Giriş
Cumhuriyetin kuruluşu sonrasında Kürt sorunun üzeri betonlanmak istenmiştir. Sayısız isyana neden olan bu ulusal kimlik mücadelesi PKK lideri Abdullah öcalan’ın uluslar arası bir komplo sonucu, Türkiye’ye teslim edilmesinin ardından bir başka evreye taşındı.
Bu aşamadan itibaren baş döndürücü gelişmeler yaşandı.
ABD emperyalizmi, bilindiği üzere, uzunca bir süreden beri, görece “istikrarlı”bir Türkiye yaratmak ve bu “istikrar adası”nın çevresinde geniş bir güvenlik sistemi oluşturup, bunun üzerinden tahakküm ilişkilerini pekiştirebilmek amacıyla, Kürt sorununda kendi “çözüm”önerilerini dayatmaktadır. ABD emperyalizmi tarafından, örneklerine çok yakından tanıklık ettiğimiz üzere dünyanın bir çok bölgesinde Yeni Düzen’i yerleştirebilmek amacıyla laboratuar uygulamalar geliştirildi.
En son, Kosava’da yaşananlar, klasik böl-yönet taktiğinin, daha seyreltilmiş ifadelendirilmesi olan mikro milliyetçilik tohumlarının derinliklerini gösterdi ve bunların emperyalistler tarafından açığa çıkartılmasının/kışkırtılmasının küçük bir temas/fiskeyle nasıl mümkün kılındığının trajik yansıması oldu.
ABD, Ortadoğu’da, uzunca bir süredir ısıtmakta olduğu “Pax Amerikana”projesini bu kez Filistin sorunundan başka ikinci bir baş ağrısı olan Kürt sorununda uygulama safhasına geçilmiştir. Abdullah öcalan’ın Türkiye’ye “şartlı”verilmesinin arka planında yatan gerçeklik budur.
Bu gerçeklik vasıtasıyla ortaya çıkan, Türkiye’nin var olan “sorunları”yla birlikte yeni bir kalıba dökülmesidir. Emperyalizm ve Oligarşi, tel tel dökülen rejimin, bir sıçrama gerçekleştirebilmesi açısından son derece köklü, kapsamlı, derinliği olan bir yönelime girdi. Bu yönelim krizin bütünlüklü br tarzda istenen yoğunluk düzeyinde aşılmasını içermektedir. Kürt sorunu bağlamında, mümkün olan “en geri nokta”ya çekerek “çözme”stratejisi, emperyalizmin ve oligarşinin temel tercihleri üzerinden ulusal/sınıfsal/dinsel tüm taleplerin dıştalanması temeline oturtulmaktadır.
Ortadoğu”da Pax Americana
Artık ezberlendiği gibi, Ortadoğu’da sorunsuz bir karış toprak bulunmamaktadır.
Bölgenin bu durumu, dünyanın yüreğini oluşturan Avrasya bölgesinin içerdiği genel çıkmaz ve çelişkilerin, Ortadoğu “Barış Süreci”ekseninde yürütülen pazarlıklar ve emperyalistler arası çelişkilerin derinlik payını ortaya koymaktadır. Bir çok emperyalist mihrak, dünya egemenliğinde, bir adım öne geçmeyi veya konumlarını güçlendirmeyi, bölge üzerindeki etki düzeyiyle ilintili görmektedirler. Bu nedenle hegemonya mücadelesi, önemli çekişmelerin, politik manevraların (“barış sürecinin”) asıl gerekçesini oluşturmaktadır.
Bu çerçeve, Yeni Düzen’de, bölgedeki tüm denetim dışı ülke ve politik örgütlenmelerin mutlak suretle imha edilmesi veya “ehlileştirilmesini”koşullamaktadır. Ulusal hareketler bundan istisna değildir.
Siyasal süreçteki zorlayıcılık, bölge güçlerinin yeni bir harmanlanması ve yeni tarz ilişkilerin kurulması anlamına gelmektedir.
Pax Americana’nın bugün açısından ortaya çıkardığı tablo; adım adım örülen bir politik-askeri-ekonomik bölgesel düzeyi anlatmaktadır. İsrail-Türkiye, İsrail-Filistin ve İsrail-Suriye ilişkileri bu sürecin önemli bir ayağını oluşturmaktadır.
İsrail Başbakanı Ehud Barak ile ABD Başkanı Clinton’un Washington’da karşılaştırdıkları “15 aylık barış anlaşması”salt İsrail, Filistin, ürdün’le sınırlı bir süreci ön görmektedir. Suriye, son olarak, sergilediği tutumla Clinton-Barak projesine onay veren asli bir unsur oldu. Clinton’un “bu altın fırsatı kaçırma”uyarısının hemen ardından İsrail ile “barış”görüşmelerinde alacağı taviz (Golan Tepeleri) karşılığında, “destek”sunduğu örgütlerle olan bağlarını kesti. Bir bakıma PKK ile başlatılan süreç devam ettirildi.Suriye, buradan hareketle Hizbullah ve Filistin örgütleriyle de ilişkilerini kopardı.
Gelişmelerin seyri, geçtiğimiz yıl Türkiye tarafından, Suriye’ye yönelik başlatılan “savaş”tehditlerinin menşeini, gerçek adresini işaret etti. Bölgedeki karmaşık ilişkiler ağının arka planında, ABD’nin geliştirdiği “müdahale”politikalarının rolü atılan her adımda kendini hissettirmektedir. Bu arka planın varlığı, Türkiye açısından, “büyük devlet”böbürlenmelerinin altı boş bir demagoji olduğunu bir kez daha ortaya çıkardı.
Türkiye’yi harekete geçiren saik, bir boyutuyla salt PKK sorunu olmakla birlikte, bir diğer boyutu kısa vadede Suriye’yi İsrail ile görüşmelere zorlamak oluşturuyordu.
Suriye’nin ABD politikalarını olumlayıcı tutumu, onu Pax Americana içerisinde bir adım öne çıkardı ve ilişkilerinin normalleştirilmesini sağladı. Bu onaylayıcı yaklaşımlar, Amerikan politikalarının temellerini, bölgede bu kez daha geniş bir zemin üzerinde kurmasına olanak sağlamaktadır.
Bölgesel düzlemdeki ABD politikası, “domino teorisi”ne uygun bir tarzda başkaca ülkeleri de, peş peşe aynı adımları atmaya zorlayarak genel hegemonya yelpazesini oluşturmayı öncelemektedir. Nitekim, Suriye’nin hemen peşi sıra ürdün de aynı rotayı izlemiştir. ürdün’de faaliyet gösteren Hamas ve Filistin örgütlerine bu ülke yönetimi tarafından, derhal katı bir tutum takınıldı. “…HAMAS liderleri çok yakın bir süre içinde ürdün topraklarını terk edecek. İsteseler de, istemeseler de…”Gerçi bu açıklama yapıldığı esnada zaten “Hamas”lı bazı liderler çoktan masaya oturmuştu. Keza Filistin’li örgütler de benzer bir yaklaşımla, Amman ve İsrail toprakları üzerinde geri dönüş programı oluşturdular. Arafat da mevcut gelişmelerin bilincinde, Filistin’li örgütlere “barış kuruluna kadar sessiz kalmalarını ve siyasi bir parti kimliğine bürünmeleri”ültimatomunu vermişti.
Kısacası;bölgedeki her bir aktör “hizaya”girmeye zorlandı.
Kürt Sorununda Pax Americana
Kürtler, Ortadoğu’da, emperyalist güçlerin ve uydu bölge devletlerinin her türden asimilasyon ve inkar-imha politikaları kıskacında var olabilmiş “devletsiz”en kalabalık ulustur. Kürtler, her şeye rağmen, binlerce yıllık tarihsel geçmiş ve bugünkü varlıklarını sürdürmüş; ve bu sorun tüm inkarcı ve kıyımcı politikalara rağmen, günümüzde, Ortadoğu’nun emperyalistlerce düzlenmesi önünde çözüm bekleyen en ağırlıklı engel haline gelmiştir.
Uluslar arası ilişkilerin ve stratejik dengelerin, emperyalistler tarafından yeniden biçimlendirilmek istendiği Körfez Savaşı sonrasında, ABD, bölgede “Pax Americana”nın gerçekleştirilebilmesi açısından, Filistin Sorunu’nun massedilmesiyle birlikte, Kürtler üzerinde bir dizi hamleler geliştirdi.
Kürtlerin çeşitli ülke sınırlarında çok parçalı yapısı, sorunun oldukça çetrefil bir hale gelmesine yol açmaktadır. Fakat siyasal/toplumsal süreçlerde yaşanmasından kaynaklı olarak, çoğunlukla işbirlikçi geleneksel önderliklerin himayesinde, parçalar, birbirleriyle uyumsuz mücadele/örgütlenme düzeyinde bulunmaktadırlar. Bu karmaşık durum, bölge devletlerinin, Kürtleri, gerektiğinde birbirine karşı bir koz olarak kullanmasını getirmiştir. Böylesine garip bir durum bugün, özellikle Barzani/Talabani ikilisinin ilişkilerinde yansımaktadır. Bu güçler, tamamen emperyalist çıkar ve çatışmaların bölgedeki basit birer uzantısıdırlar.
