ÖNSÖZ
Özelleştirme ve kriz, Küreselleşme ile yeni düzenine kavuşan(!) dünyada, ülke ayrımı yapmaksızın 10 yıldır en fazla kullanılan iki sözcük haline geldi. Neo-liberalizmin vaizleri, krizleri doğal, özelleştirmeyi ise tarihin zorunlu eşiği olarak vaaz ederlerken, 2001’in ilk baharında İngiltere, 20 yıllık özelleştirmelerin doğurduğu krizle sarsıldı. Emperyalizm İngiltere dolayımıyla kalbinden ve beyninden sarsılırken, gelir dağılımındaki eşitsizliklerin, kamusal alanın çöküşünün ve sanayileşmede yaşanan durağanlığın faturası özelleştirmeye çıkarılıyor.
20’inci yüzyılın ilk krizini, kendi aralarında yaptıkları bir savaşla aşan emperyalistler, 21’inci yüzyılın ilk krizini ise, işçi sınıfına ve tüm dünya halklarına karşı yürüttükleri neo-liberal savaşla aşmaya çalışıyorlar. Dünyada özelleştirme saldırılarının başladığı 1980’li yıllar, Türkiye’de darbe koşullarıyla geçildiğinden, emekçi halka yönelik yürütülen saldırıların neo-liberalizm ile olan bağlantısı yeterince ön plana çıkartılamadı. Yaşanan sorunlara karşı yerellikte sıkışıp kalan, “12 Eylül”lü tahliller, emperyalizmin ‘küresel’ saldırısını algılamasını güçleştirdi.
Neo liberalizmin haritasının çizildiği Tokyo Round’u (1974), bütün yeni sömürgeler için bir dönüm noktası olmuştur. 1970’li yılların, sömürülen dünya için, devrimci mücadelenin ve örgütlülüğün yükseldiği bir dönem olduğu hatırlanacak olursa, söz konusu neo-liberal politikaları yaşama geçirebilmenin tek bir yolu kalıyordu; Güney Amerika’dan, Türkiye’ye oradan da Uzak Doğu’ya kadar yayılan yeni – sömürge topraklarının bu yıllardan sonraki kaderinin, peş peşe tertiplenen askeri faşist darbelerin eline bırakılması.
Elbette ki neo-liberal politikaların öngörülmesinin hemen ardından yaşanmaya başlayan darbelerin bu politikalarla doğrudan bağlantıları vardır. Ve denilebilir ki, neo-liberalizm, darbeler rejimidir. O, neo-liberalizmin en önemli ayağı ise özelleştirmedir.
özelleştirmeden bahsedebilmek için öncelikle kamu mülkiyetinden ve işletmeciliğinden söz etmek gerekiyor. Kamu işletmeciliği yani Kamu İktisadi Teşekkülleri (KİT)’nin ortaya çıkış koşulları ve nedenlerini incelemek, sonuçları açısından gerçekten ibret vericidir. Emperyalist-kapitalist sistem 1929’yılında yaşadığı krizle, can simidi olarak sarıldığı ve geliştirdiği KİT’lerin, bugün boynuna bağlanmış ağır taşlar olduğunu iddia ediyor. Bu bağlamda, KİT’lerin emperyalist merkezlerde ve sömürge ülkelerde nasıl ortaya çıktıklarını inceleyerek başlayacağız çalışmamıza. KİT’ler ülkemiz koşullarının dayattığı bir gerçektir. öyle ki 1950’lerden beri KİT’leri özelleştireceklerini söyleyenler(!) iktidara gelince KİT’leri kullanmış hatta KİT’lere yenilerini eklemişlerdir. Bazı KİT’lerin ise çalışma alanlarını geliştirmek zorunda kalmışlardır. Bir başka deyişle Keynestçi ve onun etkisindeki politikaları güden devletlerin, can simididir KİT’ler.
Kapitalist sistem, 1929 mali bunalımı ve ardından gelişen 2. Paylaşım Savaşı sonrasında yaşanılan uzun dönemli krizi atlatabilmek amacı ile geniş ölçüde (sosyal devlet kapsamında) devletleştirme programlarına ağılık tanıdı. Keynesçi politikalar bu dönemin belirleyeni olmuştur. Bu politikalarda devlet para ve mal arzını denetleyici fonksiyonuyla varolan ekonomilere güçlü bir müdahale aracı konumundaydı.
1970’li yıllardaki kriz, kapitalist ekonominin kuramda ve uygulamada yeni çıkış yolları aramasını hızlandırdı. Kapitalist dünya, ekonomisinde bir daralma yaşamıştır. Kapitalizmin doğası gereği sermayenin yaşadığı yoğunlaşma, pazardaki daralmayla birlikte gelişmektedir. Bugün tüm dünyadaki atıl sermaye hacminin 300 trilyon dolara ulaştığı düşünülürse, karşı karşıya kalınan ‘pazarsızlık’ sorununun kapitalizm açısından ne kadar can alıcı olduğu anlaşılacaktır. Elinde haddinden fazla sermaye biriktiren kapitalistler, pazarsızlık nedeniyle yeni yatırım yapamıyorlar. İşte özelleştirme de tam bu noktada kurtarıcı rolüne bürünüyor.
özelleştirme aracılığıyla, pazarı olamayan bir dünyaya yeni bir fabrika kurmaktansa, kamunun elinde olan işletmelerin satın alınması yoluyla, hem sermaye hareketi sağlanmış oluyor, hem de etkinlik alanı biraz daha yaygınlaştırılmaya çalışıyor. özelleştirmeleri dayatan iktisadi temel budur.
özelleştirme politikaları başta ABD olmak üzere onun düzenleyici kurumları olan IMF, Dünya Bankası, Dünya Ticaret örgütü gibi kuruluşlar tarafından dayatılmaktadır. Emperyalizmin saldırgan yüzünü göstermekte olan bu kuruluşlar, egemenlikleri önünde engel olarak gördükleri ne varsa ortadan kaldırmak için son derece pervazsız davranabiliyorlar. özellikle II. Paylaşım Savaşı sonrasında kapitalist dünya üzerinde mutlak bir hakimiyet kuran ABD tüm politika ve programlarını kendi dışındaki güçlere kabul ettirmeyi önemli ölçüde başarmıştır. Tahakkümcü–Saldırgan politikalar, tüm toplumsal dokuları tahrip etmiş dejenere bir sosyal, kültürel şekillenmeyi beraberinde getirmiştir.
Dünya Bankası, IMF, WTO (Dünya Ticaret örgütü) gibi kuruluşlar, toplumsal sonuçlarına bakılmaksızın, bağımlı ülkeleri uluslararası sermayenin çıkarlarına, sonuna kadar açmaktadırlar. İzlenen politikalar büyük bir yıkımın, yoksullaşmanın ve işsizliğin ön koşullarını hazırlamıştır/hazırlamaktadır. Günümüzde daha çok Yeni Dünya Düzeni ve Küreselleşme kavramları etrafında açımlanan bu politikalar, dünya genelinde sermaye krizinin aşılması için devreye sokulmuş stratejik bir saldırıyı içermektedir.
***
Yeni Dünya Düzeni’ ile birlikte kullanılan ‘Küreselleşme’, ‘bilgi çağı’, ‘kriz’, ‘serbest piyasa ekonomisi’ kavramlarının en belirleyici olanı belki de ‘özelleştirme’dir. Bu kavramlar günümüzdeki siyasi-iktisadi gelişmelerle birlikte düşünüldüğünde bütün yaşananların bir rastlantı olmadığı açıkça görülecektir. özelleştirme son 20 yılda yaşamımıza dayatılmış olan politikalar içerisinde belki de en öldürücü olanıdır.
ülkemiz özgülünde KİT’ler neden satılmak isteniyor? Gerçekten iddia edildiği üzere KİT’ler ekonominin sırtında bir kambur mu? Dün ülke ekonomisinin temelini oluşturan KİT’ler bugün neden aceleyle elden çıkarılmak isteniyor? Kuşkusuz bu soruları çoğaltabiliriz. Yalnız asıl yapılması gereken doğru sorularla birlikte doğru yanıtlar vermek ve bu yanıtlar etrafında alternatifi içeren bir karşı duruşu sergilemektir.
özelleştirme kapitalizmin bugüne kadar yaşamış olduğu krizlere karşı sistemin kalemşörleri tarafından alternatif olarak oluşturulan en köklü çözüm gibi görülmektedir. özelleştirme politikalarının belirleyeni herhangi bir kapitalist yada özellikle bir yeni sömürge ülke değildir. Bu önermenin kaynağını bir bütün olarak kapitalist dünya ekonomisinin ihtiyaçları oluşturmaktadır. özelleştirme saldırısına bütün kapitalist alemde rastlamak mümkün. Rusya, Doğu Avrupa, Batı Avrupa, Güney Doğu Asya, Latin Amerika’da bugün adeta özelleştirme hayaleti kol gezmektedir. özelleştirme tüm dünyada olduğu gibi Türkiye’de de benzer bir yoğunlukla gündemdedir.
Türkiye’de 24 Ocak kararlarıyla başlayan dönüşüm süreci, 1983 Seçimleri sonrasında özal hükümeti ile kendi gerçek kadrolarına kavuştu. Bunun akabinde tekelci sermayeye Türkiye tarihinde görülmedik ölçüde kaynak aktarımı sağlanmıştır. özelleştirmenin iktisadi ve ideolojik alt yapısının ülkemiz açısından bu tarihlerde oluşturulduğu söylenebilir. Bu dönem yine IMF, Dünya Bankası ve tekelci sermayenin hegamonik ağırlıklarını daha da arttırdıkları dönem olmuştur.
özellikle IMF’yi yeni sömürge ülkelerin başına bela eden kapitalist/emperyalist sistem artık tüm dünyada rahatça at koşturmaya çalışıyor. IMF tarafından dayatılan ekonomik kalkınma programları ve ‘niyet’ mektupları ile borç batağına çekilen yeni sömürge ülke ekonomileri küresel saldırılara tamamen açık bir hale getirilmiştir. Son on yılın ‘en iyi’ IMF politikası uygulayıcısı olan Arjantin, halkın bankalardaki hesaplarını donduracak ölçüde büyük bir ekonomik kriz yaşamaktadır. IMF direktiflerini (başta özelleştirmeler olmak üzere) harfiyen yerine getiren Arjantin’in durumu Türkiye başta olmak üzere tüm yeni sömürge ülkelerin bir adım sonraki halidir.
ÖZELLEŞTİR-ME
Neo liberalizmin ‘yeni dünya düzeni’ saldırıları tüm dünyada özelleştirme eliyle gerçekleştirilmektedir. Türkiye’de bu saldırı zincirinin önemli halkalarından birisi de yasalardır.
Emperyalizm ve onun saldırılarına karşı direnebilmek, başta devrimciler olmak üzere tüm halkın örgütlü mücadelesiyle başarılabilecektir. Mücadelenin başlangıç noktalarından birisi de IMF ve özelleştirme karşıtı politikalar geliştirmek ve bu noktada bir direniş hattı örebilmekten geçmektedir.
Tüm dünya halklarının gözünde yeterince teşhir olmuş olan IMF ve özelleştirme politikaları ancak bilinçli ve kararlı bir mücadele sonucunda geri püskürtülebilecektir. Bu mücadele aynı zamanda halkın demokrasi mücadelesi çerçevesinde, yeniden şekillenişin mücadelesi olacaktır.
ÖZGÜRLÜK
DÜNYADA KİT’LER
KİT’ler yalnızca ülkemize özgü oluşumlar değildir. Devlet işletmeciliği tarihsel olarak eskilere dayanmaktadır. Bununla beraber 1930 krizi sürecinde bir çıkış, kurtuluş umudu olarak geliştirilen ‘devletleştirme’, ‘Millileştirme’ neticesinde genel bir politika haline gelmiştir.
Yapılan araştırmalar temel hizmetlerde, KİT’lerin ülkemizde ağırlıklı bir yer tuttuğunu göstermektedir. Başkaca ülkeler acısından da -tüm özelleştirme çabalarına rağmen- benzer bir durum söz konusudur. Arjantin, Tanzanya gibi ülkelerde yaratılan katma değer %25-50 oranındadır. Sanayi ve madencilikte kamu kuruluşlarının yarattığı en düşük katma değer oranı %25 civarındadır. Bu oran madencilik sektöründe, Tanzanya, Hindistan ve Bangladeş’de %75-100 civarındadır. Ulaştırma ve komünikasyon alanında ise bu oran her ülkede %25-50’den aşağı değildir. Bu veriler sömürge ülkelerde kamu kesiminin ağırlıklı rolünü kanıtlamaktadır.
Haliyle KİT’ler yalnızca sömürge ülkelere has oluşumlar değillerdir. ABD, İngiltere, İtalya, Fransa ve benzeri emperyalist-kapitalist ülke ekonomilerinde de stratejik bir öneme sahiptirler. Kısacası Kamu İktisadi Kuruluşları’nın bütün ülkelerde ekonomik ve sosyolojik acılardan son derece sağlam varoluş gerekçeleri mevcuttur. Bu anlamda genel hatlarıyla da olsa dünyada ve Türkiye’de KİT’lerin üzerine, bu teşebbüslerin kuruluşu gerekçelerinin özetlemeye çalışacağız.
- EMPERYALİST-KAPİTALİST üLKELERDE KİT’LER
1917 Ekim Devrimi’nin dünya genelinde yarattığı en önemli etkilerden biri, belki de en önemlisi dünya halklarına taviz anlamına gelen kapitalist dünya ekonomilerinde ‘refah/sosyal devlet’ anlayışının yerleşmesidir. 1930’ların krizine karşı olarak geliştirilen devletçilik anlayışı ile bazı ‘gelişmiş’ ülkelerdeki ‘sol’ eğilimli yönetimler, devletleştirme/millileştirme veya yeni birimler oluşturarak, KİT’leri sistem olarak güçlendirme yoluna gittiler. Buna örnek İngiltere’de İşçi Partisi yönetimlerinin ideolojik bakış açısının devletleştirme/millileştirme veya yeni KİT oluşturmadaki etkinliği; Fransa’da ‘halk cephesi’ yönetiminin politikalarından ikinci paylaşım savaşı sonrası 2. Paylaşım Savaşı sonrası ‘Ulusal Direniş Konseyi’ önerileriyle gerçekleşen uygulamalarda ve ‘sosyalist-komünist koalisyon’un 1981 ve 1982’de gerçekleştirdiği devletleştirme/millileştirme politikasının etkinliği gösterilebilir.
KİT sisteminin oluşturulmasında etkisi olan nedenlerden biri de pragmatik bakış açısıdır. Bazı ülkelerde iktisadi sorunlara pratik çözgüm arayışında pragmatizm özellikle sağ-muhafazakar partilerin yönetimde olduğu dönemlerde etkisini göstermiştir. örneğin İngiltere’de muhafazakar hükümetler devletleştirmeye karşı çıkmışlar, kısmi özelleştirmelere gidilmiş ancak kamunun özel sektör üzerindeki sıkı denetimi korunmuştur. özel kesimde finansman dar boğazına giren işletmelerin mülkiyeti devletleştirilerek kurtarılmıştır. Fransa’da 5. Giscard’Estaing (1970) sırasında ‘endüstriyel çağa giren ekonominin devlet girişimleri ile yönetilemeyeceği’ savıyla kamu girişimciliğinden vazgeçilmesi KİT’lerin tasfiye edilmesini önermiştir. Ancak daha sonra …….başkanlık döneminde devlet müdahalesi daha da yoğunlaşmış ve kapsamı da daha da genişletilmiştir.
İtalya’da ise savaş sonrası genişleyen kamusal mülkiyet daha çok finansal dar boğaza giren özel işletmelerin kurtarılması kaygısından kaynaklanmıştır. Bu örneklerde, ekonomik sorunlara pragmatik çözümler bulabilmek maksadıyla devlet müdahalesine başvurulmuş ve KİT’ler oluşturulmuştur. Ancak pragmatizm, İtalya’daki gibi KİT’lerdeki yönetici kadroların siyasi yelpazede etkin olanlar arasında paylaştırma amacına sahip olduğu ölçüde siyasal nitelik kazanmaktadır.[1]
Tarihsel nedenlerden ötürü devletleştirilen/milleştirilen veya yeni oluşturulan KİT’lere bazı örnekler verecek olursak, ABD’de 1929 buhranı sonrasında kurulan Tenesee Valiey Out Hority, Fransa’da ikinci paylaşım savaşı sonrası ekonomiyi rayına oturmak amacıyla enerji ve ulaştırma alanında yapılan devletleştirmeler ve sahipleri Nazilerle işbirliği yaptığı için Renault ve Berlied işletmelerinin devletleştirilmesi tipik birer örnek oluşturmaktadır.[2]
Devletleştirme/millileştirme veya yeni KİT’lerin ortaya çıkış nedenleri ne olursa olsun sonuçta birer tarihsel miras olarak nitelendirilmektedir. Ayrıca kuruluş aşamasındaki nedenler ortadan kalksa da bu kuruluşların faaliyetlerini kamu sektörü içinde sürdürmeleri anlamlıdır. Yukarıdaki örneklere ilginç olması açısından Avusturya, İtalya ve İspanya uygulamalarına kısaca değinmek yararlı olacaktır;
- Paylaşım Savaşı’nda Almanların eline geçen Avusturya sanayiinin büyük bir bölümü; ‘müttefikler’in ‘batı’ kanadı bu işletmelerin mülkiyetine sahip olmak isteseler de çoğunluğu muhafazakar olan Avusturya Parlamentosu’nun aldığı kararı onayladılar. Söz konusu işletmeler kamu mülkiyetine aktarılarak 1945 yılında tekrar Avusturya’ya bırakılmıştır.
Ancak SSCB, bu karara karşı çıktı ve denetiminde tuttuğu bölgelerdeki işletmeleri 1955’e kadar Avusturya’ya terk etmedi. Ayrıca 2. Paylaşım Savaşı’nda temeli atılan ve güçlü kamu işletmeleri sektörüne sahip olan Avusturya 1980’ledeki özelleştirme dalgasından etkilenmemiştir. Bu hususun altınının çizilmesi gerekir.[3] Bir diğer örnekte, İtalya’da iki büyük savaş arasında kurulan sanayi ve finans sektöründe faaliyet gösteren devlet işletmeleri ve holdingleridir. Bunların en önemlileri 1926’da kurulan AGIP (Petrol) ile 1933’te kurulan IRI (Sanayi)’dir. İktidardaki faşist yönetimin devlet güdümünde kurmak istedikleri ekonomi, kamu sektörünün hızla gelişmesini sağladı. Kuşkusuz ideolojik etkenler ön plandaydı, fakat finansal darboğazda olan işletmelerin kurtarılması için de devletleştirme uygulamaların gidilmiştir. örneğin IRI iflas etmekte olan bankaları kurtarma görevini üstlenmiştir. Faşizmin yenilgisi sonrasında devlet, büyük kamu işletmelerini ve holdingleri aracılığıyla ekonomiye müdahale ederek yönlendirmeye çalışmıştır.[4]
Gene İspanya’da KİT’ler, Mussolini faşizminin örnek olan Frankist (*) rejimin birer mirasıdır. Frankist rejim kamu holdingleri oluşturmak için çok yoğun bir devletleştirme/milleştirme uygulamasına geçti. 1941’de INI’yi (Endüstri Ulusal Enstitüsü) kurarak bir dizi gerçekleştirdi. 1940-1960 döneminde dışa kapalı bir iktisadi yapıyla, temel sanayiler oluşturuldu. 1960’ların başında bir strateji değişikliğine giden İspanya, dışa açılma ve ekonominin liberalleştirilmesine yöneldi bu strateji değişikliği, kamu işletmeciliğinin arka palana itmemiş, aksine ekonomini içindeki ağırlığını artırmıştır.
Ayrıca bu işletmelerin etkin korumacılıktan yararlanarak endüstriyel gelişmeye önemli katkıda bulunmuş, diğer yandan zarar eden özel işletmeleri de kendi bünyesine almıştır. 1980’lerin sonuna değin İspanya devletinin toplam kredi hacminin 2/3’ünün ve ulusal sanayiinin 1/5’ini kontrol etmesi, kamu işletmelerinin kömür, hidrokarbür, elektrik, ulaştırma, telekomünikasyon, gemi yapımında yarıdan fazlaya, çelik, kimya, tekstil ve otomobilde azımsanmayacak paylara sahip olması, Frankist rejimin yenilgisi sonrasında da belirli mir mirasın korunmuş olduğunu göstermektedir.
Sermayenin kar oranlarının düştüğü yoğun sermaye birikimi sürecinde KİT’ler ortalama kar oranının düşmesini engellemede önemli işleve sahip kılındı. Ortalama kar oranlarındaki düşüşü engellemede, sermaye ihracı ve yabancı işgücü istihdamı önemli etkenler arasında yer almaktadır. Fakata doğal tekel niteliğindeki işletmelerin devlet mülkiyetine aktarılması ve devlet sübvansiyonları ile desteklenerek düşük fiyat politikası uygulaması ise, özü itibarıyla KİT sistemi aracılığıyla öze sermayenin kar oranının yükseltilip sermaye birikiminin hızlandırılmasına yönelik bir ‘teknik’ gerekçedir. Diğer yandan kriz dönemlerinde KİT’lerin düşük kar hatta zararına çalışması devletin kaynak dağılımına yaptığı sermaye lehine müdahaleyi gösterir.
