayasası olacağı öngörülen MAI 80’li yıllardan bu yana süregelen ‘Küreselleşme-Yerelleşme’ denkleminin gelinen noktadaki çözümünü oluşturuyor. Bu çözüm, ulus-devletin sosyal niteliğini tasfiyesiyle birlikte yürütülmektedir. Bu çözüm özelleştirmenin her derde deva olacağı ideolojik yanılsamasıyla birlikte yürütülmektedir”

MAI ve benzeri anlaşmalara tepki göstermenin, ulusal bağımsızlık refleksinin ve kamusal yarar sorumluluğunun kriterleri arasında yer aldığını kaydeden Elektrik Mühendisleri Odası Başkanı Ali Yiğit, MAI’nin Türkiye açısından bir anlaşma olmaktan çok bir dayatma ve teslimiyet belgesi olduğunu dile getiriyor. Söz konusu dayatmanın Türkiye’nin durumundaki bütün ülkeler açısından geçerli olduğunu beli nen Yiğit, uluslararası sermayenin hareket serbestisini oluşturacak olan MAI’nin aynı zamanda emek üzerindeki sömürüyü derinleştiren bir nitelik de taşıdığının gözardı edilemeyeceğine dikkat çekiyor.

MAI’nin bu yönlerinin dünyanın pek çok yerinde tepkilerle karşılaştığını ve görüşmelerin 1998 Ekim ayına kadar ertelemek zorunda kaldığını ifade eden Ali Yiğit, önümüzdeki Ekim ayında OECD Bakanlar Konseyi toplantısıyla MAI’nin tekrar ele alınacağını ve daha net bir içeriğe kavuşacağım ifade ediyor. Bu noktadan sonra ise MAI’nin hem Türkiye için hem de aynı durumdaki diğer ülkeler için nelere mal olacağının daha iyi anlaşılacağını belirten Yiğit, “Bu dönemle birlikte MAI’yi ve etkilerini geniş, yaygın ve kitlesel düzeyde tartışmaya daha fazla ihtiyacımız olacak” vurgusunda bulunuyor.

DİSK ve Birleşik Metal İş Sendikası Uluslararası ilişkiler Uzmanı Gaye Yılmaz

UZAKDOĞU’DA YAŞANANLAR ULUSLARARASI SERMAYENİN OYUNU

Asya’da yaşanan gelişmelerin, bölge ülkelerinin mali w ekonomik krizlerden kendilerini koruyabilmeleri için gerekli sütü tedbir ve korumaların, uluslararası sermaye- tarafından ortadan kaldırılması nedeniyle yerci diîıeyde büyük yıkımlara neden olduğunu ifade eden Gaye Yılmaz. Asyayı sarsan ekonomik gelişmeler ile M Al arasındaki ilişkinin de buradan başlayarak kurulması gerekliğini söylüyor.

MAI ile, bugüne kadar yabancı sermayenin ülke içine girişinde sağlanacağı ileri sürülen bütün avantajlar ortadan kaldırılırken, meydana gelecek yeni durumun nasıl bir sonuç oluşturacağı ise en açık bir şekilde Uzakdoğu’da yaşanan son gelişmelerden çıkartmak mümkün.

Uzakdoğu’da yaşanan gelişmelerin ‘kriz’ olarak adlandırılamayacağını dile getiren DİSK ve Birleşik Metal İş Sendikası Uluslararası İlişkiler Uzmanı Gaye Yılmaz, bölgede yaşanan gelişmelerin bugüne kadar söz konusu ülkelere her türlü denetimden ve sınırlamadan arındırılmış bir şekilde girebilen uluslararası spekülatörlerin aktörlüğünü yaptığı bir senaryo olduğunu dile getiriyor.