Talabani/Barzani güçleri birbirleriyle varolan, zaman zaman kızıştırılan rekabetlerin, “kardeş kavgaları”nın yanı sıra emperyalistlerin bölge hegemonyalarının sağlamlaştırılmasında bir sacayağı görevini üstlenmişlerdir. Bunların üzerinden gerçekleştirilmesi hedeflenen bir “federe devlet”in bölge halklarının bağrında bir hançer gibi durması amaçlanmaktadır. Geçmişte stratejik sonuçları görülen provokasyon politikaları içerisinde bu gönüllü yer alış, Körfez Savaşı ertesinde olduğu türden, Kürt halkının kıyımına zemin hazırlamıştır. Kürtlerin yaşadıkları farklı parçalar içerisinde, iktisadi-sosyal gelişmişlik açısından Türkiye coğrafyasında ise, diğer bölgelere nazaran daha “modern”bir ilişki düzeyi mevcuttur. Bu anlamda Türkiye’deki Kürtler, ulusal mücadelenin gelişimi ve yönlendirilmesi açısından daha etkin güç ve yoğunluğa sahip bulunmaktadırlar.
Kürt ulusunun tarihinde, feodal ilişkilerin sınırlarını zorlayan ve onu aşan bir önderlik ilk kez PKK süreciyle yaşanmıştır. PKK, geleneksel aşiret ilişkilerini bozarak, İran, Irak, Suriye ve Türkiye’de güçlü siyasal-askeri ilişkilerin odağını oluşturdu. Bu gelişim, PKK’nın bölgede stratejik bir koz olarak görülmesine yol açtı. Devasa bir büyüme ve kurulan yaygın ittifaklar karşısında PKK, Ortadoğu’da emperyalist çıkarlar açısından denetim dışı bir güç, bir tehdit unsuru olarak algılandı. Büyüyen tehdit karşısında; ABD ve İsrail, salt Türkiye ile sınırlı olmayan 1992-1995 “Düşük Yoğunluklu çatışma Stratejisi”ne eğitim, finansman ve askeri açılardan önemli destek sağladılar. ABD ve İsrail, bu süreçte, güney kesiminde KDP ve başkaca grupların, PKK’ya karşı saldırılarının da arkasında yer aldılar. ülke içinde ve dışında başlatılan sürek avı, yaygın laboratuar uygulamaya dönüştürüldü.
Son dönemde ise, Ortadoğu, Kafkasya ve Orta Asya politikalarına hizmet eden, bu bölgeleri kontrol etmesinde önemli bir kaldıraç olabilecek işbirlikçi bir Kürt devleti girişimi, ABD planları içerisinde önemli bir ağırlığa sahip bulunmaktadır. CIA senaryolarında öteden beri Kuzey Irak kesiminde bir Kürt devleti haritası olduğu bilinen bir gerçek. Kürtlerin, bu amaçla, bir “anavatan”çekim merkezi etrafında, emperyalizmin çıkarlarına hizmet etmelerini hedefleyen; “tehdit unsuru”olmalarından ziyade hem “denetlenecek”ve hem de “bekçilik”yapması sağlanacak bir unsura dönüştürülmeleri çabaları yoğunlaştırıldı. Nitekim kısa bir zaman dilimi içerisinde hayalleri zorlayan oldukça köklü dönüşümler yaşandı. Hedef alınan unsurların bu sürece “uydurulması”amaçlı politik atraksiyonlar birbirini izledi.
İşbirlikçi KDP/KYB vasıtasıyla, askeri, ekonomik, siyasal kurumlaşmaların alt yapısı hazırlandı. Radyo-TV, asker ve polis teşkilatlanması, Anayasa, yargı organları, parlamento, hükümet, karayolları ile ilgili çalışmalar gözle görülür bir nitelik kazanmış durumda. Bunların tümü, Washington’da PKK karşıtı ittifakın oluşturulmasından sonra hızlandırıldı.
Kurumsallaşma faaliyetlerinin yanında bu bölgenin dışında olan ve sürgünde yaşayan Kürtlerin bu çekim merkezinde yer alabilmesi için girişimlerde bulundu.
İnkılapçı Kürt Hizbullah lideri Ethem Barzani, bu konuyla ilgili olarak, 1999 Ağustos ayından itibaren, İran’dan Kuzey Irak’a 50 binin üzerinde Kürt göçü olacağını açıkladı. Aynı şekilde Suriye’de yaşayan Kürtlerden de geçişler yaşandı(8.8.99).
İşbirlikçi bir Kürt devletinin kurulması üzerinden, gerçekleşme şansı güçlendirilmek istenen böylesi bir çözüm, Ortadoğu Barış Süreci’ne ivme kazandırdı. Bölge devletlerinin “ikna”edildikleri bu çözüm, PKK’nın de dahil olduğu , muhalif dinamikleri hizaya getirip etkisizleştirme amacını da içermektedir .
Bölge devletlerinin, başta ABD olmak üzere, Yeni Düzen politikalarına uygun bir tarzda karşılıklı çıkarlar esasında geliştirdikleri, “teröre karşı ortak mücadele”tutumu, PKK üzerinde daha bir ağırlıklı hissedildi. Abdullah öcalan’ın Suriye’den çıkartılıp, Türkiye ye teslim edilmesi sürecinde, Ortadoğu’da ki çelişkilerin saflaştırdığı ülkeler , PKK ye karşı bir cephe içerisinde yer aldılar. Bu anlamda, Türkiye ile Suriye arasında “Terörizme Karşı Ortak Mücadele”nin kararlaştırıldığı, “Adana Mutabakatı”tipik bir örnek oluşturmaktadır. Benzer biçimde Türkiye-Yunanistan yakınlaşması bunun sonrasında geliştirildi. Demirel Ortadoğu gezisinde Mısır ve ürdün’le başka şeylerin yanında “terör”konusunda uzlaşmaya vardı. Bölgede “anti-Amerikancı”(anti-emperyalist değil!) aykırı bir durum sergileyen İran, PKK ve Irak Kürdistanı’ndan olası saldırılara karşı, ortak mücadeleyi içeren anlaşmalara imza attı.
Türkiye Yeni Düzen ve Ortadoğu Barış Süreci’nin kilit ülkesidir. 21. yüzyılın jeo-politik bölgeleri sayılan Balkanlar, Ortadoğu ve Orta Asya bölgeleri içerisinde tüm ulaşım ve iletişim ağının, enerji nakil hatlarının “koridoru”durumundadır. Bu nedenle ağırlıklı bir kontrol noktası olmasından ötürü, Türkiye’nin iç ve dış politikaları, bu eksen üzerinden saptanmaktadır. ABD açısından Türkiye, bu stratejik alan üzerinde önemli bir koz olarak görülmektedir. Bu dolayımlar la, Türkiye üzerinden taşımak istediği politikaları uzun erimli bir vizyona dayandırmaktadır.
Türkiye’nin bu vizyona ayak uydurabilmesi için ise; her şeyden önce toplumsal, siyasal, ekonomik yapısal sorunları aşması gerekmektedir. Muhalif odakların etkisizleştirilmesi, bu “yapısal dönüşüm”içerisinde önemli bir yer tutmaktadır. Kürt sorunu, her düzeydeki sıçramanın önünde en büyük engel olarak görüldüğü için bu sorunun “çözümü”de aciyet ve önem kazanmaktadır.
ABD ve sadık müttefiki İsrail’in Abdullah öcalan’a yönelik operasyonu, bu çerçevede değerlendirilmelidir. ABD, bu “operasyon”la, PKK’nın bir “ayak bağı”olmaktan çıkarılıp, tasfiye sürecine girmesi, bu sayede Kürt Sorunu’nun Türkiye’nin “hamiliğinde”çözülmesi çabalarına verdiği önemi göstermiş oldu. Türkiye, bu destekle Kürt Sorunu’nu en geri noktalara çekmek suretiyle çözme şansı bulurken, restorasyon politikalarında da büyük bir kolaylık yakaladı.
Öcalan’ın getirilmesi ile ilgili, eski ABD Dışişleri Bakan Yardımcısı Nicholas Burns bir soruya ilişkin yanıtında “…bunun öncelikle ABD’nin Türkiye’ye jeo-stratejik konumu dolayısıyla verdiği büyük önemden kaynaklandığını”açıkladı.
Yine Abdullah öcalan’ın verilmesinin ardından, Türkiye’nin “iç düzenlemeleri”ne ilişkin ABD beklentileri açıkça dillendirildi. “… Clinton yönetimi, Kürt meselesinin sadece askeri yoldan çözülemeyeceğini, Kürtçe’nin konuşulması, okunup yazılması, öğretilmesinin ‘hak’ sayılması, Kürtçe Radyo Televizyon yayınlarından korkulmaması gerektiğini, siyasi alternatiflerin tartışılmasının, sonunda Türkiye’nin istikrarını sağlamlaştıracak seçenekleri öne çıkaracağını düşünüyor…”12.4.1999) Clinton yönetimi, Türkiye ve dolayısıyla Ortadoğu beklentilerini bu şekilde dillendirirken, Abdullah öcalan’ın yaptığı açıklamalar, söz konusu ABD beklentileriyle büyük ölçüde örtüşüyor.