Kuşkusuz özel tekellerin ekonomik ve siyasal güçlerinin ve piyasa üzerindeki denetimlerinin parçalanmasına dönük öneriler ve politikalar, yukarıdaki söylemlerle çelişkili bir durum arz etmektedir. Bu yaklaşımla kamu işletmeleri kar maksimizasyonu değil refah artırmayı ön plana çıkarıcı ve de oldukça özerk bir karar alma merkezleri durumundadırlar. Bu argümandan etkilenen İngiliz İşçi Partisi, 1973’te yayınlandığı ‘Green Paper’de İngiltere’nin 100 öncü işletmesinin 20-25’inin devletleştirilmesiyle devletin bizzat kapitalist mekanizmaları kullanarak piyasadaki sömürüye karşı mücadelede önemli araçlara sahip olacağını, doğal teleklerin bulunduğu ve kamu yaranın ağır bastığı sektörleri haricinde, devletin KİT’ler ile piyasaya girmesinin önermektedir. Diğer bir örnek ise plân yapma geleneği olan Fransa ve Hollanda gibi batı Avrupa ülkelerinde, plân hedefinin belirlenmesi ve gerçekleşmesinde KİT’lerin önemli yerler sahip olmasıdır. Nitekim, Başta Mitterand’a danışmanlık yapan Prof. Jacques Attalli, 1970’lerin sonuna doğru planlamanın başarıya ulaşması için en az yatırımların yarının devlet tarafından kontrol edilmesinin gerektiğini, dolayısıyla ortak program da en büyük 9 işletme grubundan 8’ini devletleştirmeyi öngörmektedir.[6] 1967’de ise ünlü planlama uzmanı Tinberger, devresel hareketlerin önlenebilmesi için kamu kesiminin belli bir boyuta ulaşmasının gerekliliğini vurguluyor. Nitekim geleneksel Keynesci çizgide olan yazarların KİT’lere yüklediği makro-ekonomik hedeflerin oldukça kapsamlı olması anlamlıdır. Söz konusu hedefler;
- Fiyat istikrarının sağlanması
- İstihdamın genişletilmesi
- ödemeler bilançosunun dengelenmesi
- Potansiyel ulusal hasıla artış hızının yükseltilmesi
İlk hedefleri ise devresel hareketlerin yumuşatılması ve istikrarın sağlanmasıdır. Bu çerçevede finans sektörünün oldukça önemli bir bölümünün devletleştirilmesi ile para arzının daha iyi kontrol edilebileceği dolayısıyla para politikasının etkinlik kazanacağı vurgulanmaktadır. ‘Fordist sermaye birikimi modeli ve tekelci regülasyon tarzı’ olarak adlandırılan bu dönemde, gerçekleştirilen büyüme aynı zamanda refah düzeyinin yükselmesini de beraberinde getirmiştir.
Bu süreçte devletin, hem genel sınırını çizdiği kamu politikasıyla hem de KİT arcılığıyla katılmıştır. Devletin, sermayenin uluslararasılaşmasının hız kazandığı bir süreçte aktif olarak katılması da son derece anlamlıdır. Kuşkusuz ki KİT sistemi de bu birikim sürecinde yerini almış ve konjonktürsel değişimlere uyum sağlaya çalışmaktadır. Bu çerçeveden bakıldığında 1970’lerin sonunda 487 en büyük çok uluslu firmanın 38’inde devletleştirme sermayesi yarıdan çoktur ve 9’una ise iştirak etmektedir. Oysa 1965’te devlet benzer bir grup ta sadece 17 olan çok uluslu işletmenin mülkiyetine sahip olmuş ve 3 işletmeye de iştirak etmiştir. Kamunun en yaygın olarak girdiği sektörler ise enerji metalürji ve aeroetiktir. ülkeler sıralamasında ise Batı Avrupa üstün konumunu korumaktadır. Almanya (6), İngiltere (6), Fransa(5), İtayla(4),. İsveç (3), Avusturya (2) kamu işletmelerinin bu ülkelerdeki işletmelere arzını ise İngiltere %27, Almanya %30 ve Fransa %55’tir. Ayrıca sömürge ülke yapına rağmen Hindistan 2 işletme ile göze çapmaktadır.[7]
Bu saptamalar ışığında özellikle 2. paylaşım savaşı sonrasında otuz yıl boyunca fordist sermaye birikim modeli ve tekelci regülasyon ile karakterize edilen bu süreçte; özellikle Batı Avrupa ülkelerinde KİT sistemiyle kamu yararına geniş bir hizmet üretiminin verildiği, imalat sektörüne girildiği ve finans sektöründe ise ülkelere göre değişmekle birlikte önemli bir ağırlık kazandığı görülüyor. Tarihsel ve sektörel nedenlere toplumsal ve siyasal güç dengesi ve özel tekellere kaynak aktarma amacı gibi bazen görünürde çelişkili olabilen etkenler, Batı Avrupa ülkelerinde ekonomik toplumsal ve siyasal nedenler dolayısıyla benimsenmiştir. Aynı zamanda finansal rantabilitesi kısa vadeli olanlarda devletin üretim sürecine girerek, rantabilitesi yüksek sektörleri özel sermayeye terk etmesi kaynak dağılımının sermaye lehine düzenlenmesi açısından KİT sisteminin vazgeçilmez önemini ortaya koymaktadır.
- BAĞIMLI SöMüRGE üLKELEREDE KİT’LER
Bağımlı ve sömürge ülkelerde kamu işletmelerinin gerek üretimde gerekse finansa sektöründeki yeri önemlidir. Hatta özelleştirme uygulamalarının yaygınlaştığı 1980’lerin sonunda dahi KİT sektörünün bağımlı ve sömürgelerde önemini koruması altı çizilmesi gereken bir noktadır.
Bir çok Latin Amerika ülkesinde ve Türkiye’de 1930, Afrika ülkelerinde ise açık sömürge düzeninden görünüşteki siyasal bağımsızlığa geçtiği 1960’lardan beri devletin iktisadi ağırlığı artmış ve KİT sistemi önemli bir gelişme göstermiştir. Bu dönemde devlet müdahaleciliğinin yaygın olarak prim yapması ve bu politikaların sanayileşmiş ülkelerde geçerli olması ‘çevre’ ülkeleri de etkilemiştir. Emperyalist ülkelerin açık sömürgesi olmaktan yeni kurtulmuş olan ülkelerde iktisadi rasyonellik siyasal rasyonelliğe bağlanmıştır. Dolayısıyla az da olsa ideoloji belirleyici bir etken olmuştur. Ancak ideoloji sözcüğü burada oldukça sınırlı ve ihtiyatlı olarak yorumlanmalıdır; zira kamu mülkiyeti biçiminin yaygın hale getirilmesi sosyalist uygulamaları çağrıştırsa da, aslında sosyalist olmayan hedeflere, kamu işletmeciliğiyle ulaşmaya çalışma söz konudur. Kamu kesiminin motor rolü üstlendiği ekonomide hakim ideolojinin bir gereği olarak pragmatizm ve yapısal sorunları belirleyici olmuştur. 1955-1970 arasında yabancı işletmelerin millileştirilmesinin, sosyalist düşünceyle bağlantısı bir yana milliyetçi ve kalkınmacı merkez ekonomilerden de kopuş anlamına gelmediğini özellikle belirtmek gerekir. ülkeler arasında belirli farklılıklar olsa da uygulamalardaki ortak payda KİT’lerin hızlı gelişmesidir.
KİT’ler sektörel dağılımını açıklarken, devletin üretim ve dağıtım sürecine girmesinin rasyonelliği hakkındaki görüşler dikkate alınmalıdır. Bu bağlamda geleneksel ‘neo-klasik’ kökenli ‘kamu ekonomisi’ yaklaşımı ile ‘kalkınma iktisadı’ teorileri arasında farklar mevcuttur. Bağımlı ve sömürge ülkelerde kalkınma iktisadı kapsamındaki çözümleme KİT’lerin oluşumunda ve gelişiminde belirli, hatta önemli etkiler yarattığı için bu yaklaşımın kamu ekonomisinden farklarının açıklanmasında yarar vardır.
1950’ler sonrasında kalkınma iktisadı çerçevesinde belirli modeller sunuldu. 2. Paylaşım Savaşı sonrası oluşan uluslararası iş bölümü sömürge ülkelerin sanayileşmesi ve kalkınması üzerinde son derece olumsuz etkiler yaratmıştır. Bu tarihsel kesitte temel maddeler (işlenmemiş tarımsal ürünler ve doğal kaynaklar) ihracatında uzmanlaşan sömürge ülkelerin dayanıklı tüketim malları ile lüks mallar ithalatçısı konumundan kurtulmaları ve ulusal kalkınmanın sağlanması için de temelde tüketim malları, arz malları ve yatırım mallarının aşamalı bir şekilde üretilmesi gerektiği görüşleri karşı tez olarak çıkarılmıştır.
Bu açıdan kapitalist dünya ekonomisine bağımlılıkta bir daralma; yani merkez ile ilişkilerde belirli bir kopuş bir gevşeme önerilmekteydi. Geleneksel ‘karşılıklı üstünlükler teorisine uyan uluslararası iş bölümü’ tezi sömürge ülkelere ‘sizin tarım, madencilik vb. sektörleriniz gülü siz sadece bu sektörlerde üretim yapın’ anlayışını dayatıyordu. Tabi dış ticaret hadlerinin sömürge ülkeler aleyhine seyrettiği ve söz konusu yapısal dengesizliğin mevcut iş bölümü çerçevesinde giderilmeyeceğinden hareketle, yapısalcı akımın Latin Amerika ülkeleri için geliştirdiği tez, şiddetli bir şekilde eleştirildi. Bu durumda sömürge ülkelere düşen tek seçenek sanayileşmek ve sanayi ürünlerini ihraç etme olanakları yaratmaktı. Afrika, Ortadoğu ve başta Hindistan olmak üzere Asya’da da farklı koşullar altında, ‘sanayileşmeci’ tezler geliştirilmiştir. Teorik farklılıklar olmasına karşın bu ‘sanayileşmeci okullar’ arasında belirgin ortak noktalar mevcuttur.
Emperyalizmden bağımsız kalkınma, sanayileşme ve özdeşleştirilmektedir. Salt piyasa koşullarında bu hedefe ulaşmak ise olanaksız görülmekteydi varolan uluslararası işbölümü çerçevesinde, temel maddeler üreten ve ihraç eden sömürge ve bağımlı ülkelerde, sanayileşmenin yaratılamayacağı vurgulanarak, bu engeli aşmanın yolu olarak imalat sanayiinin ağırlıklı biçimde ön palana çıkarıldığı uzun vadeli bir stratejinin çizilmesi önerilmekteydi. Böylece piyasadan kaynaklanacak savurganlık ve belirsizliklere karşı mutlaka planlı bir kalkınma stratejisinin belirlenmesi gerekli koşul olarak öne sürülmektedir.
Sanayileşmenin ana keseni ve motoru olarak belirlenen KİT sistemi, esas olarak ülkede üretilmeyen ürünlere yöneltilmiştir. Sektörün kapsamı, normatif nitelikteki kamu ekonomisi teorisinin öngördüğü gibi üretilen mal ve hizmetlerin (teknik) niteliklerine göre değil, sanayileşmenin gereklerine göre belirlenmiştir.
Kamu sektörünün güçlendirilmesi ve devletin finans kaynaklarını arttırması bakımından ihracata dönük, petrol, madencilik dev kapitalist çiftlikler gibi alanlarda hakim olan yabancı işletmelerin millileştirilerek KİT’lere dönüştürülmesi ise ulusal iktisadi bağımsızlılık çerçevesinde değerlendirilmiştir.
Sanayiinin geliştirilmesi için korumacılığın güçlendirilmesi her iki yaklaşımda da mevcuttur. Ancak kamu sektörüne ve bu bağlamda KİT sistemine yüklediği işlev kamından ‘kalkınma iktisadı’, neo-klasik kökenli ‘kamu ekonomisi Teorisi’nden çok farklıdır.
- Kamu ekonomisi, paretocu dengenin sağlanmasına yönelirken, kalkınma iktisadı, ekonomik artığın yaratılmasını ve dağılımına eğilmektedir.
- Bu soruna yaklaşımda kalkınma sanayileşme ile özdeş hali getirilirken, KİT’ler bu sürecin motoru veya özel yatırımların katalizörü işlevini üstlenmiştir.
- Yani kamu ve özel sektör birbirinden tamamen ayrılmamakta, tersine birbirine bağımlı kılınmaktadır.
- Kamu ekonomisi teorisinde merkezi karar mekanizmasına bağlı kamusal faaliyetlerin, piyasa mekanizmasına uyum sağlaması telkin edilirken, kalkınma, iktisadında ise piyasa mekanizmasına güven yoktur, planlama ön plandadır.
- Kamu ekonomisi teorisinde, doğal tekel KİT’lere dönüşüyor, ancak kalkınma iktisadına devlet tekellerinin varlığı, ne doğal tekellere ne de ‘salt kamusal mal ve hizmetlere bağlanıyor. KİT’lerin varlığı iktisadi ve sosyal hedefler bağlamında açıklanmaktadır. Kamu ekonomisi teorisi, kamu ve özel sektör arasında faaliyetler açısından çok açık bir ayrıma giderken kalkınma iktisadında böyle bir ayrım söz konusu değildir.
- Kamu ekonomisi teoriksi, kamu sektörüne doğal telek ile kamu malı ve hizmeti üretiminin çizdiği sınırları içinde minimum rol vermektedir. Oysa kalkınma modellerinde, bir yandan iktisadi faaliyetler düzenlenirken; diğer taraftan kamu işletmeleri aracılığıyla kamu sektörünün faaliyet alanı giderek genişletilmektedir. Bu alanda ülkeler ve farklı tarihsel momentler arasında gözlenen değişiklikler ekonomik, sosyal ve siyasal koşulardaki gelişmeler bağlıdır.
Dolayısıyla devletin ekonomideki yeri de dikkate alındığında, sömürge ve bağımlı ülkelerde üçlü bir ayrıma gitmek mümkündür.
- Devletin etkin role sahip olduğu iktisadi yapılar.
Böylece ekonomilerde devlet büyük ölçüde piyasa mekanizmasına hakin olarak, onun yerini alarak kalkınma hedefine ulaşmaya çalışır. Devlet KİT’lerle ekonomiye müdahale eder. Stratejik ve kilit sektörlerin kontrolü, piyasadaki aksaklıkların giderilmesi için iktisadi faaliyetlerin düzenlenmesi, kalkınma planındaki önceliklere göre faaliyetleri sürdürmek, kooperatiflere ve özel işletmelere destek sağlamak için finansal kurumların oluşturulması ve yeril yabancı sermaye ile ortaklık kurmak KİT’lerin görev alanına girmektedir. Bu kategoride yer alan ülkelerde devletin ağırlığı artarken, kamu sektörü ve KİT’lerde teknoloji egemen hale gelir. Bu kategoride yer alan ülkelere değişik zaman dilimlerinde Meksika, Şili, Jamaika, Cezayir, Mısır, Gine, Mozambik ve 1932-1946 arasında Türkiye örnek olarak verilebilir.
- Devletin sürükleyici rol üstlendiği iktisadi yapılar.
Bu gibi ekonomilerde, devlet ve kamu sektörü, özel sektörün gelişmesi için koşulları bir araya getirmeyi amaçlamaktadır. Bu kategoride önemli role sahip olar KİT’ler, başlangıçta yatırım maliyeti yüksek olan, amortisman süresi uzun ve finansal rantabilitesi düşük sektörlerde faaliyete geçerek özel işletmelere doğrudan ve dolaylı kaynak aktarımına gitmektedir. Altyapı temel saniyeler, ulaşım telekomünikasyon ve enerji gibi sektörlerde kit7elirn kurulmuş olması anlamlıdır. Sistemin dinamiği özel işletmeler güçlenip KİT’lerin yerini almıştır. Merkezi düzenlemeler giderek yerini piyasa mekanizmasına terk edecektir. Geriye kalan kamu işletmeleri ise özel işletmelerin işletme normlarını kabul etmek zorunda kalacaktır. Bu teoriye örnek olarak Gana, Fas, Tunus ve 1946 sonrası Türkiye gösterilebilir.
III. Devletin özel çıkarlara tabi kılındığı iktisadi yapılar.
Bu gruptaki yapılarda devlet ve kamu sektörü bazı sosyal etnik gruplar lehine dağıtımı yapmakta ve rant yaratmaktadır. Kamu işletmeleri ve mevzuat, ilgili grupları çeşitli şekillerde koruyabilmektedir. Bu bağlamda kamusal kredi mekanizmasından ve KİT’lerin faaliyetlerinden ayrıcalıklı gruplar yararlanmaktadır. KİT’lerin siparişleri, kredi ve sübvansiyonlarla çok büyük rantların aktarılması söz konusudur bu kategorideki ülkeler örnek olarak Malezya ve Filipinler verilebilir.
Yukarıdaki bu üç model birbirinden tamamen kopuk değildir. Genellikle I’den II’ye kayma ortaya çıkmaktadır. örneğin Türkiye’de 1932-1946 dönemindeki uygulama I. ve II. modelin özelliğini yansıtmakla birlikte III. modele de uygun düşecek yanlar bulunabilir. Plânlı dönemde ise son iki model karma olarak uygulanmıştır. 1980’ler sonrasında ise yeni bir kaynak aktarma ve rant yaratma mekanizması kurulmuştur. Asıl olarak rant buluk özel sermaye lehine ve ücretli kesimler ile küçük üreticiler aleyhine düzenlenmesi bizzat büyük sermaye içindeki grupları göre bir ayrıma da gidildiği gözenmiştir.
Bu kapsamda ilgili iktisadi yapılan ithal ikameci model ile olan bağlantıları ve dışa açılma dereceleri de KİT’lere verilen işleler ve örnek olması açısından da Hindistan ve Güney Kore’deki uygulamalar verilebilir. ‘Ulusal hedefler olarak sosyalist toplum modelini benimseyen’ Hindistan’da planlı ve hızlı kalkınma ihtiyacı, temel ve stratejik öneme haiz tüm sanayileri ve kamusal yarar üreten hizmetlerin kamu sektöründe yer alması gereğini doğurmaktadır.’ Oysa kapitalist dünyayla tam bir entegrasyonu amaçlayan Güney Kore’de izlenen stratejiye göre ‘üretimde özel mülkiyet, ulusal kalkınmayı harekete geçirmek ve halkın çıkarlarını korumak için gerekil olan denetimin dışına koşulsuz olarak desteklenmektedir'[8]
Diğer bir deyişle Hindistan’da öncelikli kamu sektörü ve KİT’lerdeyken Güney Kore’de öncelik özel girimlerdedir. Kamu işletmeciliği ise sınırlandırılmaktadır. Fakat Güney Kore’nin dışa açılma öncesinde, uzun bir dönem ithal ikamesine dayalı bir modeli uyguladığı gözden kaçırılmamalıdır.
Sonuç olarak 1970’lerin sonlarında, özellikle de belirli bir sınai temel sahip olan bağımlı-sömürge ülkelerde, KİT’ler ekonomik yapının ayrılmaz bir parçası durumundadır. Sermayenin uluslararasılaşması ise devletin işletmeciliğinin aleyhine bir gelişme değildir. Tam tersine KİT’lerin uluslararası platforma taşındığı gözlemlenmektedir.
Dip Notlar
[1] Cumhuriyet Dönemi Türkiye Ekonomisi, Syf. 40, Aslan Başer Kafaoğlu, Akbank Yayınları, 1979 İstanbul
[2] A. B. Kafaoğlu, Syf. 41
[3] A. B. Kafaoğlu, Syf. 41-42
[4] A. B. Kafaoğlu, Syf. 42
(*) İspanya’da 1936-1939 arasında iç savaştan sonra Diktatör Fransisko Franko tarafından kurulan faşist rejim. İspanyol faşizminin ideolojik ve politik doktrini.
[6] A. B. Kafaoğlu, Syf. 43
[7] A. B. Kafaoğlu, Syf. 45
[8] , A. B. Kafaoğlu, Syf: 56-57
TÜRKİYE’DE KİT”LER
A.CUMHURİYETİN İLK YILLARINDA İKTİSAT POLİTİKASI
Cumhuriyetin ilk yıllarında Anadolu, savaşın getirmiş olduğu yıkım ve sefalet içindeydi.
Bu dönemde Kemalistlerin Anadolu’nun ‘refaha’ ulaşması için inandıkları uzun erimli siyasi programları, özel mülkiyet ve piyasa ekonomisine dayalı liberal bir anlayışla, korumacı bir gelişme stratejisini hızla hayata geçirmekti. 1923-1929 yılları arasında küçük burjuvazinin karakteri gereği özel mülkiyet ve karı temel alarak kendi sınıfsal ve ekonomik örgütlenmelerini genişleten Kemalistler ‘milli burjuvazi’ yaratmak için öneli çabalar sarf ettiler.
Meşrutiyet sonrası ‘Milli İktisat’ olarak nitelendirilen ve kısmen de I. Paylaşım Savaşı yıllarında uygulanan iktisadi tezler 1923 yılında ‘İzmir iktisat Kongresi’nce de benimsenerek devam ettiler. Dönemin sanayileşmeci ve korumacı yönetimi olan Milli İktisat görüşü, devlet desteğiyle bir milli burjuvazi ‘yetiştirilmesini’ kalkınma ve modernleşmenin temel mekanizması olarak görmekteydi. Devlet desteğiyle Milli Sermayedar yetiştirilmesinin en etkili ve yaygın yöntemlerinin başında, devlet tekellerinin imtiyazlı özel şahıs ve şirketlerce işletilmesi gelmektedir.