Kriz hallerinin elde olmayan, beklenmedik ve tarafların hiçbirinin arzu etmediği kontrolsüz durumlar olarak görülmesi gerektiğini söyleyen Yılmaz, Güneydoğu Asya’da yasana gelişmelerin ise bunun tam tersine uluslararası tekellerin ve spekülatörlerin kontrolünde gelişen bir operasyon olduğunu ifade ediyor.

çoğu ABD kökenli uluslararası spekülatörlerin, ABD ve AB’nin pazar paylanın daraltacak kadar büyüyen Güneydoğu Asya’daki yeni ekonomileri finans krizi içine sürüklediğini ifade eden Yılmaz, Güneydoğu Asya ekonomileriyle ilgili olarak şunları ifade ediyor:

“Yaşanan gelişmelerin ardından anlaşılan şu ki ‘kriz’i başlatan Amerikalı spekülatörlerin yoğun satışı olmuştur. Yerli para birimlerinden hızla çıkarak ABD dolarına yönelmeye başlayan spekülatörler, I998’in Ocak ayı geldiğinde bölgeyi tam bir döviz ve finans açmazına sokmuşlardır. Zaten, bu ‘sözde kriz’-den en kârlı çıkan kesim yine Wall Street Borsası’dır.”

Asya’da yaşanan gelişmelerin, bölge ülkelerinin mali ve ekonomik krizlerden kendilerini koruyabilmeleri için gerekli tüm tedbir ve korumaların, uluslararası sermaye tarafından ortadan kaldırılması nedeniyle yerel düzeyde büyük yıkımlara neden olduğunu ifade eden Gaye Yılmaz, Asya’yı sarsan ekonomik gelişmeler ile MAI arasındaki ilişkinin de buradan başlayarak kurulması gerektiğini söylüyor. Yabancı sermayenin yatının yapılan ülkeye kontrolsüz ve sınırlamasız girişi ile söz konusu ülkenin tüm ekonomisinin zamanla uluslararası tekellerin kontrolüne geçtiğini belirten Yılmaz MAI’nin yaşanmakta olan bu süreci tamamlayacak olan önemli bir unsur olduğu belirtiyor.

ABD’nin eski Hazine Bakanları’ndan Roger Altman’ın “Asya Krizi, Dünya Mali Piyasalarının bir tür Uluslararası Hükümet olarak ortaya çıkmaya başladığını göstermiştir. Bunları kimse seçmedi. Dünya ekonomisine katılan ülkeler bu piyasaların iktidarına tabi oluyorlar” sözünü hatırlatan Yılmaz, dünya mali piyasalarının dünya üretim piyasalarından bağımsız olmadığını söyleyerek, MAI’nin az gelişmiş ülkelerin hem mali hem de üretim piyasalarım uluslararası tekellerin hegemonyasına alacağını ifade ediyor.

Öğretim Elemanları Sendikası Başkanı Prof. Dr. İzzettin Önder

YENİ BİR DEVLET KURULUYOR

“Bir anayasadan bahsediyorsak yeni bir devletin oluşumumlan bahsediyoruz: Ancak bit devlet başka bir zeminde kuruluyor, MAI He oluşacak yeni devletin sının yok dayatmaları var.”

Ulus devletin tarihsel gelişimi içinde ömrünü tamamladığı tartışmaları uzun zamandır gündemde yer tutan konulardan bir tanesi olmaya devam ediyor. Uluslararası sermaye oluşturmayı hedeflediği yeni dünya yapısında ulusdevlet erkinin zayıflatılmasını öngörürken bunu da devlet kavramının içeriğini değiştirerek yapıyor. İktisattan, politikaya ve felsefeye kadar pek çok konudaki bilinci kendi çıkarları doğrultusunda yeniden yapılandırmayı tasarlayan uluslararası sermayenin, tüm dünyaya iki önemli dayatmada bulunduğunu söyleyen öğretim Elemanları Sendikası Başkanı Prof. Dr. izzettin önder, yapılan dayatmaların ilkinin bütün eski günahların un utturul ması, diğerinin ise kurulan düzenin değiştirilmediğinin kanıksan l mas ı olduğunu belirtiyor.