Bu görüşlerin dış politika düzeyindeki jeo-stratejik konumla ilgili olan pratik yansımaları operasyon sonrası süreçte daha açık görülmeye başlandı. Türkiye, tarih boyunca Misak-ı Milli’nin korunmasının geçerli tek argümanı olan “dört tarafımız düşmanla çevrili”hamasetini komşu ülkelerle “dostluk ve işbirliği”, ABD vesayetinde saldırgan ve yayılmacı bir politikanın perdelenmesi işlevini görmektedir. ABD, Ortadoğu barış süreci kapsamında başlatılan ve Kuzey Afrika’dan Suriye, İran ve İsrail’e kadar uzanan bir hatta Türkiye’ye önemli bir misyon yükledi. Cumhurbaşkanı Demirel bu amaçla Mısır’dan ürdün’e, İsrail’den Filistin’e kadar bir dizi görüşmeler yaptı. Türkiye, Yunanistan ve Suriye ile diplomatik ilişkilerini geliştirdi. Yine tarihsel- siyasal gerginlik konusu olan Kıbrıs, ABD açısından Avrasya stratejisinde taşıdığı önem derecesinden ötürü, öncelikle çözüme kavuşturulmak istenmektedir.
Devletin Yaklaşımı
Ulusal devlete sahip olma hakkı yalnızca Türklere tanınmıştır. Cumhuriyet’in kuruluşunun hemen ardından; tüm ilişkiler, üniter devlet esası üzerinden yeniden düzenlendi. Misak-ı Milli, taviz kabul edilmez bir tarzda benimsendi. Geliştirilen, Türk tarih Tezi, Güneş Dil Teorisi vasıtasıyla her şey Türk ve Türkçülükle açımlanmak istendi. Bu yaklaşım, ırkçı-şovenist anlayışın temelini oluşturdu. Bu yaklaşım, ırkçı-şovenist anlayışın temelini oluşturdu. Günümüze değin devam eden inkarcı-asimilasyon ve katliamcı politikalara kaynaklık etti. Resmi anlamda Türklerden başka (özellikle Kürtler söz konusu olduğunda) bir ulusal topluluğun varlığı, istisnai durumlar haricinde hiç kabul edilmedi. “Türk, öğün, çalış, Güven”, “Türküm, doğruyum, çalışkanım”, “Türkiye Türklerindir”gibi ırkçı-şoven tümceler temel diskur ilan edildi. Toplumsal hafıza, ilkokuldan başlamak üzere bu yönlendirmeler ekseninde yoğruldu. Türk ve Türklüğe ait addedilen her şey kutsandı. Bunun dışında bir şeylerin olmadığı farz edildi. Dolayısıyla, “ulusal kimlik”, “azınlıklar”gibi problemler söz konusu olduğunda resmi bir yanıt, bir çözüm, yalnızca imha etmek anlamında karşılık buldu. Resmi söylemin aşıldığı durumlarda ise, Kürt problemi “azgelişmişlik”, “feodal yapı”, “geri kalmışlık”la ifadelendirildi.. isyanlar basit birer “şekavet”olarak yansıtıldı. Boş bir demagojiden öteye gitmeyen “ekonomik programlar”, “köykent”projeleri vs. her şeyi bir anda çözebilecek sihirli değnekler olarak sunuldu. Tüm cilalı yaklaşımlar, nihayetinde, rejimin kendini, baskı aygıtı olarak daha bir tahkim ettiği üst süreçlere evirildi. Her silahlı kalkışma, “devlet nizamını bozucu”, “cumhuriyete karşı”, “terör”yada “dinci-gerici ayaklanmalar”olarak daha başladığı andan itibaren mahkum edildi.
PKK’nın ortaya çıkışı;”… Bu ülkede Türk olmayanlara, hizmetçi olma hakkından başka”bir hakkın tanınmadığı ideolojik-politik iklimde gerçekleşti. Son yirmi yıllık zaman kesitinde ise, Kürt sorunu; tamamen bir “terör sorunu”olarak gösterildi. Bunun doğal sonucu olarak da, karşılığında “askeri çözüm”esas alındı.
Devletin dayattığı, bu “askeri çözüm”yada “çözümsüzlük”ülke genelinde yoğun saldırılar ve kontrgerilla eylemlerinin zeminini oluşturdu. En son, özellikle, Erdal İnönü’nün “mizacıma uygun değil”diyerek politika sahnesinden çekildiği 1992-95 arası bu anlamda tarihsel bir dönemeç olarak görülmelidir. Yine, geliştirilen Türk-İslam sentezi yönlendiriciliğinde, sıradan insanların zihinlerinde bulanıklık yaratıldı. çatışmaların “ulusal kimlik”ekseninin üzeri ısrarla örtülmek istendi.
Yirmi yıla yakın bir süredir devam eden Kirli Savaş, yapısal kriz koşullarında savaş bütçesinin sistemli bir biçimde artmasına yol açtı. Binlerce insanın ölümüne neden oldu. Kitlesel kıyımların yanı sıra sürdürülen insansızlaştırma politikası ve stratejik köy uygulamaları, üç milyon civarında insanın yerlerinden yurtlarından göç etmeleri sonucunu doğurdu. Bugün maliyet hesabı yapılabilen “kalemler”in yanı sıra yakılan-yıkılan köyler, ormanlar, tarihi eserler, alt yapı tesisleriyle sonuçları ancak çok uzun vadede açığa çıkabilecek doğanın tahrip edilmesi gibi, uygulamalarla Kürt coğrafyası tam bir cehenneme çevrildi.
ölen asker ve gerilla cenazelerinde farklı yerlerde bir araya gelen topluluklar, “kahrolsun”sloganları atarken, yüzyıllardır bir arada sorunsuz yaşayan iki halkın arasına nifak tohumları ekildi. Tüm ülke bilinçli bir tarzda ve fakat yanlış bir cepheleşmeye sürüklendi. Kirli savaşın yürütücüleri, bu sayede, belli bir kitlesel gücü bir arada tutabilirken, uzun vadede altından kalkılamayacak ve yıkıcı etkisinin milyonlarca insanın zihninde kolay kazınamayacağı bir kamplaşmayı da yaratmış oldular.
Ayetli-hadisli bildiriler ve devletin koruyucu ve kollayıcılığında yapılan gösterilerdeki egemen psikoloji, halkların boğazlanmasına dönük bir atmosfer üretti.
Davullu zurnalı uğurlamalar sonrasında, asker cenazeleri gelmeye başladığında , güncel ilişki ve davranışlarda hastalık halinde refleksler geliştirdi. Toplumsal bir cinnetin altyapısı oluşturuldu. Milyonlarca insanın göç ettiği büyük kentlerde psikolojik harbin yönlendiriciliğinde, ilk etapta resmi ve sivil faşistlerin, Kürtlere ev ve iş verilmemesi yönünde çabalara tanık olundu. Sonrasında bu tutum resmi politika olarak Karadeniz ve Ege sahillerine dek ulaştı. Yine hemen her fırsatta bir “doğal refleks”olarak ortaya konulduğu üzere, son derece basit veya masum sayılabilecek bir sokak kavgası, herhangi bir münakaşa, kolayca Kürtlere karşı linç ve intikam çığlıklarına dönüştürüldü. Kitleler kolayca “tahrik”olmaya hazır hale getirildi.
Toplum bu şekilde, “terör”karşısında, yukarıdan geliştirilen ince politikalarla taraf olmaya zorlandı. Aslen düzene muhalif yada muhalif olması gereken kesimler birbirlerine dönük-karşıt konumlandırıldı.
“İç tehdit”e öncelik verilerek, teritoryal savunma düzleminde ifadesini bulan kutuplaşmalar, ülkemiz insanlarının, kapı komşularının, birbirinin boğazına sarılma potansiyelini yükseltti. Tüm devrimci-demokratik örgütlenmeler, (başlıca temel nedenlerin yan ısıra) kaba terör demagojisini boşa çıkarıcı somut politik çözümler, kilitlenmeyi aşıcı önermeler geliştiremedikleri koşullarda maniple edildi. Halkın direnme dinamikleri bir bir kırıldı, etkisizleştirildi.
Kürtlerin, ulusal kimliklerini sahiplenip, kurumsallaştırdıkları oranda, fiili bir (“realiteyi”) tanıma sürecine girildi. Osmanlı’dan itibaren güçlü bir devlet geleneği olan ülkemizde, “Missak-ı Milli’yi tehdit eden, “üniter devlet”anlayışını çözücü tüm karşı çıkışlar tartışmasız reddedildi. Milyonlarla ifade edilen bir ulusun talepleri, MGSB kayıtlarına, “yerel folklorik özelliklerin geliştirilmesi”biçiminde geçti. Bu, aynı zamanda, devletin, Kürt sorununun çözümü için verili koşullarda azami tavizinin sınırlarının da belirlenmesiydi. Fiili tanımanın özeti bu oldu. Veya başka ifadeyle; devletin bundan daha fazla bir esneme ve rezerv payı olmadığının bariz bir yansımasıydı. MGSB kayıtlarıyla da bir kez daha ortaya çıkmıştır ki, devletin çözüm reçetelerinde “hak”sözcüğüne yer yoktur. Yalnız, meselenin asıl önemli yönü, Washington merkezli uyarıların da uzunca bir dönemden beri işaret ettiği üzere “askeri çözüm”ün bir başına geçerli tek “çözüm yolu”olmayacağı gerçeğinin de devlet tarafından kabullenilmesiydi. NATO patentli MGSB kaydı, bu açıdan bakıldığında da, “derin devlet”in önümüzdeki sürecin, genel kurumsal çerçevesinin olası uç biçimlenmesini göstermekte, sınırlarını kuşatmaktaydı.