Ayrıca Lozan antlaşmasının kısıtlayıcı hükümlerinden kurtulmak amacıyla, bir çok malın ve hizmetin üretimini veya ithalini devlet tekeline alıp dönemin gelen felsefesine uygun olarak, imtiyazlı yerli ve yabancı şirketlere devredilmesiydi. üstelik bu tekellerin devredilmesi, ne belli bir bedel karşılığında ne da açık arttırma gibi yollarla olmamıştır. İstanbul liman inhisarlarında olduğu gibi devredilen şirket, işletme sermayesinin dahi devlet yardımıyla sağlıyordu.
örneğin, Türkiye Sanayi ve Maadin Bankası kuruluş kanunu ile Osmanlı Devletine ait dört işletmeyi devralıyordu. Ancak Bankanın Bizzat kendi girişimiyle tesis kurulmasını izin verilmiyordu. Devraldığı tesislerinde uygun şartlarla özel sermayeye aktarılması amaçlanıyordu. Bankanın işleri ise özel sanayi ve maden işletmelerinin kredi veya iştiraklerle desteklenmesi olarak düşünülüyordu.
Cumhuriyetin ilk yıllarında Kemalistler, emperyalistler karşısında ekonomik planda çekimserdirler, fakat diğer yandan da bu dönemde emperyalistlere karşı oldukça davetkar davranıldığı söylenebilir. Bu davetkar anlayışı İzmir İktisat Kongresi’nde Mustafa Kemal şu şekilde ifade etmiştir. ‘Kanunlarımıza riayet şartıyla ecnebi sermayesine lazım gelen teminatı vermeye hazırız'[9]
Bu söylem aslında dönemin resmi tutumunu da sergilemektedir. Fakat Türkiye’de iş yaparken yabancı sermayenin ‘temsil edilmeleri’ ya da ‘ortak bulunmaları’ (millileştirmek) istenmektedir.bu ortaklıkta yabancı unsur sermayeyi, yerli unsur ise siyasi iktidarla yakınlık derecesine göre nüfuzunu kullanarak yerli kaynakları ele geçirmekteydi. 1920-1930 aralığında kurulan 201 Türk Anonim Şirketi (TAŞ)’nin 66’sında emperyalist tekeller ile ortaklıklar kurulduğu görülebilir. Bu Anonim Şirketler o dönem tüm Anonim Şirketlerin toplam ödenmiş sermayelerinin yüzde 43 ünü (31,3 milyon TL) oluşturmaktadır. Bu açıklamalara dayanarak bu miktarın tümüne yakın bir bölümünün fiilen emperyalist sermaye olduğu ortaya çıkmaktadır.[10]
Hemen belirtelim ki M: Kemal önderliğinde, özel hukuk alanında Anonim Şirket olarak 1924’te kurulan İş Bankası, dönem boyunca yerli ve yabancı burjuvazi ile siyasi iktidar arasındaki bütünleşmede önemli rol oynadı. İş Bankası çeşitli iktisat politikası kararlarını burjuvazi lehine yönlendirmede çok etkili bir baskı grubu durumundaydı. Banka daha sonra ittihatçılılarca kurulan İtibar-ı Milli bankasıyla birleşti. Daha doğrusu bu bankayı yuttu. 1908-1929 dönemlerinin incelenmesi halinde 1923 sonrası iktisat politikasının Osmanlı’nın son dönemiyle bir bütünlük arz ettiği görülecektir. özellikle devlet desteği ile bir milli burjuva sınıfının ‘yaratılması’ için 1923-19209 arasında büyük gayretler sarf edildiği bilinmektedir. Bu dönemde oluşan zengin tabaka öz olarak devletin yarattığı imkanlara el koyan aracı faaliyetlerinde yoğunlaşan özellikle ithalata dönük bir ticaret burjuvazisi de oluşmaktaydı. Ayrıca gittikçe gelişen politik ve ekonomik plandaki küçük burjuvazinin örgütlenmesi, giderek bir yandan ticaret burjuvazisi ile diğer yandan emperyalist sermaye ile iş biriliği içinde ve devletin imkanlarını bu alanlarda kullanan bir bürokrat burjuvazisi oluşturmuştur.[11]
Bu dönemde burjuvazinin imtiyazlı kesiminin yöneldiği en önemli alanlar ise, barut ve patlayıcı maddeler, kibrit ve çakmak, petrol-benzin ithali, ispirto ve alkollü içkiler ile dört büyük liman işletmesiyle ilgili tekkelerdi.
1927’lere gelindiğinde burjuvazinin ülkede bir sanayi hamlesi yapması için getirilen teşviki sanayi kanunu burjuvaziye daha fazla imtiyaz sağlamaktaydı. Ne var ki, 1932’lere gelindiğinde gerek özel gerekse devlet sanayi işletmeciliğinde başarısızlık göre çarpmaktadır. özel sanayi yatırımlarına getirilen bu özendirici uygulamalar dikkat çekerken, dönemin sanayiye dönük politikalarını ise Lozan Antlaşması ile gümrük politikalarına getirilen sınırlamalara oluşturmaktaydı.
1931 yılına gelindiğinde, ülkede bazı endüstri ürünlerinin 1923’ten, dış ticaretin ise 1928’den başlayan gelişmelerine bakıldığında, 1923-1931 arasında ülkenin belli başlı sanayi ürünleri gözle görülür bir yükseliş kaydedememişlerdir. üstelik 1930-1931 yıllarında dışarıya satılan mal ve dışarıdan alınan mallarda önemli ölçüde azalmalara görülmektedir. Kısacası bu dönemde sanayiinin gelişme hızı tüm diğer malların gerisinde kalmıştır.[12]
- CUMHURİYETİN İLK YILLARINDA DEVLET İŞLETMELERİ.
Cumhuriyetin bu ilk yıllarında devlet işletmeciği yok denecek durumdaydı. Sınai, devlet işletmelerini bünyesinde toplayan Türkiye Sanayii ve Maadin Bankası’nın 1932 yılında faaliyeti son bulmuş ve yeni devletin elinde Osmanlıdan kalma dört fabrikasının olduğunu yukarda belirtmiştik. Bunlar Hereke İplik Dokuma, Feshane Yün, İplik, Bakırköy Bez ve Beykoz Deri Kundura fabrikalarıydı. Ayrıca bunların dışında 1913 Osmanlı Sanayi Sayımına göre, yukarıdaki dört fabrikaya ek olarak iki fabrikanın daha devlete ait olduğu belirtilmiştir.[13]
Ayrıca 1925 yılında şeker fabrikaları için getirilen ve özel teşvik ve imtiyazlar içiren bir kanuna dayanarak kurulan Alpullu ve Uşak şeker şirketleri, sonraları amaçları dışında daha karşı gördükleri şeker ithalatına yönelmişlerdir.
Bankacılık alanındaki gelişmelere bakıldığında ise 1923-1929 arasında Türkiye Sanayi ve Maadin Bankası ile İş Bankası dışında 28 bankanın bulunduğu görülecektir. Bunlardan 27’si küçük ölçekli ve yerel biri ise 1926’da kurulan Emlak ve Etyam Bankası (Emlak Kredi Bankası) idi.Ayrıcalıklı statüsünü 1925’de 10 yıl daha uzatan Osmanlı Bankası’nın Merkez Bankası kurulunca bu statüsü kalktı. Diğer bir Osmanlı devlet işletmesi, ilginç bir örnek sayılan ve 1863’de Niş’in Pirot kasabasında kurulan Memleket Sandıkları 1888 yılında günümüzdeki ismini alan ve çiftçiye kredi sağlama işlevini üstlenen Ziraat Bankası’dır.
Devlet işletmeleri genellikle Osmanlı mirası olan işletmelerdir. Bu dönemde bütünleştirilmiş bir iç Pazar yaratmak amacıyla demir yolu işine girdi. Denilebilir ki devletin bu dönemde üzerine aldığı tek de buydu. 1929’da Ankara’dan başlayarak, doğu Anadolu’ya ulaşma amacıyla demir yolu yapımına başlandı. önce Kayseri’ye daha sonra 1930’da Sivas’a ulaşıldı. Sivas’ta bu tarihte İsmet İnönü ‘mutedil devletçilik’ tanımlamasıyla bir politika değişikliğinin ilk sinyallerini verdi.
Cumhuriyetin bu ilk yıllarında iktisat politikalarına ilişkin oluşturulan örgütlenmeler ise 1925 yılında ticaret ve sanayi odaları ile İstanbul Ticaret Odası öncülüğünde kurulan İstanbul Borsası’nın yanı sıra 1927 yılında çıkarılan bir yasa ile Ali İktisat Meclisidir. Diğer bir kurum ise 1926 yılında İstatistik Umum Müdürlüğü’dür. 1928 yılında da Tarım ve Ticaret Bakanlığının Birleştirilmesi ile İktisat Vekaleti kurulmuştur. Hükümetin, iktisadi politikalarda daha etkili olmasına yönelik bir anlayışı yansıtan bu bakanlık, özellikle 1929 sonrası politika değişikliğinde ve 1930’lardaki devletçi uygulamalarda önem kazanmaktaydı.
1930’lu yıllara gelindiğinde bir burjuva devriminin ve milli nitelikli bir kapitalist gelişmenin vazgeçilmez unsuru olan sanayileşmenin, bu modelle gerçekleşmeyeceği anlaşılmıştı. Ayrıca bir milli burjuvazi de henüz ‘yaratılamamıştı’. Ancak bu döneme kadar ki iktisadi gelişmenin sanayileşme doğrultusundaki bu kararsızlığı sadece 1930 yılına kadar egemen olan iktisadi politikaların değişmesi için yeterli değildir. 1929 finans krizi ve içerde muhalefetin örgütlenmesi önemli çalkantılar yarattı. Bununla birlikte o yıllarda pek çok şeyin belirleyicisi 1930’ların başındaki kapitalist dünya kriziydi. Buhran döneminde siyasi bağımsızlığa sahip olan ve dış ticaret rejimlerini bizzat düzenleyebilen pek çok eski sömürge ülkede gözlenen salt korumacı tedbirler, ülkemizde de iki yıllık bir neneme süreci sonunda aşılarak korumacılık devletçilik ile tamamlanmıştır.
C.DEVLETçİLİK
- Devletçiliği Oluşturan Koşullar
Cumhuriyetin ilk on yılında ‘çağdaşlaşma amacına’ yönelik gerçekleştirilen yasal ve kurumsal düzenlemeler ekonomik gelişmelerle tamamlanamıyordu. Burjuvazi de beklenen/istenen hızda bir birikim gerçekleştirememekteydi. Bu olgu, 1929 para buhranı ile başlayıp 1930’larda dünya buhranı ile boyutlanan ‘yeni’ bir modelin yani devletçiliğin alt yapısını ortaya çıkarıyordu. 1923-1929 Türkiye’sinin iktisadi gelişmelerinde en belirgin köşe taşları, Lozan Antlaşması ile 1930’larıda yaşanan kapitalist dünya buhranıydı.
1929 buhranı, aynı zamanda ülkemizde bir dizi gelişmelerin de kesiştiği tarihti. Lozan hükümlerince getirilen bir dizi ekonomik kısıtlamaların kalkacağı ve Osmanlı borçlarından Türkiye’ye düşen payın ilk taksitinin ödeneceği yıl bu tarihe denk gelmişti. Bu çakışma bir sonraki dönemin politikalarına geçişte belirleyici rol oynayacaktı.
Lozan Antlaşması ile gümrük tarifelerine getirilen sınırlamalar 1928 yılında son bulurken 1929 yılında yeni ve daha korumacı bir gümrük tarifesine geçilmesinin imkanı doğmuştur. Nitekim İstanbul burjuvazisinin önerileriyle birlikte daha korumacı bir gümrük tarifesi uygulanmaya başlandı. Bazı hesaplamalara göre yüzde 12,9 ortalama koruma sağlayan Lozan sonrası tarifesine karşılık, yeni tarifenin ortalama koruma oranı yüzde 45,7 idi[14] 1929 yılında Osmanlı borç taksitlerini ödemeler dengesi yükü, 13 milyon TL civarındaydı. Bu o yılın ihracat gelirlerinin yaklaşık yüzde 10’una eşitti. Ancak ilk kez yapılan bu ödeme, yeni gümrük tarifesinin yürürlüğe girmesinden önce stoklama ve spekülasyon amacıyla yapılan ve önce yıla göre 33 milyon TL artış gösteren aşırı ihracatla birleşince Türk parasının dış değeri ağır bir baskı altına girdi.
Buna ek olarak gene aynı yıllarda görülen iki dış gelişme de Türkiye’de devletçiliğin oluşumunu etkilemiştir. Bunlardan biri, gelişmiş kapitalist ülkelerin buhran karşısında çözüm olarak kamu girişimine önem vermesi, diğeri ise SSCB’de uygulanan planlı, sanayileşme ve iktisat politikalarının başarılı olmasıdır.
ülkemizde ekonominin seyrini izlemek için Alman, Fransız ve ABD’li uzmanların yarı sıra SSCB’den de ekonomistler bulunuyordu. Bu dönemde kurulan Ali İktisat Meclisi ve plân hazırlama gibi ekonomi ile ilgili kurumsal düzenlemeler Sovyet politikalarının o yıllarda ulaştığı başarının etkisini taşımaktadır.
özetlersek, bu süreçte Türkiye, dış etkenlerle birlikte daha çok iç etmenlerin zorlamasıyla ki bir karşılaştırma yapılacak olursa içi etmenlerin ağırlığın açık bir şekilde görebiliriz.[15]
2.Devletçilik İlkesinin Kabullü
CHP’nin 1931 yılındaki kurultayında parti programına ana ilke olarak aldığı devletçilik anlayışına göre parti, burjuvaziyi toplumsal düzenin temel öğesi saymak ve ‘ferdi mesai ve faaliyeti esas tutmakla beraber’ mümkün olduğu kadar az zaman içinde milleti refaha ve memleketi mamuriyete eriştirmek için, milletin umumi ve yüksek menfaatlerinin icap ettirdiği işlerde bilhassa iktisadi işlerde bilhassa iktisadi sahada devleti fiilen alakadar’ ettirecekti.[16]
CHP’nin parti programına aldığı bu ana ilkeye binaen, 1933’te parti programı, esaslı bir biçimde değiştirdi. 1935’e gelindiğinde ise ülke iktisadı ‘katı’ bir devletçilik anlayışına kaymaktaydı. Ancak bu ‘katılığı’ rağmen iktisadi felsefe özünü koruyordu. Bu katılaşma CHP’nin o yıl programında yeniden tanımlanan devletçilik anlayışına yansıyordu. Kısacası devletin kamu düzeninin gerekli gördüğü hallerde burjuvazinin etkinliğini denetlemesi devletçilik kapsamına alındı. Bir anayasa değişikliği ile devletçilik 1937 yılında Türkiye Cumhuriyeti’nin temel özelliklerinden biri olarak ilan edildi.
Türkiye’nin tatbik ettiği devletçilik sisteminin 19’uncu asırdan beri sosyalizm nazariyatçılığının ileri sürdükleri fikirlerden alınarak tercüme edilmiş bir sistem olmadığı[17] noktasını üstüne basa basa belirten Atatürk’e İsmet İnönü’nün Kadro dergisine yazdığı ‘Irkımızın Devletçilik Vasfı’ başlıklı ünlü yazısını da eklersek devletçilik ‘efradın (kişilerin) yapabileceği bir şeyi devletin, bahusus bizim devletimizin yapması, şayanı arzudan fazla bir şey lazım bir şeydir.[18] diye belirterek aslında Kemalist liderlerin başat eğiliminin devletçiliği burjuvazinin yerine ikame etmeyi değil, burjuvaziye tamamlamak arzusunda olduğu açıklık kazanacaktır.
Son olarak toparlayacak olursak; devletçilik uygulamaları Kemalist kadroların en başından beri hedefledikleri bir uygulama değildir. Dönemin koşulları içinde milli tüketim ekonomisinden zorunlu olarak devletçiliğe yönelen iktisadi politikaları benimsemişlerdir.
3.Devlet Eliyle Sanayileşme
Cumhuriyetin ilk on yılında Kemalistlerin ‘yetiştirmek’ istediği milli burjuvazi henüz yaratılamamış ve sanayi atılımına da böylesi bir modelle geçilemeyeceği 1920’lerin sonlarında kesinleşmişti. Korumacı Devletçilik anlayışı ise bu noktada devreye girmiştir. Bu anlayışın ana felsefesi de yine aynıydı.
Korumacılığa dayalı sanayileşme, ülkemizde aslında yeni değildi. Devlet müdahaleciliğinin I. Paylaşım Savaşı yıllarında yaygın olduğu bilinmekteydi.bu durum 1923 sonrasında ise devletin demiryolu siyasetinde görülmüştür. Ancak sistematik ve tutarlı bir model olarak korumacı devletçi politikalarla sanayileşmeyi hedefleyen politikaların birlikte uygulanmasına 1930’lu yıllarda başlanmıştır. Hatta bu gerçek hem izlenen politikalar hem de ekonominin ana yönelişi bakımından 1908-1922 ile 1923-1929 dönemleri arasında var olan çarpıcı süreklilik ne kadar doğruysa, 1930 sonrasının önceki dönemlerden belirgin bir kopuşu ifade ettiği de aynı derecede doğrudur. Fakat bu kopuş devrimci bir kopuştan ziyade, bir ortaçağ imparatorluğundan modern bir kapitalist topluma geçişi hedefleyen bir başlangıç olarak görülmelidir. Ancak temel felsefe gene Kemalimin doğası gereği kendi ekonomik örgütlenmesini geliştirmek amacıyla ve ülkede bir kapitalist gelişim için milli burjuvazi yetiştirmektir. Bir önceki dönemle ortak nokta budur.
Bu dönemde uygulamaya konulan planlı sanayileşmede, I. Beş Yıllık Plân (1933) uygulanırken, II. Beş Yıllık Plân II. Paylaşım Savaşı nedeniyle girilen finansman güçlükleri ve devletçilik aleyhine yükselen muhalefetten dolayı uygulanamadı. Bu dönemde sanayi kuruluşları yatırımları, bölgeler arası ekonomik farklılıklar ve olası iç göçler gözetilerek ülkenin her bölgesini hedeflemekteydi.
- Paylaşım Savaşı’nın patlak verdiği yıllarda dünya bir kaos içindeyken, ülkede karaborsacılık, vurgunculuk ve rantçılık üzerinden zenginleşen kesimler devletçilik anlayışına karşı muhalefeti geliştirdiler. Gene bu dönemde teşvik-i Sanayi Kanunu’nun getirdiği korumacılık tedbirleri ile burjuvazinin önemli bazı firmaları kuruldu. Yabancı pek çok kuruluşta ‘milleştirildi’. örneğin İstanbul Telefon Şirketi, Dok ve Antrepo Şirketi, Ereğli Liman İşletmesi, İzmir Rıhtım ve Tramvay Şirketi ile bir kısım demiryolu şirketleri millileştirilenler arasındadır.[19]
Bu dönemde kurulan şirketlere tekrar baktığımızda; Pamuklu mensucat sanayi fabrikaları ülkenin değişik bölgelerine serpiştirilmişti. İzmir’de kağıt sanayi, Bursa’da kamgarn, Keçiborlu’da kükürt sanayi, Gemlik, İzmit, Isparta gibi yerlerde kimya sanayiin fabrikaları ile toprak sanayiine bağlı Kütahya Seramik, Paşabahçe şişe ve cam ile bazı çimento fabrikaları bu planlı sanayileşmenin bazı örnekleridir. Ayrıca Makine Kimya Endüstrisi (MKE) bu dönede geliştirilerek bu günkü konumuna getirilmiştir.[20] 3460 sayılı yasa ile bu kuruluşlara tanınan özerklik ve bu kuruluşların yöneticilerinin yetkileri, kuruluşları başarılı kılan faktördür.
O dönemde hükümet, KİT’lerin başına devlet ve hükümet başkanlarının katıldığı bir seçimle yetkin kişilerin tayinine ve onların serbest çalışmaların özen göstermiştir. Bu şekilde KİT’lerin yöneticilerine millet vekili ve bakanların müdahale etmelerinin önü alınmıştır. Gene KİT’lerin TBMM’de kurulan ve yetkileri geniş bir komisyon tarafından denetlenmesi sağlanmıştır.
Bu dönemde kurulan sanayiinin kuruluş sermayeleri önemli bir kısmı yerli kaynaklara dayanmış sadece Sovyetler Birliği’nden faizsiz olarak 10 milyon dolarlık bir kredi alınmıştır.[21]
Bu dönemde izlenen politikaların sonucunda;
a)Yılda (10 yılın ortalaması) yüzde 4-7 GSMH artışı ve yüzde 2.6birey başına gelir artışı sağlanmıştır.
b)Dış ticaret 1938 yılında 9 milyon liralık açık dışında açık vermemiştir.
c)Sanayileşmede büyük bir adım atılmış, sanayiinin GSMH’daki yeri yüzde 11.4’ten yüzde 19,9’a çıkmıştır.
d)Enflasyon on yılda hemen hemen sıfırdır.[22]
İktisadi gelişme hızları açısından Türkiye’deki gelişmenin Hindistan, Mısır, Yugoslavya ve Yunanistan’a nazaran daha hızlı olduğu gözlenmiştir. Fakat, buna rağmen Türkiye ilerleyen yıllarda paralel bir iktisadi gelişme düzeyine erişememiştir.[23] İktisadi gelişmenin hızındaki bu olumlu ilerleme kamu yatırımcılığının yürütülen uygulamalarından kaynaklanmaktadır.