MAI’ye çok Taraflı Yatırım Anlaşması denilerek sanki gerçekten çok taraflıymış gibi bir imaj yan atılmak istendiğini ifade eden önder, “Bize sanki bu yatırımcılar çok ulusluymuş, hakikaten Nijerya ile Fransa bir araya gelmiş, Türkiye ile ABD bir araya gelmiş gibi gösteriliyor” diyerek, bu ülkelerin ancak tekstil sanayi, motor sanayi gibi alanlarda bir araya gelebileceğini oysa ileri sanayide böyle bir şeyin mümkün olmadığını söyledi. önder, “Burada söylenmesi gereken doğru şey, gelişmiş ülkelerin aralarında yaptıkları anlaşmalar ile kurdukları şirketler veya ortaklıklarla kendi aralarında bir araya geldikleri ve böylece diğer ülkelerdeki yatırımlarının daha fazla kar getirebilmesi için dayatmalar yapacakları olmalıydı. Fakat bu açıkça söylenmiyor” dedi.

Vatan kavramının bir insan veya grup için toprak parçası olarak üzerinde yaşanabildiği ve insanlara katkıda bulunduğu için değerli olduğunu ifade eden İzzettin önder, uluslararası sermayenin vatan kavramını da oluşturduğu yeni devlet biçimi ile birlikte yeniden tanımlamaya çalıştığını kaydederek şunları söyledi:

“Toprak parçası olarak algılanan kutsal vatan tarımsal toplumların vatan kavramıydı. Bu tanım artık değişiyor. MAI’ye bir anayasa derken neyi kastediyoruz bununla? Bir anayasadan bahsediyorsak yeni bir devletin oluşumundan bahsediyoruz. Ancak bu devlet başka bir zeminde kuruluyor. MAI ile oluşacak yeni devletin sının yok, dayatmaları var. Merkeze daha fazla kaynak çekmek için yatının, pazar ve f inansal pazar olarak görülen Türkiye gibi çevre ülkelere sermayenin liberalizasyonu adı altında çeşitli dayatmalar yapılmaktadır. Kurulan bu devlet toprak zemini üzerinde değil, sermaye denen emekçilerin birikim zemini üzerinde kuruluyor. Bu devlet, toprak esaslı devleti ayağımızın altından çekiyor ve onu anlamsız hale getiriyor. Yani bir ‘Devlet Sermaye’ kuruluyor”.

Oluşturulan devlet kavramının hukuksal dilde kullanılan “devlet” kavramından çok farklı olduğunu ifade eden önder, meydana gelen gelişmelerin iktisadi yeni bir nosyondan kaynaklandığını vurguluyor. Topraktan tamamen bağımsız olarak gittiği her yerde, oluşturduğu güç ile kendi kurallarını ulusal iç hukuk kurallarını geçersiz sayacak kadar dayatacak olan yeni devlet kavramının doğru algılanması gerektiğini belirten önder, “Hâlâ bizim dikkatimizi toprak üzerinde yoğunlaştıran yanılsamalar, bizi hedeften uzaklaştırıyor. Bizi toprak üzerinde düşünmeye zorlayanlar bizim neyi korumamız gerektiği konusundaki bilincimizin gelişmesini de engellemektedirler” diyerek oluşan “devlet” yapısına dikkat çekiyor.

Bundan böyle ülke ve vatanı koruma kavramlarının, sadece toprak bütünlüğü ve onun korunması olarak algılanmasının sermayenin çıkarlarına hizmet etmek anlamına geleceğini ifade eden önder, “ülke o vatan üzerinde üretilen artık değerler, katma değerler, onların orada çoğaltılması, orada paylaşılmasıdır. Yoksa artı değerinin ve katma değerinin başka yerlere aktarıldığı ülke korunmuş sayılmaz. İşte sermaye bunu uzantıları ile almaya başlıyor. Bunu yaparken kurallarım da korumaya çalışıyor” dedi. Bu kuralların bir kısmının zaten işlediğini dile getiren İzzettin önder, bugün yapılmak istenenin varolanın daha da genişletilerek kağıt üzerinde kurallaştırılması olduğunu kaydetti.