Barış ve Demokrasi gibi kavramlar, burjuvazi açısından her dönem mevcut sömürü ve baskı sarmalını maskeleyici bir işlev taşımışlardır. Aynı kavramlar günümüzde içte daha baskıcı ve dışta ise yayılmacı bir anlayışın temel argümanıdır. Bu anlamda devletin barış sözcüğünden anladığı yalnızca ve yalnızca “terörün bitirilmesi”dir. Her ne olursa olsun, her defasında “belli”bir kez daha “kırılan”, “terör”, bir türlü ortadan kaldırılamadı. Gerçi, tek başına bu bile, başlı başına CIA’den aktarma bayat (“eşkıya”, “çapulcu”, “bebek katili”gibi) gözden düşürücü, bilinç bulandırıcı, ucuz şovenist terimlere rağmen karşısında durulanın bir ulusun öz benlik mücadelesi olduğunu, bu nedenle de haklı bir mücadele olduğunu kanıtlamaya yeterli sayılmalıdır.
PKK’nın Tutumu
Ulusal-demokratik istemler karşısında yaratılan cehennem ortamında başlatılan silahlı mücadele neticesinde, geniş bir kitlesel destek oluştu ve serhildanlar yönünde bir evirilme yaşandı. PKK, geniş bir tabana oturduğu bu süreçten itibaren, değişen dünya tablosu koşullarında bugün artık çokça sözü edildiği üzere bir “dönüşüm”ve taleplerinde bir farklılaşmaya gitti. Daha net olarak, bugün tartışılanların salt bugünkü koşulların ürünü olmadıklarını söylemek gerekir. Değişen dünya ve güçler ilişkisinde yaşanan alt üst oluş, her şeyi ve her kesimi etkilediği gibi, ulusal hareketlerde de derin bir sarsıntıya neden oldu. Bu durum taşıdığı politik-askeri ağırlık nedeniyle Kürt ulusal hareketi açısından çok daha fazla geçerlidir. Ortaya çıkan “yeni”tablo karşısında, “eski”tablo varmışçasına, hiçbir şey olmamış gibi davranmak, hangi siyasal güç söz konusu olursa olsun, tarihin yitirilmesi ile eşdeğerdir. PKK özgülünde bu durum, değişen dünya tablosu ve Ortadoğu koşullarının ve bu ortamda Türkiye’nin üstlendiği misyonun daha yakından irdelenmesinden kaynaklandı. Yeni Düzen’le birlikte uzun yıllar Ortadoğu’nun çatlaklarında politika yapan PKK’nın önü kesildi. Yeni Düzen kendini hissettirdiği oranda PKK tam bir kuşatma altına alındı. PKK, asıl olarak, bu süreçten itibaren reel politika yapmaya başladı. Bugünün ve taleplerin içeriğinin anlaşılması bakımından kısa bir hatırlatma olması açısından, daha 1994 yılında uluslar arası bir konferansta dile getirilen görüş ve öneriler aydınlatıcı olacaktır:
“…1.Biz, tüm çözüm önerilerine, bu konuda devletlerin veya uluslar arası kuruluşların yapacağı girişimlere açık olacağız,
- Mutlak anlamda Türkiye’yi bölme gibi bir anlayışımızın olmadığını,bu yönlü propagandaların bizim gerçeğimizi yansıtmadığını, tüm açıklığı ile ifade etmek istiyorum,
- Türk devleti ile görüşmeler temelinde ve diyalog yoluyla, demokrasi içinde, halkımızın meşru taleplerini dile getirme ve bu konuda bir sonuca varma temelinde bir süreç başlatılacak olursa, buna taraf olacağımızı belirtmek istiyorum. Biz başından beri somut çözüm önerilerine karşı çıkmadık ve kapalı olmadık. Federasyon dahil bütün alternatifleri de bu temelde tartışmaya hazırız.
- Uluslar arası gözlem çerçevesinde karşılıklı bir ateşkes ve ardından çözüm görüşmeleri başlatılacaksa, bundan kaçınmayacak ve zorlaştırıcı bir tutumun sahibi olmayacağız.
- en önemlisi de, konferansta çözüme ilişkin alacağınız kararları, kabul edeceğimi şimdiden taahhüt ediyorum. Siyasi çözüm ve serbest siyasi faaliyetler için zemin oluşturulursa, silahlı savaşın tamamen sona erdirilmesinin önünü açacağımızı da açıklıyorum…”(Abdullah öcalan, “Uluslar arası Kuzey Kürdistan Konferansı’na”başlıklı yazı, 10.3.1994)
PKK ve Abdullah öcalan, bugün çokça tartışılan (polemik yapılan!) başlıkların ilk öncülerini, çerçevesini, olası yönelimini uluslar arası kamuoyuna bu tarihlerde (hatta daha öncesinde) deklare etmişti. Yani, “yakayı ele vermeden”, “kuyruğu kıstırmadan”çok önce, bugün son derece kabaca “teslim oldu”denilen önermelerin, o tarihlerden itibaren savunuculuğunu yapmıştır. Elbette ki bugünkü önermeler, son derece daha elverişsiz, geriye çekilmiş koşullarda yapılmaktadır. Bu görüşler PKK’nın başlangıçtan itibaren formüle ettiği, “Bağımsız Kürdistan”projesinin bugünkü dünya konjonktüründe gerçekleşme şansının mümkün görülmemesiyle ilintilidir. Yine PKK tarafından; Ulusal Hareketin mevcut statükoyu köklü bir biçimde değişime uğratamayacağının görülmesi ve bunun kabul edilmesiyle bağlantılıdır.
PKK’nın, savaşın gelişim süreci içerisinde, istediği sonuçları alamayacağını görmüş olması, kendilerince daha ‘gerçekçi’ çözüm arayışlarını gündeme getirdi. Gerçekten etkili bir süreç olan ilk ateşkes ilanının sonrasında yaşanan trajik gelişmelerin ardında, 1992-95 kontrgerilla saldırıları, “Bin operasyon”önemli kırılmalara neden oldu. Faaliyet ve etkinlik alanlarında daralma yaşandı. Gelişiminin tepe noktasına ulaşmış ulusal hareketin, uzunca yılların yarattığı bir handikapla, Türkiye devrimci-demokratik hareketi ile arasındaki kapanmayışında, PKK’nın “Kürt”ve “Kürdistan”eksenli tek taraflı mücadele anlayışının büyük rolü bulunmaktadır. Nitekim, yeni politik açılımların, köklü bir değişim ve dönüşüm için gerekli karşılıkları bulmayışı nedeniyle, PKK açısından da bir “çözümsüzlük”ve sıkışma yaşanmaya başladı. Devlet açısından geçerli olan nedenler, PKK cephesinde farklı düzeylerde boy verdi. Sonuçta, bir politik kilitlenme, tüm siyasal güçlerin önünü tıkadı. 9 Ekim komplosu, Abdullah öcalan’ın Türkiye’ye ABD tarafından şartlı verilmesi süreci ve sonrasında tanık olduklarımız, sorunun mutlak surette, bir biçimde “çözüme”kavuşturulması gerektiğinin taraflara dayatılması oldu. Politik kilitlenmenin aşılamadığı süreçte ABD emperyalizmi kendi “çözümünü”dayattı ve sahnelemeye başladı.
İmralı ve Sonrası
Olayın polisiye tarafı bir kenara bırakılacak olursa, öcalan’ın Türkiye’ye getirilmesi sonrasında yaşananlar; öncelikle PKK’nın siyasal etki ve nüfuzunu göstermesi açısından öğretici oldu. Kürtler’in (taraflı-tarafsız) “kimliklerine”ne denli sahip çıktıkları görüldü. Yaygın kitlesel ve fedai eylemleri, belki de PKK’nın organik düzeyinden bağımsız, Kürtlerin bu durumu, haklı olarak, onurlarının çiğnenmesi olarak addetmelerinden kaynaklanan, spontan bir nitelik taşımaktaydı. Bunların içerisinde kuşkusuz gerilim yaratıcı eylemler de (Mavi çarşı) vardı. Fakat neticede, en gerici, şovenist köşe yazarları, burjuvazinin akıl hocaları dahi, Kürtlerin “rencide edilmemeleri”gerektiği uyarısını yapmak zorunda kaldılar.
Devlet, Kürtlerin yaygın tepkileri karşısında, kontrolü elden kaçırmamak için, bir yandan “fiziki önlemler”görüntüsü altında “linç kararnameleri”yayınladı. Bir başka taraftan da, yılların biriktirdiği “tahrik olmaya hazır”faşist-şovenist tepkiyi “kontrol altında”tutmaya çalıştı. Tepkilerin belli bir düzeyi aşmaması sağlandı. çünkü, kapıda bekleyen tehdit, ya da bunun bir adım ötesi, “etnik temizlik”lerdi. Bosnalılaşma Sendromu, “Sevr Karabasanı”, emperyalizmin keskin rekabetine sahne olan bölgede, “istikrar adası”yapılmamak istenen Türkiye’nin üstlendiği misyonla çatışma halindeydi. Sonuçta öcalan’la ilgili tüm tepki ve karşı çıkışlar, süreci tersine çevirebilecek bir nitelikte değildi. Türkiye, Abdullah öcalan’ın getirilmesinin ardından, sıkça vurgulandığı üzere, Kürt Sorunu’nu en geri noktaya çekerek “çözme”şansını yakalamış oldu.