***
- Paylaşım Savaşı’nın sürdüğü yıllarda uygulanan olağan üstü yöntemlerle burjuvazinin sermaye birikimi dikkat çekici bir boyuta ulaşmıştır. Başlangıçta burjuvaziyi tamamlama amacıyla yürütülen korumacı devletçi uygulamalar, bu sürçte burjuvaziye dar gelmiş, savaş yıllarında ve sonrasında devletçilik modeline karşı ciddi muhalefetin gelişmesine zemin oluşturmuştur.
1949-1950 aralığında emperyalizm emperyalizmle girilen yeni sömürgeci ilişkilerle birlikte hem içte hem dıştaki dengelerde ortaya çıkan değişiklikler nedeniyle, devletin ekonomideki yaygınlık ve ağırlığını azalmaya başlamıştır. 1930’lardaki dünya bunalımının oluşturduğu sarsıntıdan en fazla palazlanan kesim ise bürokratik burjuvazi olmuştur. 1932-1942 arasında ticaret burjuvazisi ve emperyalist tekeller ile birleşen bürokratik burjuvazi yavaş yavaş tekelci burjuvaziye doğru dönüşmeye başlamıştır.[24]
Cumhuriyetin ilk yılarından 1950’lere değin devlet eliyle milli burjuvazi yaratama gayretleri, bu dönemde terk ediliyordu. Ancak, burjuvazi hiçbir dönem milli niteliklere sahip olmaması, tam aksine ta baştan beri emperyalist sermaye ile kol kola gelişmiştir. Devletin eliyle milli burjuvazi yetiştirme gayretleri boşa düşerken, korumacı devletçi sanayileşme ise burjuvaziye göre ikinci plana gerilemekteydi. Ancak bu değişikliklere rağmen sanayideki devletçi uygulamaların ağırlığı ortadan kaldırılamadı. Aksine kamu sektörünün genişlemesi devam etti.
4.İlk KİT’ler
KİT’lerin cumhuriyet tarihinde tekinlik kazanmaya başladığı dönemin 1930’lu yıllar olduğuna değinmiştik. Ancak devlet teşebbüsçülüğü Ziraat Bankası (1863)gibi bazı örneklerde de görüleceği gibi daha eskilere dayanmaktadır.
Cumhuriyet KİT’lerinin çekirdeğini I. Beş Yıllık Planı yürütülmesi için kurulan Sümerbank ve Etibank oluşturmuştur. 1933 yılında kurulan bir diğer banka Türkiye Halk Bankası’dır. Ancak Türkiye Halk Bankası faaliyetlerine 1938 yılında başlayabilmiştir.
2 Temmuz 1938 tarihli 3460 sayılı kanun gereğince Sümerbank, Etibank, TC Ziraat Bankası, Denizcilik Bankası ve Devlet Ziraat İşletmeleri Kurumu resmen İktisadi Devlet Teşekkülleri (bugünkü adıyla KİT) oldular. KİT’lerin oluşumuyla ilgili bir yasada 18 Ocak 1940 tarihinde yayınlandı. 3780 sayılı Milli Koruna Yasası, devletin her türlü ekonomik teşekkül kurma hakkını koruyordu. Zira bu yasaya dayanarak 1941’de Petrol Ofisi ve 1952’de Et-Balık Kurumu kuruldu. SEKA ve Demir-çelik İşletmeleri örneğinde olduğu gibi önceleri Sümerbank’ın İşletmeleri olarak kurulmuş olan bir çok işletme daha sonraları kendi başlarına bağımsız birer KİT durumuna gelmiştir.
- YENİ SöMüRGECİLİKVE KİT’LERİN DEĞİŞEN İŞLEVİ
- Paylaşım Savaşı sonrasında ABD, hem en az yıpranan hem de en çok kar sağlayan emperyalist ülkedir. Bu süreçte geçmişle kıyaslanmayacak derecede sermaye ihraç ve transferleri yaparak diğer emperyalist kapitalist ülkeleri hegemonyası altına almıştı. Yankee emperyalizmi özellikle 1946 sonrasında yeni sömürgecilik metodunu yaygınlaştırıp geliştirmiştir. III. Bunalım Dönemi’nde (II. Paylaşım Savaşı sonrası koşulları) kapitalist dünya ekonomisinin biçimsel değişikliğe uğrayan emperyalist ilişki ve çelişkilerin temel özellikleri; birinci olarak emperyalistler arası rekabetin emperyalistler arası yeniden paylaşım savaşlarına yol açma imkanının ortadan kalkmış olması, ikincisi ise emperyalist işgalin (gizli işgal) biçiminde ortaya çıkan değişmesidir.(*)
Türkiye soğuk savaş yıllarında, batı yanlısı bir konumu tercih ederek 1945 yılı itibarıyla ABD ile ilişkileri geliştirme yoluna gitti. Girilen bu ‘yeni’ süreçte ‘Turuman Doktrini’ ile ABD, Yunanistan ve Türkiye’ye askeri ve iktisadi yardım yapılacağını ilan etmekteydi. Aynı süreçte ABD, savaş sonrası SSCB etkisine karşı Avrupa ekonomilerinin yeniden canlandırılması amacıyla ‘Marshall Planı’nı devreye sokuyordu. Temmuz 1947 yılında Türkiye’nin de aralarında bulunduğu 16 Avrupa ülkesinin katılımıyla Paris’te toplanan Avrupa İktisadi İşbirliği Komitesi (EECC), Avrupa İmar Programı (Eurapean Recovery Programme) üstünde çalışmaya başladı. Türkiye, Marshall Planı gereğince, ABD’nin Avrupa imar programına sağlayacağı kredilerden yararlanabilmek için aynı ay içinde (Temmuz) ABD ile İktisadi İşbirliği İçin Anlaşma imzaladı ve EECC’ye bir ‘Kalkınma Planı’ ile baş vurarak 615 milyon dolarlık kredi talebinde bulundu. Ancak Türkiye’nin bu talebi planın ‘öz yeterlilik anlayışı ile hazırlandığı’ ve ‘devlet eliyle sanayileşmeye ağırlık verdiği’ gerekçeleri ile reddedildi. Bunun üzerine Türkiye bu plandan vazgeçerek daha ‘mütavazi’ bir planla EECC’ye katıldı. Temmuz 1948’de ABD ile bir anlaşma daha yapan Türkiye, Marshall Planı gereğince ABD’den ‘borç ve yardım’ alacaktı.[25]
Ayrıca Türkiye emperyalist/kapitalist organlar olan IMF ve Dünya Bankası’na 1947’de NATO’ya ise 1952 yılında üye oldu. Türkiye işte böylesi bir süreçte emperyalizmle tam bağımlılık ilişkilerine girerek nispeten bağımsız olan siyasal yapısını da kaybetmiştir.
Yeni sömürgecilik ilişkilerini giren Türkiye’nin bu süreçle birlikte siyasal yaşamında önemli dönüşümler olmuştur. çok partili siyasal yaşam bunun yansımasının ifadelerinden biridir. Tabi, yukarıdaki açıklamalardan da anlaşıldığı gibi devletçilik karşıtı ciddi bir yönelim de söz konusudur.
***
Türkiye çok partili hayatla, ABD ile girilen ilişkilerin tarihi olan 1945 yılında tanıştı. 5 Eylül 1945’te ‘Milli Kalkınma Partisi’, 7 Ocak 1946’da ‘Demokrat Parti’ kuruldu. 1946 yılında yapılan seçimlerde DP belli bir taban bulsa da iktidar gene CHP’de kaldı. Ancak 14 Mayıs 1950’de yapılan seçimlerde ‘Yeter Söz Milletin’, ‘Her Mahallede Bir Milyoner’ vb. sloganlarla yola çıkan DP iktidara geldi. Yeni sömürgecilik ilişkilerine giren Türkiye’de DP’nin iktidara gelmesi, aslında bu süreçteki değişimlerin siyasal düzlemdeki yansımalarından birisidir.
***
Siyasal yaşamda beliren gelişmelere bakıldığında görülecektir ki, egemenlerin uzun dönemli çıkarları ile geniş halk kesimlerinin kısa dönemli çıkarları arasında bir ‘denge’ meydana gelmiştir. Denge egemenler aleyhine bozulduğu veya bozulma ihtimalinin yükseldiği dönemlerde ise, durum egemen blok lehine düzeltilmiştir. İktisat politikalarına damgasını vuran ithal-ikameci sanayileşme işte söz ettiğimiz bu dengenin ürünüdür.
Siyasal düzlemdeki gelişmelere paralel olarak 1945-1946 tarihleri asıl anlamda ülke iktisadiyatı açısından bir dönüm noktası arz ediyordu. Bu tarihlere dönüm noktası olarak bakılmasının nedeni ise, 16 yıldır kesintisiz olarak izlenen kapalı-korumacı, dış dengeye dayalı ve iç dönük iktisat politikalarının adım adım gevşetildiği; ithalatın serbestleştirilerek büyük ölçüde arttırıldığı dış açıkların kronikleşmeye başladığı; dolayısıyla dış yardım, kredi ve yabancı sermaye yatırımları ile ayakta duran bir ekonomik yapının yerleşmesi olmuştur.[26]
Bu dönemde liberal bir dış ticaret rejiminin izlenmesi düşüncesiyle iç pazara dayalı bir sanayileşme programı değil, dış pazara dönük ve tarıma, madenciliğe, alt yapı yatırımlarına ve inşaat sektörüne öncelik veren bir kalkınma anlayışı gündemdeydi. Ancak dönemin sermaye ilişkilerindeki dengelerden dolayı bu anlayış 1953’den sonra uzunca bir dönem için terk edildi.
Liberal politikaların uygulanmaya çalışıldığı dönemin sonuna gelindiğinde, yani 1953 yılından sonra, kronikleşen dış ticaret açıkları kanalıyla dışa bağımlı hale gelen ekonomik yapı, ülkenin iktisadi hayatında kalıcı bir özellik olma niteliğini kazanacaktı.
KİT’lerin Değişen İşlevi
1950 sonrası emperyalizmle yeni sömürgecilik sürecine giren Türkiye, cumhuriyetin kuruluşundan beri izlediği milli burjuvazi yaratma stratejisinden vazgeçti. Bu tarihten sonra değişen siyasal ve ekonomik politikalarına paralel olarak KİT’lerin işlevi değişirken KİT eliyle sanayileşme de burjuvazinin edindiği yeni durum uyarınca ikinci plana itildi.
- Paylaşım Savaşı sonrasında güç kazanan devletçilik aleyhtarı muhalefet, savaş sonrası çekilen tüm sıkıntıları KİT ve devletçilik uygulamasına bağlamakta hiçbir fırsatı kaçırmamıştır. Bu tip bahanelerle KİT’leri burjuvaziye satma vaadi ile iktidara gelen DP dönemi ve sonrasında da görüldü ki, hiçbir devlet işletmesinin burjuvazi tarafından doğrudan devralınması mümkün olmamış, aksine işlevleri değişmiş olmasına rağmen var olan KİT’lere yenileri eklenmiştir.
CHP’nin iktidarda olduğu 1947 yılında yapılan kurultayında burjuva çevrelerin ekonomik taleplerinin pek çoğu benimsendi ve devletçilik esas olarak burjuvaziye yardım etmeye dönük bir ilke olarak yeniden yorumlandı.
1948 yılında yapılan Türkiye İktisadi Kongresinde İstanbul Tüccar Derneğinin önerile ile bu yıldaki CHP ve DP’nin iktisadi platformları arasında büyük oranda paralellikler meydana gelmiştir. Aralarındaki tek önemli ayrım konusu ise KİT’lerin durumu ile ilgiliydi. İstanbul burjuvazisi ile DP’nin savunmasını yaptığı bazı alanlar dışındaki KİT’lerin burjuvaziye devredilmesine CHP karşı çıkıyor; ancak bazı alanlarda yeni kamu yatırımlarına girişmemeyi de kabul ediyordu.
Böylece KİT’lerin işlevi bu dönemden sonra değişerek burjuvazinin doğrudan desteklenmesinin yolu açılırken KİT’ler ile özel sektör arasında bir iş bölümüne de gidilmekteydi. 1960’lı yılların ilk dört yıllık kalkınma planına bakılığında, bu iş bölümü gereği KİT’lere özel bir önem verildiği görülecektir. Kısacası bu iş bölümü gereği, ülkenin sanayi yapısından ara ve yatırım mallarının ‘yerli’ üretimi yönünde hızlı bir dönüşümün gerçekleştirilmesi sorununun çözümü KİT’lere bağlanıyordu. KİT’ler, ekonomik gelişmeyle eş anlamlı olan sanayileşmenin motor gücü olarak görülmekteydi.
Ayrıca, DP dönemine bakıldığında her ne kadar KİT’leri satacakları sloganıyla iktidara gelmiş olsalar da bu dönemde de bir çık yeni KİT kuruldu. Bir çoğu önceden kurulanlardan ayrılarak bağımsız birer KİT’e dönüştürüldüler. KİT olarak yeniden örgütlenen PTT ve Devlet Deniz Yolları’na ek olarak Sümerbank’tan SEKA ve Türkiye Demir çelik, Etibank’tan da Türkiye Kömür İşletmeleri ayrılarak bağımsız birer KİT özelliği kazandılar.
Et-Balık Kurumu, TMO’dan ayrılarak kendi başına bir KİT olurken, DMO-TPAO ve TC Turizm Bankası bu dönemde kurulan KİT’lerdendi.
Kısacısı bu dönem ve sonrasında KİT’lerin genişlemesinde yerli üretimi arttırma ve burjuvaziye sermaye aktarmanın yanında büyüyen ekonomik ve toplumsal işlevleri karşılama baskısı da önemli rol oynamıştır. Ayrıca devlet işletmelerinin burjuvaziye devrinin yolları açılsa da 1980’lere değin doğrudan devralma mümkün olmamıştır. Her ne kadar KİT’lerin sanayide rolü ikinci plana düşse de hala sanayileşmenin motor gücü olarak kabul edilmekteydi.
- MONTAJ SANAŞYİ
1960’lı yıllardan sonraki iktisadi politikalar, korumacı, iç pazara dönük ve ithal ikameci bir karakter içermektedir. Bir yanıyla 1930’lar ve 1954-1961 dönemlerine benzerken, sanayileşmenin içeriği, yatırımların dağılımı ve sektör öncelikleri bakımından tamamen farklı özellikler taşımaktadır.
1930’larda bilinçli olarak başlatılan ve 1954-1961 döneminde zorunlu olarak sürdürülen yaygın tüketim mallarındaki ithal ikamesi büyük ölçüde tamamlanmıştır. 1960 sonrası ise iktisadi politikalara, planlamama tabanına oturtulmuş ve ilk beş yıllık palanın açık stratejik tercihi olan ithal ikameci sanayileşme, bu yılların sosyo-politik yapısı ve bölüşüm ilişkileri tarafından biçimlendirilecekti.
Bu dönemde emperyalizm, bağımlı ve sömürge ülkelere montaj sanayi ihraç etmeye yöneldi. Aynı dönemde Türkiye, KİT’lerin burjuvaziye doğrudan desteklemesinin önünün açtı, KİT ile burjuvazi arasına ki iş bölümünü ayrıntılandırdı. Bu iş bölümünde KİT, özellikle 1960’lı yıllarda ara malların (kağıt, çimento, demir-çelik, gübre, petro-kimya vb) ‘yerli’ üretime yönelirken, burjuvazi ise dayanıklı tüketim mallarının (otomobil, buzdolabı, çamaşır makinesi, TV vb.) ‘yerli’ üretimini (montaj) üstlendi.Ancak “…çeşitli korumacılık önlemleri ve sabit kurlarla himaye edilen bu montaj sanayi makine, hammadde, ara mallar, teknoloji ve sermaye bakımından dışa bağımlı bir nitelik taşıyordu. Bu nedenle sanayiinin çarklarının döndürebilmek için ara ve yatırım malları ithalatına olan gereksimin dış para (döviz) sorununu sürekli gündemde tutmuştur. Genellikle tekel imtiyazı tanınan ve ithalat kısıtlamaları bulunan alanlarda gelişen bu sanayi son derece düşük bir ürün kalitesiyle tamamen içi pazara dönük bir üretim sürdürüyordu. Korumacılık politikasının yarattığı olanaklardan yabancı sermaye de yararlandığından, yerli tekellerle ortaklık içindeki yabancı sermaye de büyük karlar elde edebiliyordu. Emperyalist tekeller üretim için gerekli girdileri yüksek fiyatlarla ülkemize satarken, diğer yandan kar transferleri, patent, lisans, know-how, rotalty haklarını satarak önemli oranda artı değeri emperyalist ülkelere aktarıyorlardı. (Vehbi Koç’un deyimi ile bu çark işledikçe ‘Hem General Elektrik kazanıyordu, hem Koç topluluğu)”[27]
Bu dönemde burjuvazi, tüketim tercihlerinin kaynak tahsisine egemen olmasına yol açacak bir etki gücüne ulaşmış, emperyalist ülkelerden yayılan dayanıklı tüketim mallarına karşı da etkili bir talep oluşturmaktaydı. Egemen bloğun zevk ve eğilimlerini yansıtan bu tüketim talebinin karşılanması da kaçınılmazdı. O yıllara kadar ‘dış alımcı tüccar’ olan burjuvazi, dış alımını yaptığı malların üretimine(montaj) geçtiler. üretim birimlerini, önceleri çok düşük kapasiteyle kurdular. Bu nedenle aynı malı üretim bir çok firmanın doğmasıyla karşı karşıya kalındı. öyle ki, 1970’li yıllarda B. Almanya ve ABD’de 3-4 otomobil üreticisi bulunurken bu sayı Türkiye’de 20’ye çıkmıştı. Tabi ki ülkemizdeki bu otomobil sanayii montaj sanayiidir. Dayanıklı tüketim malları burjuvazinin taleplerini de aşarak yavaş yavaş toplumun değişik kesimlerinde de yaygınlık kazandı. Niteliği gereği belli üretim ölçeğiyle kurulabilen ara-mallar, örneğin demir-çelik, alüminyum ve petro-kimya ürünlerinin petrol rafinerilerinin verimli olabilmesi için en az üretim kapasitesiyle kurulmaları zorunlu olduğu gibi büyük sermaye de gerektirmekteydi. İşte bu noktada KİT’ler devreye girmektedir. Yani ülkenin sanayi yapısından ara ve yatırım mallarının ‘yerli’ üretimi yönünde hızlı bir dönüşüm gerçekleştirme sorununun çözümünün kit7Lerle bağlanıyordu. çünkü KİT’ler bu dönemlerde de ekonomik gelişmeyle iş anlamlı olan sanayileşmenin motoru olarak görülmekteydi.
1930’lar Türkiyesi’nde, tekel ürünlerinde şeker ve tekstildeki devlet yatırımlarını uzantısı olarak ‘yaygın tüketim malları’na odaklaşan devlet sanayiin (KİT) görüntüsü, 1960’ların başında da hala sürmektedir. 1980’lere gelindiğine ise devlet sanayii esas olarak ara-mallara yönelmiş, gerçekleşen üretimin değerinin 2/3’ü bu alt kesimde yığılmıştı. Devlet sanayi, ekonomideki diğer alanlara öncelikle de burjuvazinin ihtiyaca olan temel girdileri sağlama işlevini yüklenmiş, bu nedenle KİT’lerin fiyat politikası da çok önemli bir bölüşüm ve kaynak tahsisi sonuçlarını yaratan kritik bir karar ve çekişme alanı haline gelmiştir.
Montaj sanayii zamanla daha fazla yerli katkıya ve çevresinde beslediği yan sanayi kollarıyla modern bir sanayi görünümü kazanacaktı. Fakat bir yeni sömürge olan Türkiye’de karakteri gereği bu sanayi kolları teknoloji ve temel girdiler bakımından dışa bağımlı olmaya, üretim ölçeği, birim maliyetler ve kalite bakımından, ‘batılı’ emsallerinden geri kalmaya mahkumdu. Bu özellikleriyle de dış pazara yönelme imkanları neredeyse yok denecek ölçüde az durumdaydı.
***
1963-1980 yılları arası sanayii verilerine bakıldığında;
Gelişme biçimi açısından en hızlı büyüyen üretim kollarının, dayanıklı tüketim malları ile ara-mallar olduğu görülebilir.[28] Sanayileşmede var olan bu hızlı artışın nedeni ise, aşırı ithal bağımlılığı ve ihracattaki göreli durgunluğa rağmen, 1960-1976 yılları arasında ekonomiye önemli oranda dış kaynak enjekte edilmesidir. Ayrıca ucuz petrol fiyatları bir bütün olarak ithal malı enerji türlerine bağımlı bir sanayi yapısının kurulmasında da oldukça etkili olmuş, sanayileşmede var olan bu hızlı tempo daima yüklü petrol fiyatları ile sürdürülmüştür.
Diğer yandan Türkiye’nin sanayi üretiminin temel girdilerini (özellikle ve ana parçalarının) dışarıdan aldığını belirtmiştik. Ancak dayanıklı tüketim mallarının üretiminde kullanılan ‘yerli’ girdilerin oranı da artıyordu, sınai üretimin dış girdilere olan bağımlılığı ve 1974 ‘petrol krizi’ nedeniyle, petrol fiyatlarından kaynaklanan dış ödeme güçlükleri üretim sürecinde kesintilere ve azalmalara neden olmuştur. Diğer bir deyişle ekonomik bunalım sanayide somutlaşmıştır.