Değiştirilmek istenenin sadece devlet kavramı olmadığına da dikkat çeken önder, aynı zamanda bizim felsefi görüşlerimizin de değiştirilmek istendiğini ifade ediyor. Bu değişimin bizlerin toplumcu görüşten, bireyci görüşe doğru itilmek istenmesi şeklinde yapılmasının arzulandığı ifade eden önder, şöyle devam ediyor:

“Üstelik bunu demokrasi adı altında yapmaya çalışıyor. Neden bunu yapıyor? çünkü insanların bu toprağa ve ülkesine bakış açısını değiştirmek ve sermayeye daha bireysel bakmasını istiyor”.

Hedeflenen değişim ile ikinci bir şeyin daha yapılacağım belirten İzzettin önder, demokrasi görüntüsü adı altında ülkelerin federatif yapılar şeklinde biçimlendirileceğim ileri sürüyor. Bununla amaçlananın ise daha zengin kaynaklan olan bölgelerin kıt kaynaklı bölgelere kaynak aktarımının engellenmesi olduğunu ifade eden önder, “uluslararası sermaye böylece kıt kaynaklı bölgelere aktarılan paylan da kendine çekme olanağı bulacak” diyor.

Marmara üniversitesi İktisadi ve İdari Bilimler Fakültesi İktisat Bölümü Başkanı Prof. Dr. Nazım Engin

MAI EN ÇOK KOBİ’LERİ ETKİLEYECEK

“Türkiye’nin uluslararası yatırımcılarla rekabet edecek ancak 1-2 firması varken böyle, bir anlatmaya girmesi büyük hata olacaktır”

Uluslararası kamuoyunun tepkisi üzerine Ekim ayma kadar ertelenmek zorunda kalan MAI, görüşmelerin başlama takvimi yaklaştıkça tekrar gündemdeki sıcaklığını korumaya başlıyor. Gelişmekte olan ülkelerin, cılız da olsa var olan sanayi yatırımlarının uluslararası sermayenin istekleri doğrultusunda kontrol ve tasfiye edilmesi sonucunu doğuracak olan MAI, Türkiye’den de akademik çevrelerin tepkileri ile karşılaşıyor.

Türkiye’nin MAI’den bekleyebileceği bir şeyin olmadığını dile getiren Marmara üniversitesi İktisadi ve İdari Bilimler Fakültesi İktisat Bölümü Başkam Prof. Dr. Nazım Engin, MAI’yi savunan kesimlerin onaya sürdükleri tezlerin gerçeği yansıtmadığını belirtiyor. “MAI ile oluşturulan Uluslararası Talikim Kurulu’nun gelişmekte olan ülkeleri savunacağını ileri sürenler bu kuruldaki oy gücü dağılımından haberi olmayanlardır” şeklinde konuşuyor. Engin, anlaşmanın savunucularının bir diğer tezinin ise yabancı sermaye yatırımlarını spekülatif sermaye hareketlerinin doğrudan yatırıma kayacağı beklentisine dayandığını ifade ediyor.

MAI’nin spekülatif sermayenin girişini azaltıp doğrudan yatınım özendireceği yönündeki önesürümlerin, uluslararası alanda yaşanan gelişmelere bakıldığında şimdiden boşa çıktığını belirten Engin, “uluslararası sermaye daha kısa sürede daha fazla kazanma olanaktan varken, gelip de Türkiye’de yatırım yapmaz. Yapsa bile bu ileri sürülen kadar fazla bir miktara ulaşamaz” görüşünde.