İmralı’da yapılan Savunma’nın içeriği nasıldı? Veya, gerçekten neler söylenmesi isteniyor/bekleniyordu?
Bu konuda, yapılan savunmanın içeriği ve öne çıkardığı taleplerle ciddi biçimde ilgilenildiği pek söylenemez. Bu biraz da, ülkemiz solunun “zarf”mı, “mazruf”mu, sorusuna, sürekli “zarf”daha önemli demek gibi, kötü bir alışkanlığa sahip olmasından kaynaklanıyor. İmralı’da “radikal”, “sert”bir üslup ve içerikle savunma yapıldığını farz edelim. Bu neyi çözer veya değiştirirdi? Bugünkü politik tıkanıklık aşılır, kirli savaş durdurulur veya somut bir barış politikasının önü açılabilir miydi? Savunmacı’nın gerçekte neyi amaçlamış olduğu, öne çıkardığı politik mesaj ve talepler, boyalı basının tiraj artırması kaygısıyla manşet yaptığı söylemin haricinde, burjuvazinin “akıllı”kalemşörlerince çok daha fazla incelendi. “Kürt kimliği”daha fazla tartışılmaya başlandı. Burjuva basınında yer alan, “can korkusu”, “bebek katili af diliyor”, “beni asmayın”gibi ucuz ve bayat vecizler, belli bir toplumsal histeriyi, tatminsizliği okşamayı hedefleyiciydi. Burjuva basınının sorunu bu tarzda ele almasını anlamak mümkündür. Fakat, sol siyasi yapılanmalar (istisnalar haricinde) belki de çok daha vahim boyutlarda bir yaklaşım içerisine girdiler. Geniş bir siyasal zemini olan bir örgütü ve bu hareketin önderini bir çırpıda, neredeyse ana rahmine düştüğü andan itibaren “hain”ve “teslimiyetçi”ilan etmek, ülkemiz soluna özgü bir yaklaşım olarak tarih kayıtlarına geçti.
Herhangi bir programın, politik önermenin, doğruluğu/yanlışlığı, kapsayıcılığı/yetersizliği üzerine tartışmak, siyasal-toplumsal sürece etkimede bulunabilecek politik tavır alışlar ve farklı önermelerde bulunmak bir yöntemdir. Fakat, genellikle bunun tersi bir yol izlendi. Gerçi bu da bir yöntemdi fakat sonuçta her şeyi, her sorunun çözümünü, “iktidar sonrası”na erteleyen bir Marksizm yorumu galebe çaldı. Etnik/dinsel /seksüel ve başkaca sorunları bir başka evreye erteleyen dogmatik bir yaklaşım sergilendi. Dolayısıyla bugünün somut konjonktüründe, bir takım genel doğruların yinelenmesi ve soyut bir sosyalizm propagandası tek başına yeterli görüldü.
Doğrusu/yanlışıyla, hata ve sevabıyla bir ulusun varlık mücadelesini bugüne taşımış bir hareket ve bir ulusun talepleri söz konusu olduğunda, biraz daha temkinli ve sorumlu davranmak gerekmektedir. Kirli savaştan en fazla yara almış, her şeyi ayaklar altına alınmış bir ulusun siyasal temsilcisinin en azından ne söylemek istediğini anlamaya çalışmak bu kadar zor olmamalıdır. Yoksa Abdullah öcalan’ın İmralı’daki savunması üzerinde tartışma götürür oldukça fazla soru işareti mevcuttur. İsteyen her satırda istediği kadar çok şey de bulabilir. Bunların ileride PKK ve öcalan açısından ayak bağı olabilecek pragmatik nitelikler taşıdığı da kuşkusuz doğrudur. Yalnızca burada, belli bir soruna çözüm üretme tarafının öne çıkarılması ve ortaya konulan sınırlı politik taleplerin tartışılması, Türkiye’deki siyasal sürece müdahale etme açısından çok daha fazla önem taşımaktadır.
Eleştiriler, biraz da yıllardan beri PKK’nın ulaştığı boyut, kapsadığı “hacim”le ilgili belli komplekslerden kaynaklanmaktadır. Bu yönüyle de polemiklerde daha fazla sübjektif yüklenmiş unsurlar ağır basmaktadır. Yani, aslında, işin doğrusunu söylemek gerekirse “yumurta küfesi”bizim sırtımızda bulunmuyor.
Abdullah öcalan, ABD tarafından Türkiye’ye şartlı verilmesinin arka planındaki gelişmeleri derinlemesine kavramış durumdadır. Kürt Sorununda Pax Americana’nın start almasından itibaren, ABD, AB ülkelerini de peşine takarak, ağırlığını bir kez daha hissettirdi. “Roma Süreci”bunun açık bir dışavurumudur. Yeni uluslar arası süreçte, muhalif tüm ülke ve siyasal yapılanmaların, emperyalist hiyerarşinin tamamen dışında ve bu sürece rağmen varlıklarını sürdürmeleri, son derece sert yaptırımlara neden olmaktadır. Bütün ulusal/dinsel/sınıfsal hareketlerin Yeni Düzen’le (silahlı) çatışmaların dışına çekilip, sistemle bütünleşmelerinin önü açıldı. Bu anlamda PKK’nın, bir kuşatma altına alınıp, öncelikle askeri düzeyde ve nihayetinde bir bütün olarak tasfiye edilmesi amaçlanmaktadır. PKK’nın önünde bulunan seçenek, bu kuşatmaya boyun eğerek tasfiye edilmek veya mücadeleyi mevcut koşullar içerisinde bir başka siyasal evreye sıçratabilmekti. Günümüzde Kürt ulusal taleplerinin geniş kesimler tarafından sahiplenilmiş olması, siyasal bir evreye dönüşümü kolaylaştırmaktadır. Devlet, PKK’nın geliştirdiği, bugüne taşıdığı mücadele sonucunda Cumhuriyet’in kuruluşundan hemen sonra oluşturulan Kürtlerle ilgili “konsepti”değiştirmek zorunda kalmıştır. öyle ki, mücadelenin gelişim düzeyi; PKK, olsun yada olmasın Kürt sorununun üstünün “betonlanması”koşullarını çoktan aşmış durumdadır. Bu, muhakkak ki tek başına yeterli bir “sonuç”değildir. Fakat PKK da bugünkü durumuyla eski yapısıyla yeni dönemin sorunlarını aşabilmekten uzaktır. Bu yönüyle, PKK, tarihsel/siyasal misyonunu önemli ölçüde yerine getirmiş bulunmaktadır.emperyalist rekabetin keskinleştiği Ortadoğu bölgesinde konu Türkiye olduğunda, aslında tüm bölgesel statükonun geleceği tartışılmış olmaktadır. ülkemizde süre giden savaşın gelinen aşamasında, bugünkü biçimiyle devam etmekte ısrar edilmesi, uzun yılların biriktirdiği kin ve nefret tohumları, kışkırtılan şovenizmle birlikte halkların birbirini boğazlamasını kaçınılmaz kılacaktır. Balkanlar’da, Kafkasya’da, emperyalistlerce kışkırtılan çatışmaların trajik görüntüleri hafızalarda canlıdır.PKK’nın başlatmış olduğu Barış Politikası, bu anlamda, savaşı kör bir mantıkla sürdürmek veya yeni bir siyasal sürece evirilerek, bugünkü politik kilitlenmeyi ve halklar arasındaki kutuplaşmanın, kin ve nefretin ortadan kaldırılması arasındaki zorunlu bir tercihten kaynaklanmaktadır. Burada, PKK’nın evirilmesinin olası sonuçlarının tartışılması önemli olmakla birlikte bundan daha önemli olan; Barış Politikası karşısında nasıl bir tutum alacağımızdır. “Kulak çekme”ya da “uyarılar”yerine, yanıt verilmesi gerekli ve acil olan; sürdürülen kirli savaş karşısında tıkanmanın ne şekilde aşılacağı olmasıdır. Bir soru; bir yanıtla karşılanmak durumundadır. Savaşın bugünkü haliyle/çözümsüzlüğüyle devam etmesi kimlerin yararınadır veya bugün savaştan en çok kimler çıkar sağlıyor. Türk-Kürt emekçi kesimlerin bir barış talebi var mıdır? Bunlar temel sorulardır.