Aynı yıllarda SAN’lı kuruluşlar eliyle dış alım yerine yerli makine ve motor yapımına geçilmesi gündeme gelecekti. Adı KİT olmasa da SAN’lı kuruluşlar tümüyle devlet eliyle sanayileşmeyi daha ileri aşamalara taşıma önlemini ifade ediyordu ve kamu girişimciliğinde yeni bir işlevsel boyut demekti. Ekonomik bunalımın boy göstermesi ile (24 Ocak 1980 sonrası izlenen ekonomik istikrar önlemleriyle) bunalımdan çıkışın en önemli yolu olarak KİT’lerin yatırımlarının azaltılması öngörülmüştür. KİT’lerin sanayi alanında yatırımlara girişmemesi, başlamış olan yatırımları bir yana bırakılması 1980’li yılların ana politikası oldu.
- 24 OCAK KARARLARI VE KİT’LER
1950 sonrası yeniden sömürgeleşme sürecine giren Türkiye’de, tüketim mallarına yönelik dışa bağımlı bir montaj sanayiinin geliştiğini önceki bölümde belirtmiştik. Bu süreçte ihracat yapmayan ama varlığını sürekli ithalat yaparak sürdürebilen böylesi bir ekonomik yapı, Türkiye’yi kronikleşen bir ödemeler dengesi açığı ile döviz dar boğazının yaşandığı bir ülke haline getirdi. Bu ödemeler dengesi, Türkiye’yi sürekli dış borçlanmalarla daha fazla dışa bağımlı hale getirmiş, değim yerinde ise ‘borç batağına’ sürüklemiştir. Türkiye çırpındıkça daha da fazla batmıştır bu batağa. 1980’lere gelindiğinde Türkiye borçlarının faizlerini ve faizlerin faizini dahi ödeyemeyecek duruma gelmiştir. Tabi bu durum emperyalist sömürü çarkının da işlemez hale gelmesi anlamına geliyordu. IMF ve OECD uzmanları, tam da bu süreçte duruma el koyarak emperyalist sömürü çarkını harekete geçirme gayretleri içindedirler. Dönemin Dünya Bankası Türkiye uzmanlarından olana Balassa’ya göre Türkiye ‘ihracata yönelik bir ekonomi modeline yön
elmeliydi'[29] Yani, serbest piyasanın kutsandığı sabit kur yerine serbest kur politikasının benimsendiği ihracatı teşvik eden ve ithalatı serbest kılan bir ekonomik model; serbest faiz, ücret kısıtlamaları ve sıkı para politikaları ile birlikte yürütülmekteydi. Emperyalist kuruluşların bu önerileri TüSİAD tarafından da benimseniyor ve destekleniyordu. Nitekim yerli ve yabancı tekellerin istemleri doğrultusunda meşhur ’24 Ocak1980 kararları’ yürürlüğe girdi. Kararların alındığı aynı gün IMF taleplerinin de üzerinde (yüzde 49) bir oranla devalüasyon yapıldı. Ve dolar 70 TL(*) oldu. Arkasından bomba gibi patlamaya başlayan, başta petrol olmak üzere bir çok ürüne yüksek oranlarda zam yapıldı.
Alınan bu ilk kararlarla, ilkin belirli bir ‘dış yardım’ sağlanması ve ekonominin canlandırılması hedefleniyordu. Giderek içi talep kısıtlandırılacak, halkın alım gücünün kısıtlandığı bir ortamda getirilecek diğer önlemlerle ekonomi ihracata yönlendirecekti. Böylece Türkiye borçlarını faizleriyle beraber ödeyebilecek duruma gelecekti. Egemenlerin bunalımdan çıkış için ortaya sürdükleri çözüm işte buydu.
24 Ocak kararlarının temel maddelerine bakınca;
İlk olarak, 24 Ocak Kararlar’ında yer alana devalüasyon, KİT zamları ve fiyat denetimlerinin kaldırılması gibi ilk etapla uygulamaya konulan maddelerin, IMF’nin neredeyse üç yıldır hükümetten talep ettiği nicel boyutları fazlasıyla aşmaktadır. Bu nedenle ve daha sonrada görülecek ki 24 Ocak Kararları sadece bir ‘istikrar’ paketi değil, aynı zamanda emperyalizmin özellikle Dünya Bankası aracılığıyla yürüttüğü ve neo-liberalizm ile emperyalist ve ‘yerli’ sermayenin işçi sınıfı ve emekçi halka karşı güçlendirilmesi gibi iki hedefi olan bir ‘yapısal uyum’ perspektifini içermekteydi.
***
24 Ocak Kararları, gerçekte, işçi sınıfı ve yoksul emekçi halkları karşı topyekün bir saldırıydı. 24-25 Ocak ve onu izleyen günlerde, kamunun ürettiği mal ve hizmetlerin fiyatı önemli ölçülerde arttırılmıştır. özel sektör de bunu bahane ederek fiyatlarında büyük artışlar gerçekleştirmiştir. Bunun sonucu olarak 1980 yılında fiyatlar yüzde 107,2 oranında artış göstermiştir.24 Ocak Kararları’nın bir bahanesinin de ‘enflasyonu kontrol altına almak’ olduğu düşünülünce, asıl niyetin emekçi halka karşı topyekün bir saldırı olduğu daha da açık gözükmektedir. 1960’ları sonrasında işçi sınıfının gelişimi ekonomik durumlar itibarıyla gözlemlendiğinde bu karaların kolay kolay hataya geçirilemeyeceği görülecektir.
1960 sonrası yaygınlaşan sendikal hareket, 1961 Anayasası ile sağlanan bu ‘nispi özgürlük’ ortamında grev hakkıyla desteklenen ve toplu sözleşme rejimi içinde oluşan işçi ücretler 12 Mart 1971 Darbesi’ni izleyen bir iki yıl dışında her yıl reel artış göstermiştir. Bu döneme bir göz attığımızda kronikleşen dış açıklara dayanan gelişme süreci 1961 yılında OECD bünyesinde kurulan ‘Türkiye’ye Yardım Konsorsiyumu’ ile dış denetime tabi tutulmuştur. 1968’den sonra dış çevrelerin IMF aracılığıyla devalüasyon ve dış ticaret rejiminin liberalleşmesi yönünde gösterdikleri çaba sonuç vererek 10 Ağustos 1970’de 1 dolar, 7 TL’den 15 TL’ye çıkarılmış, ithal teminatları ve damga resimleri düşürülerek ve ‘liberasyon listeleri’ genişletilerek ‘dış telkinler’ yoluyla bir operasyon gerçekleştirilmiştir. Ancak 10 Ağustos kararlarının IMF standartlarına göre eksikliklerinin giderilmesi ise 12 Mart 1971 darbesi sonrasında oluşan açık faşist rejimin grevleri ve toplu sözleşmeleri askıya alması sonucu gerçekleşmiştir.[30]
Tekrar işçi sınıfı ve emekçi halkın durumuna dönersek, yukarıda belirttiğimiz bu hayat standartlarındaki reel artışların aksine, net hasıladan alınan paylar, yani (GSMH) sömürü derecelerini gösteren verilere bakıldığında farklı bir tabloyla karşı karşıya geliriz. Reel artışın aksine, ücretlilerin aldığı pay; 1963-1964’ten 1972’ye kadar sürekli olarak gerilemiş, 1973’ten sonra ise gelir dağılımının yönü tersine dönerek ücretlilerin aldıkları pay her yıl artarak 1976’da dönem başındaki durumuna ulaşmıştır. Bu artış 1977-1979 yıllarına da yansımıştır.
Bu dönemin sonuna gelindiğinde ise işçi sınıfı ve emekçi halkın mücadelesi ‘hazmedilecek’ marjı aşan başarılar elde etmiş ve sistemi tehdit eden bir seviyeye ulaşmıştır. Bu noktada KİT’lerde bu dönem ücret taleplerine karşı ‘gevşek’ davranma eğilimi hakimdi. Bu durum sadece KİT’leri değil sermaye çevrelerini de etkilemekteydi. çünkü işgücü piyasası bir bütündür ve piyasanın bir kısmında izlenilen bir politika piyasanın tamını etkileyecektir.
1979’da dönemin başbakanı Süleyman Demirel’e sunulan Hizmete özel bir raporda Turgut özal 24 Ocak Kararları’nı hararetli bir şekilde savunurken, bu savunularından biri, ülkenin bu kadar ‘yüksek ücretlerle’ ihracat yapamayacağı bu nedenle de ayakta duramayıp batacağıydı. Bu nedenle ücretlerin ‘disiplin altına alacak’ yöntemlerin bulunması gerektiğini salık veriyordu.[31] Kuşkusuz 24 Ocak Kararları’nın baş mimarlarının böylesi tespitlerinin sermaye çevrelerinin talepleriyle tam bir kesişme içinde olması tesadüf değildir. Nitekim, 12 Eylül Darbesi’nin paşası Kenan Evren’in kamuoyu önünde yaptığı bir konuşmasında ‘yüksek ücretlerden’ yakınması 12 Eylül Faşist Darbesi’nin yapılış amaç ve bahanelerini göstermede öğretici bir veri sayılmalıdır.
KİT’lerin gerçek ‘gevşek’ ücret politikasının yanı sıra, benzeri bir gözlemde istihdam politikalarında görülebilir. örneğin, KİT’lerin ‘arpalık’ olarak kullanılmaları. Yani milletvekilleri ve parti başkanlarının kendi çıkarları ve oy alacağı çevrelerine, kartlarını vererek işe yerleştirilmelerini sağlamaları gibi.
Tarih Eylül (1980) ayına yaklaştıkça işçi sınıfı ve emekçi halkın yürüttüğü mücadelenin ulaştığı boyut nedeniyle, 24 Ocak Kararları diye anılan programın, askeri faşist bir diktatörlük olmaksızın uygulanamayacağı artık gün gibi ortaya çıkmıştı. İşçi ücretleri sınırlandırılacak memur ve tüm çalışan halk kesimlerinin, gelirleri ile birlikte, tarım ürünlerinin taban fiyatları da düşük tutulacaktı. Buna karşılık olarak hemen hemen her şeye yüksek oranlarda zamlar getirim, halkın tükettiği bütün mallar pahalılandırılacak… Bunların yapılabilmesi için de işçi sendikaları başta olmak üzere, halkın çıkarlarını savunan bütün güçler diskalifiye edilmeden, bizatihi, işçi sınıfı başta olmak üzere bütün emekçi halk yoğun bir faşist baskı altında tutulmadan geçekleşmesinin mümkün olmayacağı apaçık ortadaydı. Kısacası ’12 Eylül’ün ucu 24 Ocak’tan görülmeye başlanmıştı'[32]
Emin çölaşan, 24 Ocak Kararları’nın oluşturulmasını anlatan kitabında Dünya Bankası yöneticilerinin istekleri karşısında, bu programın uygulayıcısı olan Turgut özal’ın ‘Bu adamlar çıldırmış, bunu imzalayanları ipe gönderirler’ diye tepki gösterdiğini aktarıyordu. Ancak Türkiye’de bu kararları alanları, değil bu kararlara karşı çıkanları ipe gönderdiler…'[33]
Kısacası burjuvaziyle işçi sınıfı ve emekçi halk arasındaki ‘denge’ 1980’lere gelindiğinde bir kez daha bozulmuş ve işçi sınıfının mücadelesi ile emekçi halkın ortaya çıkan politik tepkisi bir kez daha ‘hazmedilebilecek’ sınırı aşmıştı. 1970’lerin başında petrol krizi ile ortaya çıkan dünya buhranı, Türkiye’de önce sanayi kesiminde somutlanırken (1974) hükümetler sürekli bir seçim atmosferi içinde kısa dönemli borçlanma kanallarını zorlayıp, böylece ithalat ve milli gelirdeki büyüme hızlarını sürdürmeye çalışarak krize karşı tepki gösterdi. Kriz bu çabalar karşısında üç yıl gecikmeyle (1977) fakat çok daha şiddetli geldi. Bu kriz nedeniyle Türkiye emperyalist çark içinde borçlarının faizlerini dahi ödeyemez duruma düşürüldü. Bu nedenle de devreye, emperyalizmin dünya ölçeğindeki sömürü çarkını sürekli yenileyen, kurumlar, yani IMF ve Dünya Bankası girdi. ‘İstikrar’ paketi olarak sundukları öneriler ‘içerde’ destek buldu. 24 Ocak Kararları adı ile uygulamaya geçildi.
İşte bu dönemden sonra Türkiye 24 Ocak Kararları ile bir taraftan ‘istikrar’ önlemleri alırken, diğer taraftan ülke ‘yeniden yapılanma’ sürecine giriyordu. Bir taraftan devlet ‘küçültülürken’ diğer taraftan ülkenin bütün yer üstü ve yer altı kaynaklarını emperyalist ve ‘yerli’ tekellere peşkeş çekilmesinin önü açılmaktaydı. Tabi bunların hepside o çokça muhalefet edilen ‘müdahaleci’ devletin genel müdahaleleriyle olmaktaydı.
***
Aslında 24 Ocak Kararları ile birlikte girilen yeni süreç farklı tarihsel momentlerde de olsa, 1923-1930 ve 1946-1953 yılları ile ana yönelimleri açısından paralellikler dikkati çekmektedir.
24 Ocak Kararları’nın ana yönelimine bakıldığında bu nokta daha iyi anlaşılacaktır.
- Zaman içerisinde liberasyona yönelen ihracat rejimi, bazı teşvik ve sübvansiyonlarla desteklenen ihracatın ulusal öncelik haline getirilmesi.
- Ağır sanayi ve temel mallara dönük kamu yatırımlarının zamanla tasfiyesi.
- KİT’lerin özelleştirilmesi.
- KİT ürünlerinin fiyatlarının yükseltilmesi.
- Fiyat kontrollerinin ve sübvansiyonlarının kaldırılması.
- 4 yıl boyunca ücretlerin zorunlu tahkim sistemiyle daha sonra ise bir yasala ve kurumsal çerçeve içerisinde sağlanması.
- Benzer sınırlayıcı gelir politikalarının memur maaşları ve tarımda taban fiyatları için uygulanması.
- İç talebin daraltılması.
Sermayenin yürüttüğü bu politikalar sloganlaşarak toplumun değişik kesimlerine empoze edilmeye başlandı. Böylece ‘serbest piyasa ekonomisi’, ‘hür teşebbüs’, ‘orta direk’, ‘köşe dönme’ gibi sloganlarla topluma yedirilmeye çalışılan bu ekonomik model,1980 sonrası ülkenin kaderini belirleyecekti. Bu modelle emekçi halk kesimlerine yönelik ağır bir baskı hareketinin geleceği açıktı.
Dip Notlar
[9] Boratav, Syf: 30
[10] Boratav, Syf: 31
[11] Teorik Yazılar, Syf: 335, Mahir çayan, Gökkuşağı Yayınları
[12] A. B. Kafaoğlu, Syf: 63
[13] Borotav, Syf: 48
[14] Boratav, Syf:36-37
[15] Yahya Sezai Tezel, Syf: 243
[16] Y. S. Tezel, Syf: 243
[17] A. B. Kafaoğlu, Syf: 64
[18] Y. S. Tezel, Syf: 246
[19] A. B. Kafaoğlu, Syf: 67-68
[20] A. B. Kafaoğlu, Syf: 65-66
[21] A. B. Kafaoğlu, Syf: 66
[22] A. B. Kafaoğlu, Syf: 66
[23] Tezel, Syf: 492
[24] Tezel, Syf: 470
(*) Ayrıntılı bilgi için bkz; Yeni Düzen ve Emperyalizm, özgürlük Broşür Dizisi: 5, özenç Basın Yayın, Mart 2001
[25] Tezel, Ayrıntılı bilgi için bkz, 7. Bölüm
[26] Boratav; Syf: 74(Ayrıntılı bilgi için bkz; Syf: 76-80)
[27] Devrimci Yol Savunma
[28] Ayrıntı için bkz: Boratav, Syf: 104-110
[29] Devrimci Yol Savunma
(*) Devalüasyon öncesinde 1 Dolar = 47 TL’ydi.
[30] Boratav, Syf. 110-114
[31] Boratav, Syf: 122
[32] Devrimci Yol Savunma
[33] Devrimci Yol Savunma
NEO-LİBERALİZM, KÜRESEL ÖZELLEŞTİRME SARMALI
1970’lerin başında,Avrupa ülkelerinde üretimin gerilemesi ve karın düşmesi temelinde yapısal bir kriz boy göstermişti. Emperyalistler, krizden kurtulmak amacıyla daha elverişli alanlar olan sömürgelere daha fazla sermaye ihracı ve dış yatırımlara yöneldiler. Paralel biçimde banka sermayeleri de süreci desteklemek ve bundan yararlanmak maksadıyla sömürge ülkelere borç piyasaları aracılığıyla hızlı bir şekilde giriş yaptılar. 1970’lerin başında sabit döviz sisteminin kalkmasıyla ve petrol krizinin etkileriyle Avrupa bankalarında büyük oranlarda nakit sermaye birikimi oluştu. Bu iki olgu hem bir uluslararası döviz piyasasının kurulması, hem de sömürge ülkelere kredi verme sürecini hızlandırdı. Bu sebeple de sömürge ülkeler 1980’lerin başında bir borç krizine girdi.
Aynı zamanda 1970’lerde çok Uluslu Şirketler (çUŞ)’in de etkisiyle sömürge ülkelerde sanayileşmenin hızlanması ve yeni üretici kapasitenin kurulması, 1970’lerde sadece emperyalist kapitalist merkezlerde boy veren aşırı üretim sorununu,bu yeni kapasite nedeniyle daha da derinleştirdi.
İşte tam da bu sırada Reagan-Thatcher politikaları olarak anılan neo-liberal politikalar devreye girdi. Ayrıca piyasa mekanizmasının işleyişini engelleyen kamu kısıtlamaları ve her türden demokratik denetim olasılığı içeren mekanizmalar kaldırılmaya başlandı. Bilindiği üzere ABD ve İngiltere 1980’li yıllarda emek pazarını yeniden yapılandırmaya yöneldiler. Bunun ilk adımı olarak da üretim birimlerini sömürge ülkelere aktardılar. Neo-liberalizmin uygulanmaya başlanmasının temel koşulu, kamu mülkiyet ve hizmetinin tasfiye edilmesi olunca, yeni sömürge ülkelerde bunu başarabilmek için peş peşe darbeler yaşanmaya başlamıştır. 1975’ten sonra yeni sömürgelerin bir çoğunda askeri darbelerin yaşanmaya başlaması rastlantı değildir. Ve bu anlamda denilebilir ki neo-liberalizm, darbeler rejimidir. Daha sı uygulanabilmesi için faşizmin çeşitli bürünümlerine ihtiyaç duyan kıyıcı bir konsepttir.
Böylece sömürge ülke halkları askeri cuntaların postalları arasında ezilirken tüm muhalefet örgütlenmeleri dağıtıldı. ‘Dünya Fabrikaları’, ‘Serbest üretim Bölgeleri’, ‘Dünya pazarına dönük üretim yapan işletmeler’in önü bu sayede açıldı. Emperyalist ülkelerin bu yönelimleri sonucunda sömürge ülkelerdeki istikrarlı yatırım ortamı , liberalizasyon, ucuz işgücü gibi konular önem kazandı. örneğin ABD tekeli olan NİKE, son fabrikasının 1977’de kapatıp, üretimini tamamen emeğin ucuz ve bol olduğu Uzakdoğu ülkelerine taşımıştı. Firma halen üretiminin yüzde 90’ını Tayvan ve Güney Kore’de gerçekleştiriyor. Tayland, Endonezya ve Filipinler’de de yatırmalara sahip bulunuyor.[34] Kısacası neo-liberal politikaların amacı, emperyalist merkezlerdeki sermayenin krize uyum sağlayabilmesi için tümüyle serbest kalması ve dünyanın geri kalanının bunun sınırsız kullanımına açılmasıdır.
***
Küreselleşme, mali sermayenin bir kesiminin (spekülatif sermaye) egemen duruma gelmesi ve itici güç oluşturmasıdır. Küreselleşmeyle ortaya çıkan mali altyapı, döviz işlemleri, tahviller, krediler, paranın satılması ve daha bir çok yollar oluşmaktadır. Kısacası sermaye üretimden uzaklaştıkça spekülatif unsurlar ön plana çıkıyor.
Bu yeni sınıfın, klasik anlamda mali sermaye (temsilcileri mali oligarşi) ile benzer yanları olmasına karşın önemli ölçüde farklılıkları mevcuttur. Ulusal ekonomiler ile devlet karşısındaki konumu ile ilgili farklılıkları olan bu yeni sermaye uluslararası mali sermaye/mali oligarşidir.
- yüzyıldaki mali sermaye bir, ulus-burjuva devlete gereksimin duyuyordu ve ona yaslanarak ayakta kalabiliyordu. Bu yeni mali sermaye (spekülatif) için sadece bir devletin desteği ve müdahalesi, tüm dünyayı kapsamadığı müddetçe yeterli gelmemektedir. Bu nedenle de kendine uygun bir siyasi ve ideolojik ortam hazırlamayı amaçlamaktadır.