MAI’nin sermayenin yatırım serbestliği anlamına geldiğini belirten Prof. Dr. Nazım Engin, MAI yanlılarının bu anlaşma ile Türkiye’nin de başka ülkelere yatının yapabileceğini savunduklarını belirterek, bu iddianın da pek inandırıcı olmadığını sözlerine ekliyor. Türkiye’nin dışarıya yapacağı bir kaç yatırım için kendi pazarını bu şartlar altında uluslararası sermayeye açmaması gerektiğini belirten Engin, anlaşmanın en fazla KOBİ’leri etkileyeceğini de dile getiriyor.

KOBİ’lerin Türkiye için büyük bir potansiyel olduğunu ifade eden Engin, bu potansiyelin uluslararası sermayenin tercihlerine terk edilmemesi gerektiğini söylüyor. KOBİ’lerin uluslararası sermaye ile rekabet edecek güce sahip olmadığını vurgulayan Engin, MAI’nin bunlara uygulanan tüm koruma ve teşviklerin ortaya koyduğu avantaj l an ortadan kaldıracağına işaret ediyor.

Türkiye’nin sürece çok hazırlıksız girdiğini de dile getiren Nazım Engin, “Türkiye’nin uluslararası yatırımcılarla rekabet edecek ancak 1-2 firması varken böyle bir anlaşmaya girmesi büyük hata olacaktır” diyor.

MAI’nin ertelenmesinin ardından görüşmelerinin OECD bünyesinden de çıkartılacağını söyleyen Engin, böyle bir durumda MAI’nin asla uluslararası platformda kabul göremeyeceğini ifade ediyor.

İstanbul üniversitesi öğretim üyesi Prof. Dr. Türkel Minibaş

BüYüK BİR TEHLİKEYLE KARŞI KARŞIYAYIZ

“MAl’yi gerçekten anladığınızda Tehlikeyi iliklerinizde hissediyorsunuz”.

MAI uluslararası sermayenin yaşadığı krizden kurtulabilmek için yüzyılın sonlarında öngördüğü son eşik noktası olarak gösterilirken, İstanbul üniversitesi öğretim üyesi Prof. Dr. Türkel Minibaş, MAl’nin gelişmiş ülkelerin yaşadığı krizlerin faturalarım bir kez daha çevre ülkelere kesme çabasında olduğunu belirtiyor. Türkiye’de 1980’de darbe olduğu zaman gelişmiş ülkelerde de derin bir kriz yaşandığını dile getiren Minibaş, uluslararası sermayenin krizden çıkmak için kullandığı bir başka yönelimin ise şirket evlilikleri olduğunu belirtiyor.

Şirket evliliklerinin sermayenin daha hızlı bir şekilde uluslararası kimliğe kavuşmasını sağladığım dile getiren Minibaş, bu evliliklerde sermayenin rahat hareket etmesinin önündeki engellerin kaldırılmasının amaçlandığını ve bu engellemelere karşı gerçekleştirildiğini ifade ediyor. Prof. Dr. Türkel Minibaş, bu sonuçtan kaynaklanan sermayenin yeni yönelimlerini ise şu şekilde tanımlıyor;

“Artık bizim 1920’lerde öğrendiğimiz Most-Prodaction yani külte üretiminin yerine kütle tüketimi temel alınıyor. Herkes aynı marka kot giyiyor, herkes aynı yemeği yiyor, aynı diziler seyrediliyor. çünkü anık kitle halinde tüketiyoruz. Şimdi böyle bir sürecin yasasını koymamız lazım. Anlaşmalar devletten devlete olmaktan çıkıp şirketler arası olmaya başladığında o zaman da MAI denilen şey gündeme geliyor.”