Türkiye bugün Cumhuriyet tarihinin en köklü krizini yaşamaktadır. İçerisinde bulunulan olumsuz, tarihsel, ideolojik/siyasal koşullardan ötürü sol, bu kriz sürecini kendi lehine siyasal/sosyal koşullara yöneltemiyor. Hatta neredeyse, bu kriz görmezden gelinmektedir. Böylesi bir ortamda, mevcut kör çatışma ortamının bir üst aşaması olan Bosnalaşma, devrimcilerin hiç de tercih edebilecekleri bir durum olması gerek. Bu nedenle PKK’nın askeri mücadeleyi iptal etmesinin, Türkiye’deki devrimci-demokratik mücadeleyi gerileteceği savı,kısa vadeli duygusal bir tepki olmaktan öte bir anlam ifade etmemektedir. Ve bu önermenin kendisi somut bir çözüm içermediği gibi, böylesi bir iddiayı taşımaktan o denli uzak noktadadır. “Terör”demagojisiyle şartlandırılmış geniş emekçi kesimlerin paslandırılmış kulaklarına, devrimcilerin fısıldayacakları yegane çözüm spekülatif bir “mücadeleye devam”çağrısı olamaz, olmamalıdır. En azından savaşın bugünkü haliyle devamı, devrimcilerin üzerinde ısrarla politika yapacakları nesnel bir zemin değildir. çünkü tıkanma da bu noktada yatmaktadır. Soyut politika ve programlar bugünü aşmakta, geleceğin politik duruşlarını oluşturmakta yeterli olmamaktadır.
Tarihsel misyonunu bir biçimiyle tamamlayan PKK’nın siyasal düzleme yönelmesiyle birlikte devrimci mücadelenin uzun soluklu bir süreçte gerçek nesnel koşullarını oluşturması daha bir mümkün olabilecektir. Ortaya çıkan bugünkü sonuç açıktır ki; gerçek, adil ve kalıcı bir barışı temsil etmekten uzaktır. Demokratik bir “çözüm”olarak ifade edilecek bir gelişim süreci içermemektedir. Bu yönüyle, ulusal sorunun, eşit, özgür birliktelik temelinde, demokratik muhtevada çözüm koşullarının olgunlaştırılması bir problem olarak kalmaya devam etmektedir. özelleştirmeden şeriata, ulusal sorundan faşizme karşı mücadeleye geniş bir demokrasi mücadelesi zemini bütünlüklü bir tarzda ele alınmak zorundadır. Demokratikleşmenin önündeki engeller bir bir kırılmadan halkların özgür birlikteliğine ulaşmak olanaksızdır.
Demokratik Çözüme Dair
Kürt sorunu, ülkemizde aynı zamanda demokrasi sorunu biçiminde algılanmalıdır. Demokratik devrimin tamamlanamamış olduğu Türkiye’de sorun bugün ulaşmış olduğu evre ve günlük yaşama yansıması itibariyle iki boyutlu olarak ele alınmak durumundadır. Biz burada ağırlıkla sorunu güncelleştiği yönüyle ele almayı istemekle birlikte öncelikle –kısaca da olsa- genel bir çerçeve oluşturmak gerektiği düşüncesindeyiz.
Giderek etkisini yitirmiş olmakla birlikte siyasal yaşamın eksenini oluşturan unsurlardan birisi olmaya devam eden tarım sorunu ve Kürt sorunu arasında kopmaz bir bağlantı bulunmaktadır. Bu durum, ülkenin demokratikleştirilmesi çabalarını yan yana getiren, bütünleştiren bir muhtevaya yol açmaktadır. Toprak sorunu emperyalist üretim ilişkilerinin hakim kılınmış olduğu ülkemizde, Tekelci burjuvazi tarafından “tarım reformu”biçiminde nitelendirilmektedir. Toprak sorunundaki bu yukarıdan aşağı gerçekleşen “çözülme”demokratik devrim muhtevasındaki bir daralmayı da beraberinde getirmektedir.
Ulusal sorun, bu yönüyle de bakıldığında, bağımsız ve kendi başına tayin edici bir biçimde görülmemelidir. Fakat ülkenin kurtuluşunun en genel ve en önemli bir parçası olarak ele alınmak durumundadır.
Ulusal sorun, yani ulusların kendi kaderlerini tayin etmesi ilkesi, Leninci düşünce açısından tecrit edilmiş kendi kendine yeten bir sorun olarak değerlendirilmemektedir. Ulusal sorun bütüne bağlı ve bütün içinde ele alınması gereken proletarya devrimi genel sorunun bir parçası olarak konulur. Ve bu, bugün de doğruluk taşımaktadır. Bu yaklaşım “ayrılma hakkı”dahil sorunun çözümü için her tür olasılığı göz önünde bulundurur. Yalnız bunu kabul etmek tek başına bir anlam ifade etmeyebilir. Sorunun çözümü doğrultusunda, halkların kesin iradesini yansıtacak, bu yaklaşım bir kez benimsendikten sonra bunun gerçekleştirilmesi yolunda gösterilen çabalar ancak tutarlı bir demokratizmin göstergesi olarak algılanabilir.
Yalnız burada, mutlak surette göz önünde bulundurulması gereken en önemli husus; “ayrılma hakkı”nın ayrılma yönünde tek düze, basit bir propaganda unsuru olarak değerlendirilmemesidir. Hakim sınıfların tercihini yansıtmakta olan bugünkü siyasal-hukuki durum, zoraki birlikteliği, halkların eşit ve özgürlük temelindeki bir birlikteliğine; ancak, egemen sınıfların baskıcı; imha ve asimilasyona dayanan politikalarına karşı, halkların birlikte yürütecekleri bir mücadele, “boşanma hakkı”nın, her zaman kullanılması mümkün, ama giderek gereksizleşen bir “hak”olarak kalmasına yol açabilir.
Ulusal devlete sahip olma hakkının sadece Türklere ait olduğu ülkemizde emperyalizme ve oligarşiye karşı savaşımın temel kriteri, ulusal eşitsizliğe karşı çıkmaktaki tavizsiz bir mücadelenin örgütlenmesidir. Türkiye’de ulusal sorunun kapsamlı bir çözümü de emperyalizme ve oligarşiye karşı demokratik halk devrimi ile birlikte ele alınmalıdır. Bir başka ifadeyle bu program, ulusal sorunun köklü ve kalıcı bir çözümünü hedefleyen bir genişlik ve bütünsellik içerisinde gerçek anlamına kavuşabilir. Yani sorun ülke devrimci sürecinin bir parçası olarak kavranmak zorundadır.
Kürt sorununun ülke devrimci sürecinin bir parçası olarak değerlendirilmesi kesinlikle sorunun bir “devrime havale”edilmesi tarzında anlaşılmamalıdır. Bugüne değin farklı sol çevrelerce de sürekli bir biçimde “devrim sorununun bir parçası”olarak görme yaklaşımı Kürt halkının gelişen özgürlük mücadelesine bir kayıtsızlık olarak güncelleşmiş ve sanki dışımızda bir çelişme, ülke siyasal atmosferini doğrudan belirleyen bir itilim gücüne sahip bir faktör değilmiş gibi edilgen bir tutum sergilenmiştir. Veya tan tersi bir doğrultuda “kuyrukçuluk”olarak değerlendirilebilecek her şeye ve herkese alkış tutma biçiminde –kendi varlık koşullarını inkar edercesine- ters bir mantık sergilenmiştir. Bu olumsuz tutum terk edilmediği sürece neresinden değerlendirirsek değerlendirelim ulusal sorun karşısında kışkırtılan şovenizme karşı çıkmak ve burjuva milliyetçiliğiyle aramıza kalın bir çizgi oluşturmak bir yana, boş laf üreten zavallı gevezeler olmaktan bir türlü kurtulamayacağız.
Kürtlerin mücadelesi karşısında ne denli “tutarlı demokratlar”olduğumuz ancak pratik biçimlenmelerle kendini gösterebilir. Bu açıdan bakıldığında Kürt sorunu ülkemizde bir demokratlık sınavına dönüşmüştür. Bir turnusol işlevi görmektedir. Bu anlamda Kirli Savaşın son bulması,gerçek,adil ve onurlu bir barışın örgütlendirilmesi gibi tutarlı demokratik sloganlar ve bunların sahiplenilmesi ayırt edici bir özellik taşımaktadır.
Baş çelişmenin oligarşiyle halk arasında olduğu yaşanan süreçte emekçi halkın oligarşiye karşı mücadelesi Kürt ulusunun aynı rejime karşı yürütmekte olduğu özgürlük kavgasıyla doğru orantı taşımaktadır. Rejimi devirmeyi ve onun yerine demokratik bir yönetim tarzı oluşturmayı hedefleyen emekçiler devrimci bir savaşım olmaksızın bu hedefe ulaşamaz. Rejim halkların eşitlik ve özgürlük temelinde bir arada yaşamsının başlıca engelidir. Ve bu engelin ortadan kaldırılmasının tek yolu birleşik bir devrimci savaşın başarısı koşullarında aranmalıdır.
Tekelci burjuvazinin “çözüme”ilişkin politikaları köklü bir değişim talebinin önünde engel oluşturmaktadır. Bu nedenle devrimciler, Kürt sorununun çözümü doğrultusunda oligarşik yönetim ve burjuva aydın kesiminin bakış açılarıyla aralarına bir set çekmek zorundadırlar. Bu farklılığın tanıtlanması tek başına söylem düzeyinde bir farklılık olarak algılandığında devrimciler kendilerini iyi niyetlerinden bağımsız bir biçimde egemen blok saflarında göreceklerdir. Şurası iyi bilinmelidir ki, bizlerin yanıtını aradığımız sorularla egemen sınıf ideologlarının (sol tandanslı olanlar da dahil olmak üzere) yanıtını aradıkları sorular arasında çok derin ayrılıklar bulunmaktadır.