Neo-liberal politikaların bir sonucu olarak ortaya çıkan ve kapitalizmin sınırına vardığı bir noktada teorize edilen küreselleşme kavramı, sermayeye yeni sömürü alanlarının yaratılması anlamına geliyor.
Emperyalist ülkeler dünya hakimiyetini güçlendirme ve yeniden yapılandırma politikalarını kıyasıya bir rekabet ortamında şiddetlenen çelişkilerle oluşturmaktadır. Bu nedenle de bağımlı sömürge ülkelerde ‘vahşi kapitalizm’ ortamı yaratılarak, uluslararası mali sermayenin dolaşımının önündeki bütün engellerin ortadan kaldırılması (serbestleştirilmesi) hedefleniyor. Böylece, bağımlı/sömürge ülke yapılarının bugün olandan daha açık bir duruma taşınması isteniyor.
Küreselleşmenin birici boyutu; emeğin sıkı denetim altına alınması, ikinci boyutu,ticaretin serbestleştirilmesi, ve üçüncü boyutu ise, sermayenin daha fazla uluslararasılaşması, sermaye hareketlerinin artmasıdır.[35]
Küreselleşme makyajıyla dünya işçi sınıfı ve emekçi halklarına empoze edilmeye çalışılan sürecin özü ise, emperyalizmin ‘tekelci kapitaliz aşamasından küresel kapitalist ekonomik ve politik sistemin, hiyerarşik ve hegemonik bir devletler sistemi içinde yeniden üretiminin düzenlenmesi’dir.[36]
Bu sistemin tepesinde ise ‘uluslararası cemaat’ yer almaktadır. Bu ‘gizemli cemaatin’ özelliği ise ABD ve G8’lerden oluşmasıdır. Kendisini bir sis bulutu arkasına gizleyen bu gizemli cemaatin tamamı emperyalist devletlerden oluşmaktadır. Böylece küreselleşmenin gerçek saikleri de anlaşılmış oluyor. Kendini küreselleşme kavramıyla makyajlayan emperyalizmin ta kendisidir. Egemen ekonomik ve mali çıkarlara denk düşen kurumla; IMF, Dünya Bankası, WTO, NATO gibi yapılar, bu ideolojik sis bulutundan sıyrılarak eski anlamlarına kavuşmaktadırlar. Sosyolog Zygmund Bauma’nın belirttiği gibi ‘yeni ortamın yarattığı koşullar son derece eşitsiz’. Yani teknolojik gelişkinliği ileri olan emperyalist ülkeler ‘gerçek anlamda küresel hale gelirken, bilim ve teknoloji alt yapısı olmayan ve gerekli eğitimden yoksun bağımlı sömürge ülkeler yerelliklerine saplanıp kalıyor. Aslında ‘sahneyi düzenleyenler de kuralları koyanlarda yeni teknolojiler üreten bu küreseller’dir.[37]
Nitekim BM’nin 1999 İnsanı Gelişme Raporu’na göre küreselleşmenin aşırı zenginlere daha hızlı para kazanma fırsatı verdiği açıkça ortaya konmaktadır. Rapora göre piramidin tepesinde yer alan 358 ‘küresel milyarderin’ toplam serveti dünya nüfusunun yüzde 45’ini oluşturan 2.3 milyar baldırı çıplak insanın toplam gelirine eşit durumdadır. Yine küresel servetin sadece yüzde 22’si dünya nüfusunun yüzde 80’inin oluşturan bağımlı sömürge ülkelere aittir. Tabi, ‘baldırı çıplak’ ülkelere ayrılan küresel gelir payının gittikçe küçüldüğü ortadadır.
Bu bulgular ışığında Bauman’ın da belirttiği gibi;
‘Küreselleşme aşırı zenginlere daha hızlı para kazanma fırsatı vermiştir. Bu bireyler en son teknolojiyi büyük miktarda paraları aşırı bir hızla dünyanın etrafında döndürmek ve spekülasyon yapmak için kullanmaktadır. Ne yazık ki bu teknoloji dünyanın yoksul insanlarını etkilemiyor. Aslında küreselleşme bir paradoks: çok az sayıda insana büyük faydalar sağlarken, dünya nüfusunun üçte ikisini dışarıda bırakıyor, ya da kenara itiyor.’
1997’de Güneydoğu Asya’da patlak veren finansal kriz küreselleşmenin etkisiyle tüm dünyayı sardı. Tahrip gücü oldukça yüksekti. Marks’ın tespit ettiği ve Şükrü Elekdağ’ın da belirttiği gibi ‘..Kurallara bağlanmayan ve kontrol edilemeyen bir serbest pazar kapitalizmin bünyesinde kendi kendini imha eğilimini taşıdığını unutmamalı’
Türkiye açısından AB’ye katılım ise küreselleşme sürecinde bir aşamadır. Sermaye birikim süreci ve teknolojik gelişme bileşeni üzerine oturan bu süreç beraberinde ‘serbest piyasa’nın gelişip yaygınlaşmasına paralel olarak ‘globalleşme durdurulması mümkün olmayan’ bir süreç olarak kimi çevrelerce kapitalizmin genel ve doğal bir evrimi olarak görülmektedir. Dolayısıyla buna karşı direnmek yersizdir mantığı işlenmektedir. Ancak her şeye rağmen, emperyalist ülkeler ile sömürge ülkeler arasında önemli bir farklılaşma ve büyük adaletsizliklerin olduğu bu sürecin sorunları daha da derinleşme niteliğine sahip olduğu giderek daha fazla açığa çıkmaktadır.
Bu yaklaşım beraberinde zaaflı ve bilinçli çarpıtmaları getirmektedir.
Birinci çarpıtma; 1980’lerin başından beri sömürgelere dayatılan ‘ihracata dayalı büyüme modeli’ nedeniyle, sermayenin uluslararası düzlemde serbest dolaşımının önünün kendiliğinden açıldığı yanılsamasıdır. Buna bağlı olarak da devletin rolünün zayıfladığı tezidir. Ancak sermayenin önü kendiliğinden değil, o çok az karşı çıkılan devlet müdahaleleri ile açılmıştır/açılmaktadır. Bu nedenle küreselleşme ne kendi doğallığı içinde, ne de serbest piyasa yoluyla yayılmıştır. Küreselleşme ancak güçlü bir devlete gereksinimi olan, devlet müdahaleleriyle doğmuş ve gelişmiş bir süreçtir.
İkinci çarpıtma ise; küreselleşme kavramının sermayenin uluslararasılaşması, üretici güçlerin uluslararası ölçekte yeniden üretimi ile eş anlamlı kullanılmasıdır.
Bu anlamda küreselleşme ‘bir tarafta emperyalist devlet ve diğer tarafta bunun egemenlik altında tuttuğu iki faktörlü bir sistem yerine devletin hiyerarşik olarak, egemenlik, bağımlılık ilişkileri içinde bir veya bir grup ülkenin, bloğun liderliği ve hegemonyacı yüzü altında var olan bir emperyalist sistemdir.[38]
Direnenler ise bu süreçte siyasi ve ideolojik manipülasyon ile tecrit ediliyorlar. Yeni düzende ‘ortaya çıkan önemli kriter ‘dolaylı saldırı’ kavramının yerini bir tür tehlikeyi daha ‘potansiyel’ düzeyden’ doğrudan imhayı amaçlayan ‘açık saldırı’ aygıtlarını ideolojik-politik fiziki düzlemlerde meşrulaştırıldığı bir hukuki yapı almaktadır. Tüm muhalif güçlerin rafine çizgilerde küçültülerek ve tecrit edilerek hedef tahtasına oturtulduğu bir sürecin tanımlamasıdır yaşadıklarımız.'[39]
Yeni sömürgelere eklenen eski Doğu Bloğu ve SSCB’nin çözülmesi nedeniyle ortaya çıkan yeni sömürü ve paylaşım alanları, 1970’lerde patlak veren ve sürekli büyüyen ihtiyacı içerisinde olan emperyalist sistemin içine girdiği krize geçici bir çözüm olabildi.
‘Aşırı üretimin söz konusu olduğu bir sistemin kendini yeniden üretmesinin yolu sömürü alanlarını genişletmekten geçmektedir. Uluslararası tekelci grupların kendi pazarlarını genişletmelerinin tek yolu da… iç pazara yönelik üretimini engellenmesidir. İç pazara dönük üretim yapan firmalar bu nedenle, ya uluslararası tekeller için üretimde bulunmak yada iflas seçeneğiyle karşı karşıyadırlar. Aynı şekilde sömürünün derinleştirilmesi için ulusal devlet tüm hukuki mali önlemleri amaya yönlendirilmektedir.'[40]
Emperyalizm, hakimiyetini pekiştirme için sömürge ülkelere ‘yeniden uyum’ politikalarını dayatmaktadır. Ulusal mali piyasalar, bu amaca hizmet ederek, uluslararası mali piyasaların gelişmesi için kurulmakta, geliştirilip uluslararası piyasalarla bütünleştirilmektedir. Artık üretim ve ticarete yerli ve yabancı ayrımı ortadan kaldırılmaktadır. üretim ve tüketimde serbest rekabete dayalı piyasaların oluşturulması hedefleniyordu. Ortaya çıkan tek bir dünya ekonomisi sonucunda olaylar ve krizler arasında da doğal olarak bir eş zamanlılık görülmektedir.
IMF ve Dünya Bankası’nın uygulamaya konulan ‘kemer sıkma politikaları’, borç ödemeleri, liberalizasyon, özelleştirme, yapısal uyum programlarıyla sömürge ülke yapılarını emperyalizme daha sıkı bir şekilde bağlamayı temel alan bir yönelimdir. Bu yönelim, belirttiğimiz gibi ABD inisiyatifinde G-8 ülkelerince yani ‘uluslararası cemaat’ tarafından karar bağlanmaktadır. Sermayenin uluslararasılaşması önündeki bütün engelleri yıkmakla görevlendirilen ve bağımlı sömürge ülkeleri dış borç ödemelerine yeniş düşürücü politikaları üretim IMF; ikili politikaya sahiptir. Bu politikalar, uzun ve kısa dönemli politikalardır. Kısa dönemli ‘istikrar’ politikaları ve uzun dönemli ‘uyum programları’ içiçe geçmiş iki aşamayı ifade eder. IMF ile yapın stad-by anlaşmaları kısa vadeli makro ekonomik düzenlemeler öngörülen istikrar programıdır. Kamu harcamalarının kısılması stratejisi, kısa vadeli istikrardan orta ve uzun vadeli ekonomik yapısal uyuma geçişte bir köprü işlevi görmektedir. çünkü istikrar politikaları kamu kesimini daraltmayı, yapısal uyum doğrultusunda yapılan düzenlemelerde kaynakların özel sermayeye tahsisini hedeflemektedir.
Asıl “vurgun”u kriz dönemlerinde yapan uluslararası tekeller, bağımlı sömürge ülkeleri, içine düştüğü borç batağında “açı reçeteler”i uygulamak zorunda bırakılarak tam bir teslimiyete sürüklüyorlar. IMF, borç ödenmelerinde kolaylık”sağlanması karşılığında, yabancı sermayenin yerel paralara rahatlıkla girmesini, “verimsiz sanayileri”in (KİT’ler !) ayıklanmasını, korumacılığın kaldırılmasını ve sosyal harcamaların olağan üstü kısıtlanmasını istemektedir.
“IMF ile yapılan anlaşmalarda hükümetlerin önüne çıkarılan dayatmalar genelde şunlardır;
- -Kamu harcamalarının azaltılması,
- -ücretlerin dondurulması,
- -Tarım ve sanayideki sübvansiyonların kaldırılması ve iç pazarın uluslararası rekabete açılması,
- -Yabancı yatırımlar ve sermaye hareketlerinin teşvik edilmesini sağlayıcı yapısal, kurumsal düzenlemelerin yapılması,
- -İhracatta rekabet sağlayıcı unsur olarak döviz kurunun düzenli olarak ayarlanması,
- -İhracatı özendirici tedbirlerin alınması,
- -özelleştirmelerin gerçekleştirilmesi,
IMF’nin kambiyo rejiminde istikrarın sağlanması ve krizin önlenmesi doğrultusundaki girişimi, bu girişimi bu kuruluşun denetleme fonksiyonlarıyla ilgilidir. IMF, ABD’nin Yeni Düzen’inin oluşumu ve yerleşmesi için öngördüğü politikaların uygulanması ve gerekli önlemlerin alınması ile görevlidir. Sömürge ülkelerin ‘uyum’la ilgili sorunlarında ‘papaz’ rolüne soyunmakla birlikte, küreselleşme ve Yeni Düzen karşıtı geliştirilen tavırlara müsamahakar davranan ülkelere karşı ortaya koyduğu yaptırımlarıyla emperyalizmin saldırgan yüzünü göstermektedir”[41]
IMF ve Dünya Bankası’nın kararları WTO sayesinde “hukuki”belgeler olarak yerleşiklik kazandı. Alınan tüm kararlar eş zamanlı olarak borçlu ülkelerin tamamında uygulanıyor ve borçlu ülkeler maliye ile para politikaları üzerinde denetimlerini yitiriyorlar.
IMF’nin uyguladığı bu politikalar sonucu ‘ulusal’ devletler zayıflarken, iç pazara dönük üretimin temeline dinamit yerleştirip “içe”dönük üretim yapan şirketleri bilinçli olarak iflasa sürüklüyor. İç tüketimde ortaya çıkan daralma emek maliyetlerinin azalmasını beraberinde getiren bir işlev içermektedir. İstenen de zaten budur.
IMF, yürüttüğü ekonomi politikaları ile sömürge ülkeleri tam bir borç batağına sürükledi. Kabarmış olan bu borç miktarı ve ödeme programları ile IMF, borçlu ülkelere ana parayı birkaç kat fazlasıyla ödetmiştir. Zamanla bütün sömürge ülkeler tüm olanaklarını yıllarca borç ödemeye seferber ettiler. Bunun toplumsal/siyasal/ekonomik sonuçları, bu ülkelerdeki halkların yoksulluklarının artması, toplumsal istikrarsızlık., yoksullardan zenginlere doğru yoğun bir sermaye aktarını olmuştur.
Bu durum, aynı zamanda uluslararası mali kuruluşların verdikleri kredilerin dolaşım ve geri dönmesini tehlikeye sokmaktadır. Bu nedenle de kapitalist ülkeler sömürge ülkelere yönelik daha dikkatli tavırlar geliştirmeye başladılar. Uluslararası sermayenin karşılaştığı güçlüklere “çözüm”olabilmesi için ABD eski Başkanı Bill Clinton tarafından bir program açıklandı. Programda uluslararası finans sisteminin korunması ve yeni bir mali krizin yaşanmaması için bir dizi öneriler sunuldu. öneriler uluslararası sermayenin karşılaştığı sorunların geçici bir çözümüne ve sermayenin pazar ve finansman konularında geçici bir rahatlamaya yol açacak tarzda formüle edilmiştir.
Bu değişiklikler IMF ve Dünya Bankası’nın yapısal uyumu hedefleyen kısa ve uzun vadeli politikalarında bir revizyona gitmesinin gerekli kıldı.
çUŞ yönetimleri gereğince içeriklendirilen IMF’nin “Yapısal Uyum Programları”(YUP) ile emperyalist kapitalist merkezlerdeki, emek piyasalarının esnekleştirilmesi, devlet işletmelerinin tasfiye edilmesi borsalarda denetimin kalkması, işlemlerin elektronikleştirilmesi gibi çarpıcı değişimleri zorlamaktadır.
Bu politikaların sömürge ülkelerdeki yansıması ise, özelleştirme, liberalizasyon ve korumacılığın kaldırılması tarzında “dışa açılma”stratejisinde somutluk kazanıyor. Bu politik yönelim nedeniyle, yeni sömürge ülkeler tüm olanaklarını ve kaynaklarını öncelikle borçların faizlerini ödemeye ayırmak zorunda kaldılar. Bu yönelimle, kısa vadede uluslararası mali sermayenin sıkışıklığının giderilmesi hedeflendi.
Ancak ortaya atılan tüm abartılı istatistik ve değerlendirmeler gerçeklerin üzerini örtmüyor. Neo-liberal politikaların bağımlı sömürge ülke yapılarında uygulanması ve “başarısı”dünyada bu politikaların ilk uygulanmaya başlandığı ülkelerde sonuçlarıyla gözler önündedir. Şili, G. Kore “mucizeleri”olarak dünya kamu oyuna yutturulmaya çalışılan deneyimler, gerçekte bu ülkeler açısından bir yıkım ve felaketi ifade etmektedir. IMF reçeteciliğinin sonucu dünyanın diğer ülkelerinde de aynı felaketlerle sonuçlanmıştır. Nitekim 1995’e kadar uyum politikaları için IMF’den kredi alan 137 ülkeden 81’inin emperyalizme bağımlılığı daha da artarken, geriye kalan ülkelerin durumunda da bir düzelme meydana gelmedi.
Kriz sermayenin mali açıdan daha fazla kar getirecek yeni pazarları yeterince bulunamamasından kaynaklanmaktadır. Bugün açısından kısa vadede yapılmak istenen de, mali sistemin bir anda ve küresel çöküşünün önlenmesi amacıyla sistemin sibobu olacak çözümleri yaratmaktır.
“Birkaç emperyalist devletin dayattığı küreselleşme projesini kabul eden ülkelerde, ulusal devletlerin egemenliği dışa doğru bu emperyalist devletlere, mali oligarşiye karşı zayıflıyor. Bu dışa doğru zayıflaması ise içerde, devletin siyasi denetim gücünün uygulamalarını vatandaşlık hakları giderek sertleşmesine yol açıyor. Mali sermaye için uygun ortamın yaratılması ulusal bağımsızlığı buradan hareketle de demokrasiyi zayıflatıyor, devletin baskıcı özelliklerini güçlendiriyor”[42]
Ancak Markcos’un dediği gibi; “Biz başka dünya insanlarının onurlarıyla, demokrasi, özgürlük ve adaleti inşa ettikleri insanca bir dünya istiyoruz. Ekonomik globalleşmeye ve iktidarın sivil savaşımı glabolleştirmesine karşı direnme zamanıdır. Paranın ülkesinin uluslararasılaşmasına, savaşımın onurla uluslararasılaşmasıyla karşı durmak önem taşımaktadır.”[43]
Mali sermayenin gereksinimi; tam dünya ekonomisinin, kaynaklarının, pazarlarının kullanılması için ‘açık olması”ve buna bağlı olarak da çok güvenli esnek ve hızlı bir dolaşım elde etmesidir.
Bu süreçte çUŞ’ler şekil değiştirerek çok daha esnek ve hareketli hale gelirken, ulusal pazarlara ve hükümetlere karşı da daha az bağımlı ve korunaklı (1989 yılı itibarıyla da kamulaştırma tehlikesinin kalkması çUŞ’ler için daha güvenli bir ortam yarattı.) bir hale geldi. Bu sayede istedikleri alanlara çok daha kolay giriyor ve istedikleri anda da çok hızlı bir şekilde çıkabiliyorlar.
üretim ve istihdamın esnekleşmesi için sendika ve işgücü pazarındaki endüstriyel normların denetim ve kısıtlamalarından kurtulmak maksadıyla, ekonomik ve sosyal hakları güvence altına alan düzenlemeleri kaldırılarak; işçi sınıfının örgütlü gücünün baltalanması için, kamusal alanı ve sorumluluğu sadece dış güvenlik ve asayiş gibi sorunlara indirgeyecekleridir.
En büyük avantajları hareketlilik olan çUŞ’ler uluslararası düzlemde bilgi ve haber akışının sağlanması, malların ve sermayenin bir bölgeden diğerine gitmesinin önündeki gümrük, kontrol vb. engellerin kalkması ve her ülkedeki sınırlı ve geçici varlıklar nedeniyle, yerel iktidarla olan ilişkilerinin gerektirdiği ekonomik, siyasi ve mali yükten mümkün olduğunca kurtulmaya çaba harcamaktadırlar. örneğin kendilerine garanti ve teşvik verilmesini zorluyorlar. MAI’de de görüldüğü gibi yasal kısıtlamalardan kurtulmak istiyorlar.
Yatırımcı çUŞ’lerin devletlerden istedikleri; işçi sınıfı ve emekçi halkın sıkı bir kontrol altına alınması, vergilerin kaldırılması, yeni alanların açılması için KİT’lerin özelleştirilmesi vb. uygulamalar nedeniyle, ilgili ülkenin ekonomik sosyal siyasal yapısı tahrip olmaktadır. Gerektiğinde ardında bozguna uğramış bir sosyal ve ekonomik yapı bırakarak başka bir ülkeye gidebiliyorlar.
Egemenler geride kalan bu enkazı toplayamaz ve bu nedenle devrimci kalkışmalar olduğu taktirde dünya emperyalist sisteminin ‘müdahalesi’ gündeme gelmektedir/gelecektir. Tıpkı Bosna ve Kosova’da olduğu gibi; ‘uluslararası cemaat’ onayı ile bir askeri müdahale gerçekleşme olasılığı yüksektir.
Sınai ve mali alanlarda istediği esnekliğe ve serbestiye kavuşmalarının tek yolu da, bunun, hem devletçe hem de bütün dünya halkları tarafından kabul edilmesidir. Yani bu yeni sınıfın (spekülatif sermaye) öncülüğünü, hatta ilericiliğini tanıyan uluslararası ölçekte politik, kültürel ve ideolojik bir ortamın varlığı gerekiyor. öyle ki; uluslararası finans sermayesinin taleplerini akla uygun mantıklı ve mümkün olan tek gerçeklik olduğuna insanlık ikna olmalıdır/edilmelidir.