MAI’nin anlamının uluslararası sermayenin, devletler ve hükümetler bizim sermayemizi engellemesin, bizim özgürlüklerimizi kısıtlamasın” anlayışında aranması gerektiğini belirten Minibaş, MAI’nin herkesi, sağlığıyla, eğitimiyle ve eviyle etkileyeceğini dile getiriyor. Anlaşmanın ulusal yapıları da sarsacağını belirten Minibaş, “Anlaşma toplumlarda ulusların nasıl yaşayacağını kararlaştıracak. Artık ulus olarak kalabilecek miyiz, yoksa başka bir şey mi olacağız. Şimdi bunun kararı verilecek” şeklinde konuşuyor.

MAI’nin bahsettiği özgürlüklerin gerçek özgürlükler olmadığını dile getiren Minibaş, “MAI küreselleşmeden bahsediyor, ama küreselleşme derken hiçbir zaman için bansın küreselleşmesinden bahsetmiyor, bütün dünyada insanların sağlıklı olmasından, herkesin eşit sağlık ve eğitim almasından da bahsetmiyor. Burada bahsedilen yatırımların yani uluslar üstü şirketlerin yatırımlarının nasıl özgürleştirileceğidir” görüşünü savunuyor. Uluslararası sermayenin, daha da özgürleşebilmek için İkinci Dünya Savaşından bu yana arayışlarını sürdürdüğünü dile getiren Minibaş. son 50 yılda bu amacı içeren anlaşmaları ise şu şekilde sıralıyor:

“Savaştan çıkan kapitalist dünya barış nutukları atarken, sermayenin krizine nasıl çözüm yolu buluruzu tartışıyor. 1947 Cenevre Konferansı, 1949 Elsy Konferansı, 1951 Paraguay” 1956 tekrar Cenevre, 1960-61 Dilon, 1964-67 Kennedy Round, 1973-79 Tokyo ve dünyanın en uzun en çok katılımlı ve demokratik olduğu iddia edilen 1984-94 Uruguay Round”.

Katılımın fazla olmasının her zaman demokratik olunduğu anlamına gelmediğini vurgulayan Minibaş, Uruguay Round’u sürerken 1989*da Dünya Bankasının aldığı bir kararın görüşmelerin sonucunu etkilediğini belirtiyor. BM’nin uluslararası sermaye için krizden çıkış yolu olarak küreselleşmeyi hedef gösterdiğini ve bu amaçla küresel riskleri azaltmayı amaçlayan bir yapılanmaya gittiğini söyleyen Minibaş, MİGA’nın bu amaçla kurulan bir şirket olduğunu kaydediyor. MİGA’nın sermayeyi sigortalama şirketi olduğunu ifade eden Minibaş, “Peki bu sigorta neye karşı? Transfer kısıtlamalarına, hükümetlerin kamulaştırmalarına, grev, isyan, iç savaşa karşı ve istimlaka karşı. MİGA şirketi işte bütün bunların olmayacağını yatırımcı firmaya garanti ediyor” vurgusunda bulunuyor.

MAI’nin gerçekten anlaşıldığı zaman tehlikeyi insanın iliklerinde hissedeceğini ifade eden Minibaş, ilerletilmeye çalışılan MAI sürecinin diğer bir yönünün ise, aynı dönemde sendikalaşmaya, sosyal güvenliğe ve kamusal hizmetlere karşı yönlendirilen İdeolojik saldırılar olduğunu belirtiyor. Buna koşut olarak ortaya atılan bir diğer tartışmanın ise başkanlık sistemi ile İlgili olduğunu kaydeden Minibaş, “Oluşturulmak istenen sermayenin yeni anayasası ancak bir başkanlık sistemi ile yani kitleleri belli noktalarda odaklayıp onları belli oyun alanları içinde tuttuğunuz ve katılımlarını sınırladığınız bir yönetim ile uygulayabilirsiniz” demekte.