Her şeyden önce en liberal anlamda bir “kültürel özerklik”tartışmalarını ele aldığımızda dahi devletin ve toplumun radikal bir dönüşümün önünde engel oluşturduğunu görmekteyiz. Mevcut sistem çerçevesi içerisinde yer alacak, bugünkü iktisadi-sosyal ve siyasi yapının baz alındığı, bu yapının gereklerine uygun kısmi iyileştirmeler ve rötuşların yeterli görülmesi sonuçta bu rejimi restore edici bir içerik kazanacaktır. Bu da sistemin aşılması anlamına gelebilecek yeni bir kurumsal yapının, yani tutarlı bir demokratik devlet mekanizmasının yaratılması yerine, massedici bir özellik kazanacaktır.
Demokratik Çözüm Mümkündür!
Emperyalizmin tahakküm ilişkileri üzerinde, buna paralel işbirlikçi tekelci bir burjuvazi oluşturmuştur. Kapitalist ilişkilerin yukarıdan dayatılmış olmasından ötürü bu durum çarpık bir gelişmeye yol açmıştır. Pre-kapitalist unsurların yukarıdan aşağıya çözülmeye uğradığı bir yapıda, sınıflar kombinasyonu da buna uygun oluşturmuştur.
ülke yönetimi Oligarşik bir ittifakın elinde bulunmaktadır. Emperyalizmin içsel bir olgu olarak varoluşu ve kendine bağımlı bir işbirlikçi burjuvazi yaratmış olması Türkiye’de devrimin, anti-emperyalist, anti-oligarşik demokratik halk devrimi karakterinde değerlendirilmesini gerekli kılmaktadır.
Emperyalizmin ve işbirlikçilerinin sömürü ve tahakküm politikaları tüm ülke emekçilerini karşısına alan bir tarzda sürdürülmektedir. Yani tüm saflaşmalar bu iki kutup arasında gerçekleşmektedir. Bu durum emperyalizme ve işbirlikçilerine karşı tüm ezilenlerin ortak karşı koyuşunun da objektif şartlarını oluşturmaktadır. İşte bu bakış açısından ötürü emperyalizme ve oligarşiye karşı, bugünkü sömürü ve talan politikalarından zarar gören ve çıkarları bir devrimde olan tüm kesimlerin yer almasının hedefleneceği bir BİRLEŞİK CEPHE anlayışı savunulmalıdır.
Anca böylesi bir anlayışla tekelci sermayenin sömürü ve tahakküm politikalarını karşılamak mümkün olacaktır. Halk hareketinin güçlendiği her dönem, hakim sınıfların bunu bastırma ve parçalama doğrultusundaki politik atraksiyonları da güç kazanmaktadır. İşte tam da bu yüzden sınıf mücadelesi zemininde ezilenlerin birlikteliği (bir cephesel örgütlenme anlayışı) tüm ulusalcı güvensizlikleri, yabancılaşmayı, kuşku ve düşmanlığı ortadan kaldırma olasılığına sahip olabilir.
Yine ülke emekçilerinin gerçek kurtuluşu emperyalizme ve oligarşiye karşı mücadele eden öncü savaşçı bir partinin önderliğinde gerçeklik kazanabilir.
öncü savaşçı bir politik müfrezenin var olmadığı koşullarda, temek hedef böylesi bir partinin yaratılması mücadelesini öncelemektedir. Tüm siyasal yönlendirme ve faaliyetler savaşçı bir mantık silsilesi çerçevesinde anlam kazanacaktır.
Devrimci bir partinin yaratılması sürecinin temel hedef olarak konulmuş olması ve birleşik bir cephe doğrultusunda çabaların öncelenmesi her tür siyasal gelişmeden muaf bir tarzda düşünülmemesidir. Savaşçı bir partinin yaratılması süreci, ülkede muhalefet dinamiklerinin var olduğu her yerde devrimci politikaların, bu temel siyasi hedef doğrultusunda hayata geçirilmesiyle mümkün olabilir.
Devrimciler, düzene muhalif her tür gelişmenin içerisinde yer almayı hedefleyen, onu dönüştürmeyi, daha gelişkin ve anlamlı bir tarzda kendini ifade etmesini sağlamaya yönelik bir mantıkla hareket etmek zorundadırlar. Aksi taktirde düzene muhalif bir noktada gelişen veya düzene muhalif bir rotada tutulabilecek her tür gelişim, ülkemiz yakın tarihi sürecinde çok sık tanık olduğumuz üzere, düzen partileri havuzunda bir o, bir bu tarafa gitmeye devam edecektir. Ve yine emekçi kesimler yaşanan umutsuzluk ortamında “kendi hesaplarının sorulması”nı şu veya bu burjuva partisinin vekaletine terk edecektir.
Gerek devrimci bir partinin yaratılması süreci ve gerekse de birleşik cephenin yaratılması bir ve aynı sürecin parçaları olmak durumundadır. Temel görev savaşçı partinin yaratılması görevi olurken, bir cephe siyasetinin güdülmesi de olmazsa olmaz durumundadır.
Kürt ulusal sorunu son on beş-yirmi yıllık süreçte belirleyici bir rol oynarken, sınıf mücadelesi zemininde aynı zaman kesitinde yaşanan atalet ve yenilgi sürecinin paralize etmiş olduğu devrimci güçler halen bu sorunları aşma çabaları içerisindedirler Kürt ulusal hareketinin evirildiği yeni süreç ülkemiz devrimci demokratik hareketi açısından da yeni bir değerlendirme ve ideolojik-kuramsal düzeydeki ciddi sorunların üzerine gidilmesi anlamında “tarihi bir fırsat”olarak değerlendirilmelidir.
Devrimci bir hareketin yaratılması süreci, işte bu koşullarda, kendi kendine yeten, her tür bir araya geliş veya ortak sorunların çözülmesi yönünde bitişik çalışmaları dıştalayan bir anlayışı reddetme temeli üzerine oturmalıdır. Bunu her tür politik kaygı, kompleks ve ön yargılardan bağımsız, halkın rejime karşı mücadelesini örgütleyici (yani halkın eylemliliğini öne çıkarıcı) uzun süreli bir direnme stratejisi tarzını hedefleyici bir mantıkla gerçekleştirebilmek, sınıf mücadelesi zemininde devrimci görevlerimizi layıkıyla yerine getirebilmenin olanaklarını da beraberinde getirecektir.
Yalnız bu durumun kavranması veya savunulması tek başına yeterli olmamaktadır. Bugün ülkemizde siyasal gelişmeler tek düze bir seyir izlemektedir. İdeolojik-politik kırılmalar ve parçalanmalardan kaynaklanan nedenlerden ötürü bir dizi güçlük ve karmaşık bir siyasal ortam, bizi politik çalışmalarda son derece hassas ve daha rafine davranma noktasında oldukça zorlayacaktır. Bu zorlama, bizlerin kestirme kolaycı yaklaşımlardan ve politik önermelerden kaçınmasını ön gerektiren temel bir faktör olmaktadır. Kabaca bir tarafta halk, karşısında ise, oligarşik diktatörlük diyebileceğimiz saf bir ortam yaşanmamaktadır. Karşımızda emperyalizm ve işbirlikçileri ortak bir hedef olarak dururken, halk saflarındaki parçalanmışlık, siyasal tercihler, bizi daha karmaşık bir politik sürecin yaşanmasına yöneltmektedir.
Tekelci sermaye ülke emekçilerini zapt-ü rapt altına alma girişimlerinde önemli bir halka ve durak olan toplumun faşistleştirilmesi ve/veya şeriatçı bir kanalda tutulması çabalarında önemli merhaleler kat edilmiştir. Irkçı-şovenist politikalar, ülkenin siyasal toplumsal koşulları da göz önünde bulundurulduğunda geniş bir toplumsal zemin bulmuştur. Tekelci sermayenin ekonomi politikaları işte bu zemin üzerinde topluma kolayca şırınga edilebilmekte, emekçi kesimler, kendilerini doğrudan ilgilendiren, günlük çıkarlarını etkileyen, zedeleyen bir yoksullaşma programı karşısında dahi umursamaz bir tutum veya destekleme tavrı içerisine girebilmektedir.
Tekelci sermaye politikalarına net-kararlı karşı çıkışların alt bir düzeyde seyretmesi, çok daha pervasız, acımasız politikaların geliştirilebilmeleri için de uygun bir politik ortam yaratmaktadır.
Kürt ulusal mücadelesi, bu biçimiyle gelişmenin sınırlarına gelip dayanmıştır. Ulusal mücadelenin –nesnel olarak- ülkemizin emekçi kesimlerinin ortak özlemi olan demokratikleşme ve demokrasi mücadelesiyle doğrudan ilintili olmakla birlikte, bu durumun somut siyasal/pratik davranışlarla karşılanamayışı, ortaya çıkan tıkanıklığın başlıca nedenlerinden biri olmuştur.
Toplumsal kamplaşma çok boyutlu bir biçimde yaşanmaktadır. Bir yandan sivil faşist ve şeriatçı gelişme hız kazanırken, öte yandan Kürt halkının ulusal-siyasal özlemleri karşı karşıya getirilmeye çalışılmaktadır. Tekelci sermayenin özelleştirme, (sosyal güvenlik, uluslar arası tahkim vb.) ekseninde yoğunlaştırmakta ısrarlı göründüğü ekonomi politikaları ve Kürt sorunu karşısındaki tutumu bu saflaşmaların sacayaklarını oluşturmaktadır.