Neo-liberal politikaların bir ürünü olarak esneklik ile özelleştirme, yukarda anlattığımız bütünün parçalarıdır. Esneklik kamu girişimciliği ile barışık değildir. çünkü kamu sektörü kamunun çıkarları doğrultusunda faaliyet gösterir, toplumsal dengeleri gözetir. (Bunun için özel sektör açısından kontrol dışı olarak değerlendirilir.)
Emperyalizmin kurmaya çalıştığı Yeni Düzen,; siyasal askeri hukuki, ekonomik olarak sermayenin evrilmesine paralel bir tarzda bir yeniden yapılanmadır. Mali (spekülatif) sermayenin yağma ve talan politikaları, varolan fiili duruma uydurulmaya çalışılıyor. Yaşananlar aynı zamanda özel mülkiyetin kutsanması, yabancılaşma ve her türlü insani deformasyonun yaratılması sürecidir. Tüm bu saldırıların amacı ise sermayenin mutlak üstünlüğünün empoze edilmesi ve egemenlik ilişkilerinin yeniden kurgulanmasıdır. Bu amaçla ‘Tek bir küresel ekonomi için ortak bir Anayasa’ oluşturmaya çalışan uluslararası tekellere IMF, WTO, NAFTA, Dünya Bankası’nın sağladığı haklar yeterli gelmemektedir. Daha ileri bir çözüm olarak ortaya atılan plan ise ‘çok Taraflı Yatırım Anlaşması’ (Multilateral Ağreement En Invenstments MAI)dir. MAI metin olarak biçim değiştirilerek sömürge ülkelere tekrar dayatılmaya hazırlanıyor. 30 Kasım- 3 Aralık 1999 tarihleri arasında ilk toplantısı gerçekleştirilen ve küreselleşme karşıtlarının yoğun tepkilerin hedef olan WTO zirvesi (Millenium Round) gündemine tekrar MAI (yeni ismiyle MFI –Multilateral Freme en Invanstment, Yatırımlar İçin çok Taraflı Bir çerçeve(*)) veya aynı içerikteki farklı anlaşmaları getiriyor. Bu içeriğiyle 21 yüzyılda sömürge ülke halkları üzerinde yeni bir tehdit zinciri oluşturuyor.
Dip Notlar
[34] Emperyalizmin Krizi, IMF-NATO, Ortadoğu, Syf: 11, özgürlük Broşür Dizisi: 1, Haziran 1999
[35] Emperyalizmin Krizi, IMF-NATO, Ortadoğu, Syf: 7, özgürlük Broşür Dizisi: 1, Haziran 1999
[36] Bir Adım Sayı:2, Syf: 63; E. Yıldızoğlu
[37] Z. Bauman, Küreselleşme, Ayrıntı Yayınları, 1999, Akt: Şükrü Elekdağ, Milliyet,
[38] Bir Adım, Sayı:2, Syf:63, E. Yıldızoğlu
[39] Emperyalizmin Krizi, IMF-NATO, Ortadoğu, Syf: 8, özgürlük Broşür Dizisi: 1
[40] Emperyalizmin Krizi, IMF-NATO, Ortadoğu, Syf: 11, özgürlük Broşür Dizisi: 1
[41] Emperyalizmin Krizi, IMF-NATO, Ortadoğu, Syf: 16, özgürlük Broşür Dizisi 1
[42] Biradım. E. Yıldızoğlu, Sayı:2 1999/6
[43] ülke ve özgürlük, Syf: 165, Gökkuşağı Yayınları.
(*) MAI isimli belge gündemden düşmüştür ancak, MAI’nin belirginleşmiş bir metin olarak karşımızda durmasından ve MFI isminin kesinleşmemesinden dolayı çalışmamız içinde emperyalizmin yeni saldırı aracı için MAI ismini kullanmaya devam edeceğiz.
DÜNYADA ÖZELLEŞTİRME
Sermaye hareketlerinin küreselleştiği, uluslararası sermayenin yatırım yapacak daha karlı alanlar aradığı günümüzde özelleştirme sadece üç beş fabrikanın satıldığı bir olgudan geniş bir anlam ifade ediyor.
özelleştirme; Yeni Düzen’in bir hamlesi olarak sermaye piyasalarının bütünleştirilmesi ve uluslararası sermayenin hiçbir sınır ve kural tanımaksızın ele geçirme ve ortaklık kurma serbestliğine sahip olma anlamını taşıyor. Temel kriter finans gücünün etkinliği ve elde edilecek karın büyüklüğü beklentisidir.
Kamu iktisadı kuruluşları ile kamu hizmetlerinin özel sermayeye peşkeş çekilmesinin tarihi çok eskilere dayanıyor. Fakat 1970’lerde ortaya çıkan “yapısal kiriz”nedeniyle kitlesel bir çöküşü önlemesi amacıyla ”alternatifler”ve uyarı sistemlerinin yaratılması için “özelleştirme”bir “model”olarak dünya halklarına yönelik en kapsamlı ekonomik ve ideolojik saldırılardan biri olarak uygulamaya konuldu.
Kamuya ait mal varlığının yada para ile ölçülebilen kaynakların özel mülkiyete aktarılmasına “öZELLEŞTİRME”denilmektedir.
özelleştirme, karşıtı kavramlarla da açıklanabilir. özel mülkiyetin kamu mülkiyetine dönüştürülmesine “Kamulaştırma”Yabancı mülkiyetin kamulaştırılmasına “Millileştirme”denir. Ve özelleştirmeye karşıt kavramlardır. özelleştirme ise bu iki kavramın aksine, kamu mülkiyetinin yerli yabancı özel mülkiyete aktarılması (satılması) anlamına gelir.
1900’lerin başındaki kriz ile başlayan ve 1960’lı ve 1970’li yılların ilk yarısında kararlı bir ekonomik büyümenin yakalanmasını, toplumsal ve siyasal bir kararlılığın oluşmasını sağlayan kamu girişimciliğinin etkinliği; ilk belirtileri petrol fiyatlarındaki artışın yarattığı dış fiyat etkileriyle kırılmaya başlandı ve kamu girişimciliğinin tartışma konusu edildiği bu yeni kriz ile karşı karşıya gelindi.
1970’lerin başında Avrupa’da gerileyen verimlilik ile karın düşmesi yapısal bir krizin oluşmasına neden oldu. Bu kriz, kamu girişimciliğine yönelik tartışmaları ortaya süren “serbest piyasa”cıların politikalarına uygun bir zemin yarattı. Kamu girişimciliğini özelleştirmeyi amaçlayan siyasal yöntemlerin oluşması da özelleştirme uygulamalarının hayata geçirilmesine yol açtı.
1980’lere gelindiğinde ise, sömürge ve bağımlı ülkelere sıçrayan kriz genelleşti. özelleştirme uluslararası sermayenin dünya çapında uygulamaya koyduğu bir politika halini aldı.
Neo-liberal politikalar ekseninde, emperyalist merkezlerdeki sermayenin krize uyum sağlayabilmesi için tümüyle serbestleşmesi ve dünyanın geri kalanının bunun sınırsız kullanımına açılması amaçlandı.
Bu politikaların en önemli ayağı olan özelleştirme ile, hızlı ve esnek bir hale getirilen sermayenin, önünde engel teşkil eden Kamu İktisadi Teşekkülleri ve kamu hizmetlerinin, sermayeye devredilmesi, dünya çapında uygulamaya konuldu. özel sermaye açısından “kontrol dışı”olarak görülen kamu girişimciliğinin engel teşkil etmesinin sebebi, bir kısım ürün ve hizmetlerin devlet tarafından piyasaya sunulması, hem birikim alanı hem de pazar olanakları açısından sermayenin gelişmesi önünde engel olmasıydı.
Kapitalist sistemin bugün yaşadığı krizi aşabilmesi ve “kendini yeniden üretmesinin yolu, genişleyerek yeniden üretimden geçmesidir. Egemenlik alanını sürekli genişletmesi ve bir bağımlılık sistemi oluşturması kapitalizmin doğası gereğidir.”[44] Kapitalizmin krizi 1970’lerin başından itibaren yoğunluk ve derinlik kazanarak günümüze değin ulaşmıştır. Aşırı üretim, aşırı stok, pazar daralması ve hammadde pazarlarındaki fazlalık nedeniyle ortaya çıkan kriz, aynı zamanda yoğun bir sermaye birikimi de oluşturmuştur.
“I. ve II. Emperyalist paylaşım savaşları döneminde ABD’de ortaya çıkan ve II: paylaşım savaşı sonrası emperyalist merkezlere doğru yoğunlaşan “Fordist Sermaye Birikimi Rejimi”1970’lerde ise bağımlı sömürge ülkeleri de etkisine alarak dünya kapitalist ekonomisinde, merkezi belirleyici sermaye birikim rejimi haline geldi. Fakat 1970’lerde ‘merkez’ ülkelerde, 1980’lere gelindiğinde ise tüm dünyada bir ‘sürekli krizler’ dönemini de beraberinde getirdi.”[45]
Krizlere “çözüm”arayışlarında ise doğası gereği özel mülkiyetçi bir karaktere sahip olan kapitalizmin “özel”ci bir “çözüm”ü olacaktır elbette.
1970’lerde “Sosyal Devlet/Refah Devleti”terk etme eğilimi nedeniyle uluslararası sermaye ikili bir politika değişikliğine yöneldi. Bir yandan sosyal devletin kapsamı daraltılırken diğer yandan kamu iktisadi kuruluşları özel sektöre transfer edilerek, uluslararası sermayenin ekonomik ve mali istekleri için olumlu sonuç alınmaya çalışılmaktadır.
İlk olarak İngiltere’de ortaya atılan özelleştirme ve “devletin küçültülmesi”politikaları, model olarak 1980 sonrası gerek “merkez”ve gerekse “çevre”ülkelere dayatıldı.
***
Uluslararası Para Fonu; IMF ve Dünya Bankası hem emperyalist hem de sömürge ülkelerin ekonomik ve mali durumlarıyla “yakından”ilgilidir. Aynı şekilde bu kuruluşlar özelleştirme uygulamalarında da büyük bir etkinliğe sahip bulunuyor. Bu kurumlar sadece özelleştirmelerin yapılmasına ısrar etmekle kalmıyor, ellerindeki yaptırım gücüyle uygulanmasını da sağlıyorlar.
IMF’nin uluslararası para piyasalarında kredi arayan ülkelere önerdiği “istikrar”politikalarının belirleyici öğesi, kamu harcamalarının azaltılması ve sermaye kaynaklarının özel kesim eliyle etkin bir şekilde kullanılmasının sağlanmasıdır. Kamu harcamalarının azaltılmasını önerirken örneğin askeri harcamaların değil, yatırımların azaltılması, hükümetin kamu girişimlerine verdiği parasal desteklerin, sübvansiyonların azaltılması isteniyor. Bu önerilerin temeli ise özelleştirme politikalarına dayanıyor.
Serbest piyasaya öncelik vermesi, özel kesim girişimciliğinden yararlanarak etkin kaynak kullanımı için önlemler alınması da özelleştirmenin başlıca gerekçesidir. özel olarak IMF’nin ekonomi politika “önerileri”bazen üstü kapalı, bazen de aleni olarak özelleştirmeye gidilmesini salık veriyor.
özellikle yeni sömürge ülkeler açısından IMF’nin özelleştirme “önerileri”bir zorunluluk olmaktadır. Bunun nedeni ise dış ödeme güçlüklerinden kaynaklanıyor. IMF’nin kendi kredileri çok kısıtlı olsa da, özel bankaların yeni sömürge bir ülkeye kredi açmaları, IMF önerilerinin onaylanmasıyla mümkün olabilmektedir. Yani bilinen deyimiyle, IMF’nin “yeşil ışık”yakması gerekiyor. Bu koşullar altında yeni sömürgelerin IMF önerilerini kabul etmekten başka çareleri de kalmıyor. özelleştirme, bu durumda kaçınılmaz oluyor.
Dünya Bankası’da IMF’den geri kalmayan “önerilerini “yeni sömürge ülkelere dayatıyor. Banka, yeni sömürgelere öncelikle “dış sermayeye dayalı büyüme politikası”nı benimsetiyor. Dış satıma dayalı büyüme için de yerli ve yabancı özel sermayenin özendirilmesi isteniyor. Bu çerçeveye göre yeni sömürge ülkelerin dış satım yapabilmesi için çUŞ’lerin “yatırımcı olmalarını”önermektedir. çUŞ’lerin teknoloji birikimlerini yeni sömürge ülkelere aktarmaları yatırım yapmaları ve “çağdaş işletme yönetimi”biçimlerini getirmeleri öngörülüyor. Ayrıca sömürge ülkelerin uluslararası pazarlarda pay almalarının tek koşulu olarak da çUŞ’lerle girilecek ortaklıkların gösterilmesi bu süreci destekliyor. Dünya Bankası’nın bu “önermeleri”de özelleştirme politikasının temelini oluşturuyor.
Dünya Bankası’nın yeni sömürgelere açtığı kredilerin niteliği de gene aynı şekilde özelleştirmeyi şart koşuyor. Bankanın “yeniden yapılanma”adı altında verdiği krediler, gerçekte özelleştirmelerin finansmanını ve “serbest piyasa”koşullarının tesisini amaçlamaktadır.
Yeniden yapılanma sürecinin vazgeçilmez politikası olan “devletin küçültülmesi”yani devletin adalet, güvenlik vb özel sektörün üstlenemeyeceği alt yapı yatırımları dışında kalan tüm alanlardan elini çekmesi, özelleştirmenin ana felsefesini oluşturmaktadır.
Sömürge ve bağımlı ülkeler bu iki kuruluşun karşısına çıktıklarında adeta ülkenin bütün kaynaklarını görücüye çıkarıyorlar. Bu durum belirttiğimiz gibi IMF ve Dünya Bankası’nın ekonomi politikalarının uygulanmasındaki “istikrar”ın, kredi ihtiyacının karşılanmasının tek koşulu oluşundan kaynaklanıyor.
Dip Notlar
[44] Emperyalizmin Krizi, IMF-NATO-Ortadoğu, Syf: 59, özgürlük Broşür Dizisi: 1
[45] Globalleşme ve Kriz, E. Yıldızoğlu, Syf: 88
MAI VE ÖZELLEŞTİRME(*)
MAI gündeme geldiği 1998 yılından sonra uluslararası muhalefetin merkezine oturarak, çok geniş bir kesimin tepkilerinin odaklandığı nokta olmuştu. Oluşan tepkiler ve emperyalist merkezlerin kendi aralarındaki anlaşmazlıkların da etkisiyle uluslararası sermayenin gündeminden MAI isimli bir anlaşma şimdilik kalkmış görülüyor. Burada “şimdilik”vurgusu güçlü yapılmalıdır. Zira, MAI’nin yerine geçecek bir anlaşmalar dizisi Millienyum Round’da gündeme getirildi bile. Ayrıca MAI’nin bazı maddelerinin “ikili anlaşmalar”ile yeni sömürgelere dayatıldığı yeterince gün ışığına çıkmış bir gerçek. Ve bu ikili anlaşmalar ile kabul ettirilmeye çalışan maddelerden birinin “Uluslararası Tahkim”olduğu da gene Dünya Bankası ve IMF’nin Uluslararası Tahkim’i yeni sömürge ülkelere nasıl dayattıkları, yasa meclisten geçerken Türkiye’nin yaşadığı tartışmalar hatırlanacak olursa daha net anlaşılacaktır. Hatırlanacağı gibi, Uluslararası Tahkim’in TBMM’deki görüşmeleri sırasında demokratik kitle örgütleri yoğun muhalefet göstermiş ancak tahkim yasası, 17 Ağustos depremini takip eden günlerde bir oldu-bittiye getirilerek TBMM’den geçirilmiştir.
MAI çerçevesinde özelleştirme konusunu incelediğimizde bir konuyu netleştirmek gerekmektedir. KİT’ler verimsiz çalıştığı zarar ettiği, teknolojinin yenilenmediği vb. gerekçelerle özelleştirilmek, satılmak isteniyor. Peki mademki KİT’ler bu kadar kötü durumdalar, tek amaçları kar etmek olan özel sermaye neden bu yıkıntıları(!) almak istiyor? Aslında nedeni açık, birazcık olsun KİT’leri revizyondan geçirseler, gayet karlı işletmeler haline gelirler de ondan.
Şimdi sormak gerekmez mi? Oldukça iyi kar ve verim elde edilebilecek olan bu işletmeleri satmanın ideolojik olmak dışında hangi gerekçesi bulunabilir.
Uluslararası sermayeye, rahat hareket etme imkanı tanıyan anlaşmalar, emperyalistlere kendi kurallarını da kendilerinin koymalarını sağlıyor. örneğin, bir sermaye grubunun, stratejik önemi olan bir sektörü, üstelik tahkim koşulları altında satın aldığını varsayalım. Tahkim ve MAI’den dolayı yatırımcıların tüm varlıklarını istedikleri gibi yurt dışına çıkarmalarının engellenemediği koşullarda, söz konusu firma kriz, sosyal çalkantıları vb. nedenlerden ötürü santraller ve dağıtım şebekelerinin kapısına kilit vurup gitmek isterse buna kim engel olabilecek? Diyelim ki firma enerji sektöründe ise bir anda enerjisiz kalan ülkenin zararlarını kim tazmin edecektir? Diyelim ki bu kadar vahim sonuçlarla karşılaşmadık, firma çalışırken kar oranlarını düşüreceğinden dağıtım şebekelerinin yenilenmesine ve kalitesinin yükseltilmesi için revizyon yapmayı reddederse bunun karşısına kim durabilecektir? Ayrıca bu konuda yerel mahkemelerin bir karar alacak durumu da yok. çünkü uluslararası sermayenin muhatabı tahkimi kabul eden ülkenin mahkemeleri değil Uluslararası Tahkim olacaktır.
Nitekim Uluslararası Tahkim, Türkiye’de kabul edildiği zaman Danıştay’ın Anayasa’ya dayanarak iptal ettiği pek çok özelleştirme kararı ya da incelemeye alınmasını istediği özelleştirme ihaleleri ile ilgili sorunlarda, tekeller açısından ortadan kalkmıştır. Bunun gibi kararlar alması nedeniyle uluslararası sermayenin tepkisini üzerine çekmiş olan Danıştay’ın yetkileri, tahkim yasasından bağımsız ve dünyada başka örneği görülmedik biçimde kısıtlanmıştır.
Yani Danıştay, yabancı sermaye ile ilgili konularda sadece bir “danışma kurulu”haline geldi ve artık kararları birer öneri olmaktan ileri gitmiyor. Daha da özü özelleştirmeye ilişkin iptal kararları verilemeyecektir.
Tahkime yönelik değiştirilen Anayasa maddelerine gelince devletleştirme ile ilgili 47. Madde değiştirilerek özelleştirme Anayasa’ya girmiş, 125. Maddeye “İdarenin taraf olduğu özel hukuk sözleşmelerinden doğacak uyumsuzluklarda tahkime gidilip gidilmeyeceği konusu kanunla düzenlenir”fıkrası eklenerek tahkimin yolu açılmış ve Danıştay devre dışı bırakılmıştır. Anayaya’nın 155. maddesinde belirtilen Danıştay’ın yetkilerinin kısıtlanması ise doğrudan doğruya 115.Maddeyi de etkilemiştir. Böylece bugüne kadar Bakanlar Kurulu’ndan geçen ancak Danıştay’ca Anayasa’ya aykırılık gerekçesiyle geri çevrilen pek çok yasa da tekrar gündeme getirilebiliyor.
Kısacası MAI’yle uluslararası sermayenin önü açılıyor ve bazı kurallara bağlanıyor. Yani zaten yeni sömürgelerde istedikleri gibi at koşturan uluslararası tekkeler daha iyi sömürebilmeleri için bir “hukuki”çerçeve oluşturulmuş oluyor.
Gene MAI metninde “Yatırım”ın yeniden tanımlanmasıyla her türlü sıcak para hareketi, satın almalar yoluyla mülk edinme gibi sermaye hareketleri de doğrudan sanayi yatırımları ile aynı kategoride değerlendirilmeye başlıyor. Yani özelleştirmeyle zaten var olan bir yatırımın el değiştirmesi de, yabancı veya yerli sermayenin yatırım yaptığı şeklinde tanımlanarak pek çok ayrıcalıktan bu sermayedarların yararlanması sağlanıyor.
***
4046 Sayılı ve 24 Kasım 1994 Tarihli “özelleştirme Yasası”gece yarısı halktan gizlenerek uygulanmaya konulduğunda dönemin Başbakanı Tansu çiller’in DYP-ANAP işbirliğini överek “son Sosyalist Devleti de yıktık”derken, aslında çok önemli bir noktanın altını çizmekteydiler. Bu nokta da özelleştirmenin amacının çok açık bir dille ortaya konuyor olmasıdır.
özelleştirmenin ekonomik amaçlarının yanında siyasal ve toplumsal amaçları da elbette ki vardır. Ekonomik amacı, “Serbest piyasa ekonomisi”koşullarının yaygınlaştırılması olduğu bilinmektedir. Siyasal amacı; özel mülkiyet anlayışının hakim kılınması, devrimci kalkışmaların ve istenmeyen sosyal eğilimlerin önlenmesidir. Bu açıdan toplumdaki kolektif mülkiyet bilincinin köreltilmesi hedeflenerek, kamusal alana yönelik ortak beklenti ve kaygıların ortadan kaldırılması hedeflenmektedir. özelleştirmenin düşünsel çerçevesi böylece oluşturulmaktadır.