TÜKODER Merkez Yürütme Kurulu Üyesi Hulusi Özocak

SOSYAL SORUMLULUĞU VE MAI

“MAI’nin nelere mal alacağı en açık bir şekilde Bergama’da açığa çıkmıştır”

MAI iç pazarlarda sadece sanayi, ticaret ve mali alanları değil çevreden emek piyasasına, sendikalaşmadan tüketim mallarına kadar pek çok alanı etkileyecek bir etkinlik sahasına sahip olacak. ülke kaynaklarını ve iş gücünü böylesine derinden etkileyecek olan bir anlaşmaya karşı tüketici hareketi olarak kendilerinin de kayıtsız kalamayacağını dile getiren Tüketiciyi Koruma Demeği Merkez Yürütme Kurulu üyesi Hulusi özocak, MAI’nin nelere mal olacağını en açık bir şekilde Bergama’da halkın tepkilerine ve hükümetin kararlarına rağmen siyanürle altın çıkartmaya çalışan Eurogold şirketinin tavırlarından çıkartılabileceğini söylüyor.

Eurogold ılımasının bütün tepkilere rağmen hâlâ faaliyetlerine devanı etmesinin son derece dikkat çekici olduğunu vurgulayan özocak, hükümet kararlarının bile durduramadığı şirketin sahip olduğu haklara MAI’den sonra uluslararası sermayenin tamamının daha da kapsamlı olarak sahip olacağını ifade ediyor. Eurogold şirketinin MAI’nin garantör örgütü olan MİGA’nın üyesi olduğunu belirten özocak, MİGA’nın tekelci sermayeden yana tek taraflı bir kuruluş olduğunu vurguluyor.

“Bu şirket faaliyetlerinin durdurulması noktasında alınan tüm yasal kararlara rağmen, ülke geneline malolan Bergama halkının mücadelesine rağmen faaliyetine devam ediyor. MİGA üyesi bu şirketin faaliyetlerinin durdurulması veya zarar görmesi durumunda Türkiye tazminat ödemek veya ekonomik yaptırımlarla karşılaşabilecektir. Bu husus dikkate alındığında Eurogold’un nasıl olup da hâlâ faal olduğunu anlamak zor olmuyor”. MAI ile çevre ülkelere ağır bedeller ödeteceğini belirten özocak, doğal kaynakların kâr uğruna hesapsızca tüketileceğim belirtiyor. çevre konusunda çevre ülkelerin elinin kolunun bağlı olduğunu belirten özocak, bu konudaki yaptırım gücünün uluslararası talikim ile sağlanacağım ifade ediyor. Uluslararası tahkime karşı tüm duyarlı kesimlerin harekete geçmesi gerektiğine dikkat çeken Hulusi özocak, kendilerini bu amaçla “MAI Karşıtı çalışma Grubu” bünyesinde faaliyet yürüttüklerini ve çalışma gruplarına destek verilmesi gerektiğini belirtiyor.

MAI’NIN ALTINA İMZA ATAN ÜLKELERİN UYMAYI TAAHHÜT ETTİKLERİ İLGİLİ HÜKÜMLER

  1. Doğal kaynaklar, emlak, iletişim ve medya gibi alanlar da dahil olmak üzere, tüm ekonomik sektörlerini yabancı mülkiyete açmak,
  2. Yabancı yatırımcılara yerli firmalarla aynı muameleyi yapmak,

III. Sermaye aktarımına getirilen sınırlamaları ve pazara giriş için öne sürülen şartlan kaldırmak,

  1. “Mantıksız” yönetmelikler ya da müsadere yüzünden malları kamulaştırılan yatırımcının bütün zararını tazmin etmek,
  2. Yasaları eğer, MAI’nin kurallarını ihlal ediyorsa, yatırımcıların uluslararası platformlarda (Uluslararası Tahkim Kurulu) hükümetlere dava açmasına izin veren ‘”Sorun çözücü süreci” kabul etmek,
  3. Hem devletin hem de yerel yönetimlerin MAI’ye uyacağına dair garanti vermek,

Yapılan Yorumlar
Bir Yorum Yapın