Tekelci sermaye politikaları günümüze değin, Kürt hareketinin faşist ve şeriatçı örgütlenmeleri yönlendirmeye çalışmıştır. Uzun erimli bir açıdan bu hareketleri nasıl kontrol altında tutabileceği de ayrı bir problem yaratmaya aday gözükmektedir. özellikle şeriatçı örgütlenme açısından değerlendirildiğinde bu örgütlenmeler bir biçimde devlet kontrolü dışında gelişme göstermektedir. Yakın geçmiş tarihte İran’da yaşananların ve daha yakınlarda Cezayir örneklerinin oldukça anlamlı ve öğretici yanları vardır.
Sivil faşist hareket açısından bakıldığında ise, en azından bugün, MHP’nin tutumu baz alınacak olursa; uzunca bir sürecin ürünü olan devlet kademelerinde faşist bir kurumlaşmanın yaşanması ve idari-hukuki düzenlemelerin bu kurumlaşmaya hizmet edici bir doğrultuda gelişmesi nedeniyle “ev baskınları”, “yargısız infazlar”ve “askere göndermeler”, “asker cenazeleri”nde “kitlesel destek”oluşturmak ve “anti Kürt”bir kampanyayı sürdürmeyi, kendi meşruluk süreçlerinin ve siyaset yapmanın önemli bir parçası olarak değerlendirdiler. Bugün hükümette olmanın vermiş olduğu avantajla çok daha rahat bir örgütlenme olanağı yakalamış durumdadırlar.
Her iki siyasal süreç ve örgütlenmelerin, gerek bugün açısından gerekse ilerideki muhtemel yönelimleri açısından bir ve aynı siyasal sürecin parçaları olarak görmek gibi kaba bir yaklaşım bizi siyaset yapmada açmaza alacak ve telafisi mümkün olmayacak yanlış kutuplaşmalara götürebilecektir. Bu ve daha bir çok nedenden ötürü de her iki örgütleşme birbiriyle bir araya geldikleri ve karşı karşıya konuldukları yönleriyle, hedef ve stratejileriyle, günlük politik sürecin örgütlenmesinde yer aldıkları saiklerle kısacası; tüm ilişki ve çelişkileriyle bir arada değerlendirilmek zorundadırlar. Siyasal mücadelenin sürdürülmesinde her ikisine farklı boyutlarda yönelmek ve farklı yönleriyle “teşhir”veya “ikna”edilmek durumunda olduklarından ötürü, kaba “toptancı”bir hat izlemeyi reddetmek zorundadır.
ülkemizde toplumun faşistleştirilmesi ve şeriatçı ideolojiyle bir yaşam tarzının dayatılmak istenmesine karşı, uzun erimli bir mücadelenin örgütlenmesi önem taşımaktadır.
Bu görev; faşizme karşı mücadelenin örgütlendirilmesinde, bütünüyle savaşçı bir partinin yaratılması doğrultusundaki temel siyasi hedefin ihtiyaçlarıyla orantılı bir hat izlemek durumundadır. Aynı zamanda ülkemiz emekçilerinin ortak cepheleşmesine hizmet edebilecek bir çizgi halinde geliştirilebilmelidir. Türk ve Kürt emekçilerinin ortak mücadelesini örgütleyebilmek, saldırılarını tüm ülke sathını hedefleyici bir tarzda genişletmeye çalışan faşizmin yeni imha ve katliam politikaları önünde bir set oluşturabilmek, onlardan bir adım öne geçebilmek ancak ve ancak bağımsız devrimci hareketimizin yaratılması sürecinde göstereceğimiz çabalarla mümkün olabilecektir. Bu da yaşamın her bir alanında daha başından itibaren rejimi hedefleyici, aktif militan bir kitle çizgisi izlenmesinden geçmektedir.
Devrimciler, ulusal baskı siyasetine, ağırlıkla Kürt coğrafyasında sürdürülen Kirli Savaşa karşı mücadeleyi, öteki demokratik taleplerle birlikte içiçe bir tarzda, bulundukları her alanda savunmalıdırlar. Böylesi bir savunma çizgisi siyasal mücadele zeminini genişletici bir içerik kazanacaktır.
Acil demokratik talepler manzumesi halinde de ele alabileceğimiz, başta ulusal sorun karşısında tavır belirleme olmak üzere; hak ve özgürlükler alanında demokratik mevziler kazanılması mücadelesi dönemsel özellik arz eden bir süreç değildir. Bu sonuçta oligarşik yönetimin alaşağı edilmesinin hedeflendiği uzun bir mücadele süreci içerisinde, sürekli siyasal teşhiri, siyasi gerçekleri açıklama, geniş kesimler içerisinde politik açıdan etkili olabilme ve nesnel olarak, çıkarları demokratik bir devrimde somutlaşan emekçi kesimleri tekelci sermayenin ideolojik-siyasi hegemonyasının dışına çıkarma biçiminde düşünülmelidir.
Bugün, tartışılan “demokratik çözüm”önermesi, sorunu köklü bir değişim ve dönüşümünü kapsayıcı değildir. Gerçekten “demokratik bir çözüm”şansı emperyalizmle her türden bağımlılık ilişkilerine son veren demokratik halk iktidarı çerçevesinde oligarşinin basit bir demagojisi ve aldatmacası olmaktan çıkarılabilir. Bir kez daha ifade etmek gerekirse; bu, bugünden oligarşik diktatörlüğe karşı sürdürülecek bir mücadeleyi içermektedir.
Bu mücadele; faşizmin politikalarının uygulanmasındaki aktörlerin, öne çıkarıldığı bir siyasi süreç olarak kavranmalıdır. MGK, DGM, MİT ve öteki faşist terör şebekelerinin, “icraatları”ülkemiz emekçilerinin teslim alınması, sindirilmesi ve/veya ortadan kaldırılmasını sağlamaya yönelik bir tırmanma biçiminde geliştirilmektedir. Aklı başında hemen hiç bir kimsenin temsili demokrasiden bahsedemediği bir ortamda, parlamento, basit parmak hesaplarının yapıldığı bir konumda tutulurken, 12 Eylül Danışma Meclisi’nin dahi oldukça gerisinde bulunmaktadır.
ülke politikalarına ilişkin, tüm belirleyici kararların alınmasında ve uygulanmasında söz sahibi olanlar; “seçilmişler”değildir. IMF, Genelkurmay, MGK, DGM, MİT vs. kurumlar nelerin yapılması gerektiğini dikte etmektedir. İşte asıl bu yüzden; ülkedeki tüm anti-demokratik uygulamaların asli unsurlarını oluşturmakta olan bu karar alma odaklarına karşı somut tavır alışlar son derece önemli olmakta ve öne çıkmaktadır.
Sonuç olarak; sorunları ve çözümünü belirsiz bir geleceğe ertelemeyen, halka karşı açılan savaşı, rejime karşı uzun erimli bir direnmenin parçası olarak ele alıp bugünden, aktif-somut oluşumların yaratılması için çaba sarf eden, demokratik hak ve özgürlükleri, bu (iktidara karşı) mücadele sürecinin bir parçası olarak, savunan ve geliştirilen bir anlayışın sonucu benimseyip hayata geçirilen bir çizgi, bugünün görevlerinin üstesinden gelmeye muktedir olabilir.
Emperyalizme bağımlılık demokratikleşmenin önündeki başlıca engeldir!
IMF, Dünya Bankası ve öteki uluslar arası kuruluşlarla girilen ilişkiler, demokratikleşmenin başlıca engelidir!
TüSİAD’ın, TOBB’nin, Sanayi Odası’nın varlığı ve ülke politikalarını belirleyici rolleri; demokratikleşmenin başlıca engelidir!
MGK’nın, MİT’in, Kontrgerilla’nın, DGM’nin, özel TİM ve Koruculuk sisteminin daha bir çok açık veya gizli faşist terör örgütünün ülke politikalarını belirleyici rolleri ve pervasızca işledikleri suçlar; demokratikleşmenin başlıca engelidir!
üniter devlet anlayışıyla, Türklerden başka, hiçbir ulus veya azınlığa kendini ifade etme ve kurumsallaşma olanağı tanımayan ve her ulusal siyasal istemi (başta Kürtlerinki olmak üzere) imha ve katliam politikalarıyla tıkayan yapı demokratikleşmenin başlıca engelidir!
Bugünkü devlet ve yönetim yapısı, ülkemizde demokratikleşmenin başlıca engeli durumundadır!
Türk-Kürt tüm emekçi kesimlerin, bir arada sürdürecekleri inatçı, kararlı mücadele sonucunda kalıcı, adil ve barışçıl bir çözüm, ülkemizde yaşayan tüm insanlar için üretilebilir.
Ancak bu sayede, halkların bağrında açılan yara sarılabilir.
Ancak bu sayede, oligarşik diktatörlüğün yol açtığı her tür ulusal kuşku ve güvensizlik giderilebilir.
Ancak bu sayede, halkların özgürlük temelinde kardeşçe bir arada yaşanmasının koşulları oluşturulabilir.