Yani özel sermaye üretim araçları mülkiyetinin bir bölümünün dahi toplumsal olmasını istememektedir. çünkü üretim araçlarının bir bölümü dahi toplumsal olursa “istenmeyen”siyasal eğilimlere yol açabilir. İşte bu nedenledir ki; “toplumsal mülkiyet”olan KİT’lerin özelleştirilmesinin önündeki engellerden birini daha kaldırdığı için çiller, “son sosyalist devleti de yıktık”demektedir.
özelleştirmenin ekonomik ve siyasal sonuçlarına değindikten sonra toplumsal amacına da bakmamızda yarar olacak. Toplumsal amacı, “mülkiyetin tabana yayılması”ile “servet dağılımının daha dengeli duruma getirilmesi”olan(!) özelleştirmenin bu amacını biraz inceleyelim. Bakalım; gerçekten mülkiyet tabana yayılıyor mu, biraz olsun servet paylaşımı yoluna gidiliyor mu?
Bu konuda milletvekili ve DTP Eski Uzmanı Selçuk Maruflu’nun söylediklerini iyi anlamak gerekiyor. Maruflu özelleştirmede şu anda birinci aşamanın yaşadığını belirterek “Yani devletin elinde bulunan ve Cumhuriyetin ilk yıllarından bu yana fonksiyon ifa eden KİT ve benzer kuruluşlar, ya blok satış ya da halka açılma yöntemi ile devletin elinden çıkarılıyor.”Devamla bu sürecin ikinci aşaması ise “…asıl zor, ancak mutlak gerçekleştirilmesi gereken aşamasına sıra gelecektir. Bu aşamanın bazı izlerini Sermaye Piyasası Kurumu ve Menkul Kıymetler Borsası aracılığı ile yapılan halka açılmalarda görüyoruz. Ancak. ‘özel sektörün özelleştirilmesi’ diyebileceğim bu aşamada henüz emekleme çağında olduğumuzu söyleyebilirim. Zira; bu konuya, ne özel sektör hazırdır, ne de SPK ve IMKB yönetimleri konuyu anlamış değiller. ABD’de bu yaklaşım yıllardan beri başarı ile uygulanıyor. Ancak, gerçek halk kapitalizminin kurulması, sermayenin topluma yayılması ve halkın şirket ve holdinglere sahipliği (ownership) yerleşmesi için, belki de Türkiye’de 1-2 nesil geçmesi gerekecektir.”[46]
Gene özelleştirme İdaresi Başkanlığı’nın (öİB) Mart ayında yayınladığı “Tüpraş Halka Arz Ediliyor”broşüründe, temel amacın “devletin ekonomide işletmecilik alanından tümüyle çekilmesini”sağlamak olduğunu belirterek, borsa ve sermaye piyasalarının geliştirilmesinin de bir o kadar önemli olduğunu belirtiyor. Yani Maruflu’nun belirttiği ikinci aşamanın “bazı izlerini sermaye piyasası kurumu ve menkul kıymetler borsası aracılığı ile yapılan halka açılmalar da görüyoruz! derken aynı “fikri”hem paylaşıyor hem de “bu konuya ne özel sektör hazırdır, ne de SPK ve IMKB yönetimleri konuyu anlamış değildir”derken aslında sermaye ve SPK ve IMKB yönetimlerinin konuyu “anlamadıklarını”söyleyerek haksızlık(!) ediyor. çünkü, öİB ile özel sermaye arasındaki ilişki oldukça bariz bir şekilde ortadadır. Borsa ve sermaye piyasalarının geliştirilmesini isterken, aslında sermayenin istemlerini dile getirmektedir.
Marutlu’nun dediğinin aksine bu “ikinci aşamayı”sermayenin çok iyi anladığını öİB şöyle açıklıyor;
“Sermaye piyasasının gelişimi, tasarrufların daha büyük bir kısmının mali piyasalara yönlendirilmesi ve bu süratle oluşan fonların sermaye piyasasına akışına imkan verecek bir ekonomik yapının oluşturulması ile mümkündür”
Yani İngiltere modelinden esinlenerek inşa edilen bu “halk kapitalizmi”şunu ifade etmektedir: örneğin bir şirket veya holding hisse senetleri çıkararak halkın belli bir kesiminin tasarruflarını toplamaktadır. Bu hisse senetleri A, B, C, D diye guruplandırılarak basılıyor. Ve piyasaya sürülüyor. örneğin tek başına bin TL’lik bir hissenin bir değeri yoktur ama bir milyon kişi bu hisselerden alırsa bu şirketin sermayesine bir milyar TL’lik bir sermaye eklenmiş oluyor. Ayrıca bu bin TL’lik hisse sahibinin yönetimde hiçbir hakkı yok, hiçbir öneri sunamaz vs. zaten, sadece bin TL’lik bir hisse payı ile böyle geniş bir kesim Maruflu’nun deyimi ile şirket ve holdinglere “sahip”olabilir. Ancak aldatmacanın asıl özü tekellere 1 milyon kişi den 1 milyar liralık bir sermaye akışı yaratmak olmaktadır. Yani “tasarrufların daha büyük bir kısmının mali piyasalara yönlendirilmesi”dir. Sömürünün devam ettirilmesinin bir başka biçimidir. Ancak burada önemli olan, toplumsal mülkiyete karşı özel mülkiyet anlayışının geliştirilmesidir.
İşte Maruflu’nun belirttiği “halk kapitalizmi”öİB tarafından itiraf edilen sömürünün en sinsice biçimidir. “Sermayenin topluma yayılması asılında sermayenin tek elde yoğunlaşmasıdır. özelleştirmelerdeki “halka arz”ın mantığı da bu noktadadır. Ayrıca öİB, broşüründe “mali piyasalara ve dolayısıyla sermaye piyasalarına yönelmeye yerli ve yabancı tasarrufları bu piyasalara yönlendirmede”özelleştirme önemli bir araçtır deniliyor. Yani satışa çıkarılan KİT’in “halka arzı”ında yerli halktan ziyade uluslararası düzlemde halkın tasarruflarının tek elde yoğunlaşması amaçlanmaktadır. Bunu bazı özelleştirme ihalelerinde “uluslararası halka arz”yöntemiyle yapıyorlar. Ancak İngiltere’den örnek verirsek başlangıçta milyonlarca işçi ve emekçi bu hisse senetlerini almış, ancak uzun vadede elden çıkarmak zorunda kalmıştır. Böylece hisseler küçük bir azınlığın eline geçerek, asıl yapılmak istenen yapılmıştır.
Dip Notlar
(*) Ayrıntılı bilgi için Bakınız: MAI, Yeni Sömürgeciliğin Yeni Anayasası, özgürlük Broşür Dizisi: 2
[46] Dünya Gazetesi, 01.05.2000
EMPERYALİST ÜLKELERDE ÖZELLEŞTİRME
özelleştirme devletin küçültülmesi politikası ilk olarak İngiltere’de gündeme geldi. Refah/sosyal devlet’in kapsamı 1970’lerden itibaren daraltılırken, özelleştirme uygulamaları ile kamu kuruluşları hizmetleri özel sektöre transfer edilerek, aşırı verimlilik ve aşırı sermaye birikimi nedeniyle içine girilen krize çare bulunmaya çalışıldı. Diğer yandan Sovyetler Birliği’nin etkisi nedeniyle ortaya sürülen “sosyal devlet”anlayışına dahi tahammül edilemeyen, iktidarın sahibi sağcı, muhafazakar hükümetler özelleştirmeyi ideolojik bir yönelim olarak sahipleniyorlardı.
Sermayenin fanatik savunucusu Margret Thatcher hükümeti ile özelleştirmeler başladı. özelleştirme uygulamalarının başlaması ile şirketlerin işçi sayısını azaltmaya başlamaları İngiltere açısından tarihsel bir rastlantının sonucu olmamıştır. özelleştirmeler sonucunda işten çıkarmalar da şirketler eliyle yapılamaya başlanınca, hükümet ile işçi sendikalarının karşı karşıya gelmesi gibi bir sorunda ortadan kalktı. Yani özelleştirme uygulamaları ile birlikte hükümetler devreden çıkıyor ve bu ilişkiler olağan işçi-işveren sorununa dönüştürülüyordu.
Fransa’da 1986’da iktidara gelen muhafazakar Chirac Hükümeti, kendinden önce yürütülen “sosyalist”politikaları reddederek, gene aynı tarihte açıkladığı bir programla, özelleştirme uygulamalarını da gündeme getiriyordu.
İtalya’da ise 1970’lerin krizi nedeniyle, sanayi alanında finansal yetersizlik ve zorluklar yaşandı. Bu kriz hem özel hem de kamu kesiminde etkili olmuş ve 1980’e değin devam etmiştir. 1970’lerin ortalarından itibaren finansal krizi çözmeye yönelik olarak ortaya atılan temel araç ise özelleştirme uygulamaları olmuştur. Bu konuda 1981 yılı bir dönüm noktası olmuştur. Devletin yeniden kontrol sağlaması ve kamu açıklarının yeniden denetim altına alınması şeklinde bir politik yönelim olarak özelleştirme uygulamaları ciddi bir biçimde gündeme gelmiş ve uygulamaya konulmuştur.
1-İNGİLTERE’DE öZELLEŞTİRME
İngiltere’de özelleştirme politikaları, “serbest rekabet”in yerleşmesi, verimliliğin arttırılması gibi temel argümanlar kullanılarak ortaya atılmıştır. Bu açıdan özelleştirme ile ilgili temel hedefler Thatcher Hükümeti tarafından şu şekilde saptandı;
- “Rekabet, regülasyon (düzenleme) ve diğer yollarla verimliliği arttırmak,
- Kamu sektörü borçlanma gereksinimlerini aşağı düzeyde tutmak,
- Kamu kuruluşları kararlarında devlet müdahalesini azaltmak,
- Diğer öncelikli devlet harcamalarını finanse etmek için gerekli kaynakları yaratmak,
- Kamu sektöründe ücret belirlemesi ile ilgili sorunları hafifletmek,
- Kamu kuruşlarında çalışan işçilerin hisse senedi sahibi olmalarını teşvik etmek,
- Genel ekonomideki hisse senedi satışlarının alanını genişletmek ve sermaye piyasalarını daha da güçlendirmek”[47]
Thatcher’in birinci (1979-1983) ve ikinci (1983-1987) hükümetleri döneminde yoğun bir özelleştirme uygulaması yapıldı. İlk dönemde yılda 500 milyon sterlinlik kaynak elde edilirken, ikinci dönemde; bu kaynak bir öncekinin on katı yani, 5 milyar sterlini bulmuştur.[48]
özelleştirilen bu şirketlerin hepsinin de ortak noktası, karlı kuruluşlar olmasıdır. Bu durum eleştiri ve itirazla karşılansa da, mülkiyetin “tabana yayılması”demagojisi ile maniple edilmiştir.
Mülkiyetin tabana yayılması üzerine yürütülen propagandalar İngiltere’de kısmen özelleştirmenin ilk aşamasında gerçekleştirilmiştir. Bu nedenle de bazı burjuva kalemşörleri, İngiltere’deki bu “halk kapitalizmine methiyeler düzerek, tüm dünyaya pazarlamaya çalışmaktadırlar. Ancak gerçek hiç de böyle değil.
1981-1987 dönemini kapsayan özelleştirme uygulamalarından hisse sahiplerinin sayısında önemli azalmalar görülüyor. örneğin; Amersham İnterational’in özelleştirildiği ilk dönemlerde “(1982 Şubat) hisse sahipler sayısı 65.000 kişi iken, bu sayı haziran 1982’de 8600’e ve Haziran 1984’de de 8129’a düşmüştür. Biritish Aerospace’in özelleştirilmesinde ise, hisse sahipleri sayısı, Şubat 1981’de 158.000 iken, bu sayı 1981 yılı sonunda 27.000’e kadar düşmüştür.”[49]
Buradan çıkan sonuç şu ki; temel hedefler arasında gösterilmeye çalışılan, hisse senedi satışlarının genel ekonomi içindeki hacmini genişleterek “sermaye piyasasını daha da güçlendirmek”, yani, tekellere sermaye aktarımı anlamına gelen “mülkiyetin tabana yayılması”aldatmacasının tutmamasıdır. Rakamlardan da görüldüğü gibi İngiltere’de başlangıçta hisse senedi sahibi yapılmış milyonlarca işçi ve emekçi uzun vadede bu hisseleri elinden çıkarmak zorunda kalmıştır.
British Telecom, British Gas ve BAA (hava limanları) gibi kuruluşların özelleştirilmelerinde yapılan “regülasyon”politikasının yetersiz olduğu yönünde gelen eleştiriler, halen sonuca bağlanmamış ve tartışmalar devam etmektedir.
1992 yılına kadar, 46 büyük çapta ve bir dizi küçük çaplı işletme özelleştirilmiştir. Gene British Coal (Kömür İşletmeleri) 2000 yılının sonunda özelleştirildi. Gaz, su, elektrik, telekomünikasyon ve hava yolları tamamen özel sermayeye transfer edilirken, 1 milyon civarında işçide bu kuruluşlarla birlikte özel sektöre aktarıldı. “Devletin elindeki sanayi kuruluşları, 1979’da ulusal gelirin yüzde 9’unu oluştururken, bu oran 1990’da yüzde 3’e düşmüştür.”[50] “özelleştirmede yabancılara karşı oldukça temkinli davranan İngiliz hükümetleri, sermaye piyasalarındaki hisse satışlarını yüzde 15-20 ile sınırlamışlardır.”[51]
Gene özelleştirmeden elde edilen gelirlere bakıldığında İngiliz hazinesi 1980-1981 ve 1991-1992 döneminde 37 milyar sterlinlik bir gelir sağlamayı planlamış, ancak bu rakam 41 milyon sterline ulaşmıştır. İzleyen yıllarda da beklentiler ve gerçekleşmeler arasında benzer durumlar yaşanmıştır.
İngiliz uzman Brenda Martin, İngiltere’deki özelleştirme uygulamalarının sonuçlarını Türkiye’de verdiği bir konferansta söyle değerlendirmiştir;
“İngiltere’de kendisine özelleştirmeyi merkez alan bu politikaların, ekonomik büyüme ve refah getireceği iddia ediliyordu. Oysa 3-4 seneden beri İngiltere son 50 yılın en büyük durgunluğunu yaşamaktadır. Herkes için zenginlik yaratılacaktı. Ama İngitere’deki yoksulluk ve mahrumiyet düzeyleri nesillerdir, görülen en yüksek düzeye ulaşmıştır. Bugün Londra’da bir dilenciye yada sokakta mukavvaların arasında yatan bir kişiye rastlamadan on dakika bile yürüyemezsiniz. özelleştirme ayrıca İngiltere’nin bütçe açığını azaltacaktı. Oysa bugün İngiltere’de bütçe açığı bütün dönemlerin en yüksek düzeyine ulaşmış bulunmaktadır. İngiltere’de özelleştirme öyle bir kültür yaratacaktır ki, bireysel sorumluluk yerleşecekti, oysa bütün toplumda sorumluluk tümüyle çökmüş bulunmaktadır. Aynı zamanda topluluk olma duygusu da sarsılmıştır. Ve yeni bir kültür doğmuştur. Bu kültürde sadece birey önemlidir. Toplumun genel çıkarları bir anlam ifade etmemektedir”[52]
2- FRANSA’DA öZELLEŞTİRME
Chirac hükümetinin 1986 yazında açıklanan programında, özelleştirme de politik hedefler kapsamına alındı. Bu program çerçevesinde 65 kadar devlet kuruluşunun satılması gerektiği öne sürülmüştür. “Bu kuruluşların tahmini değerleri ise 30-50 milyar sterlin dolayındaydı.”[53] Cumhurbaşkanı Farcais Mitterand tarafından veto edilen özelleştirme kararnamesi, 31 Temmuz 1986’de Ulusal Meclis tarafından kanun olarak çıkartılmıştır.
Fransa’da başlayan özelleştirme kampanyası, yoğun bir şekilde uygulandı. özelleştirme uygulamalarında 1986-1988 arasında iki metot ile satışlar yapılmıştır. Bunların ilki; “halka satış”(tender prica) ikincisi “özel firmalara direkt piyasa dışı satıştır”(non market salles) bu iki özelleştirme yönteminde dikkate alınması gereken nokta, hisse senetlerinin fiyatlarının belirleniş şeklidir. “özelleştirme komisyonu”tarafından belirlenen minimum fiyatın, Maliye Bakanlığı tarafından resmileştirilmesiyle KİT’ler satışa çıkarılıyordu.
Ayrıca, Fransa’da hisse senetleri indirimi yoluyla, özelleştirme uygulamaları kısa bir sürede yapıldı. “Her özelleştirilen firma örneğinde, hisse senedi arzı borsadaki talebi aşmıştır. Neticede her aday için kısıtlama konulmuştur örneğin cam sanayii özelleştirilmesinde hisse senedi talebi 61.6 milyon frank’a yükselmişti. Oysa hisse senedi arzı 8-10 milyon frank seviyesinde kalmıştır.”[54]
özelleştirme kapsamına giren kuruluşlar arasında, banka, sanayi kuruluşları ve finansal tröstler de vardı. 24 Kasım 1986 – 27 Ocak 1988 tarihleri arasında 14 büyük sanayi kuruluşu, banka ve finansal tröst, özelleştirilmiştir.
Fransa’da sermaye özelleştirilen kuruluşlar içinden özellikle karlılık oranı yüksek kamu kurulularına ağırlık verdi. Kamu bankaları, elektrik sektörü, telekomünikasyon gibi alanlar Fransa’da da sermayenin iştahını kabartan alanlar olmuştur.
Ayrıca Fransa’da da “mülkiyetin ve sermayenin tabana yayılması”demagojisi başta etkin bir şekilde kullanılmış ancak zamanca etkisini kaybetmiştir.
3-İTALYA’DA öZELLEŞTİRME
1980’lerin başında itibaren, tüm çoğunluk hisselerinin satışı yada azınlık hisselerinin piyasa satışı şeklinde yapılan özelleştirme devletin yeniden kontrol sağlaması ve kamu açıklarının yeniden denetim altına alınması olarak, bir politik yönelimle gündeme geldi.
Geniş çaplı devletleştirmelere giden İtalyan hükümeti, 1962 yılında elektrik sanayiini kamulaştırmasıyla burjuvazinin de tepkisini üzerine çekti. Ayrıca bu durum ekonomik sistemi de önemi derecede etkilemiş ve İtalya’yı yeni bir dönemece sürüklemiştir. 1966-1970 arasında kamu kuruluşları burjuva programlarının hedefine ulaşması için bir araç olarak kullanıldı ve 1970’li yılların ortasında ise özelleştirme uygulamalarına başlandı.
1970’lerin başından itibaren büyük kuruluşların üretimde izledikleri yaygınlaşma (Decentralisation) politikası uç sınırına ulaşmıştı. Dünya genelinde yaşanan ve petrol krizi olarak adlandırılan kriz (1974) İtalyan sanayisinde, hem özel hem de kamu sektöründe finansal yetersizlik ve zorluklara neden oldu. 1970’lerin ikinci yarısında, İtalyan firmalarının borçlanmaya dayalı politikaları nedeniyle 1975’te bazı önemli ve geleneksel kamu kuruluşları “likidite”krizine girdiler. Bu durum yeni yapılanma açısından, bir dönüm noktası oldu.
İtalya’da 1970’lerin ortalarından itibaren “finansal dengesizlikler”gösteren kamu kuruluşlarının özelleştirilmesine başlandı. Ancak, 1981 yılı itibarıyla özelleştirme, kamu kuruluşları stratejisinin bir aracı haline gelmiştir.
Uygulamaya konulan bir esnek strateji, kendisini çeşitli formlarda göstermiştir. Bunun yansıması, firmaların toplam satışı veya devlet kontrolünü azaltan kısmi özelleştirmeler olmuştur. Kamu kuruluşlarının 1983-1984 yıllarından sonra, gelişmesi yavaşlamış ve yeniden organize edilmiştir. özelleştirmede izlenen yöntem, azınlık hisselerinin satışı, işletme hakkının satın alınması ve büyük ölçüde hisse senedinin borsada satışı şeklinde olmuştur.
IRI’nin özelleştirilmesi
IRI: I. Paylaşım Savaşı’ndan sonra batık bankaları kurtarma operasyonu çerçevesinde, finansal sorunlar nedeniyle iflasın eşiğin gelen bankaları, tekrar özel sektöre transfer edinceye kadar geçici olarak elde tutan bir devlet holdingidir. Ancak özel sektörün yetersizliği, 1937’den itibaren IRI’nin daimi bir devlet kuruluşu olarak görev yapmasına yol açmıştır.
“Dünya çelik, dökme demir, spesifik demir üretiminde önemli bir payı olan IRI, dünya çelik üretiminin yüzde 11’ini dökme demirin yüzde 14’ünün ve spesifik çeliğin yüzde 18’inin üretmektedir.
çimento sanayiinde ise toplam Avrupa Topluluğu üretiminin yüzde 3’ünü ve dünya enerji üretiminin yüzde 3’ünü karşılamaktadır.
Ayrıca dolaysız olarak kontrol ettiği firma sayısı 500’dür. 500.000 dolayında da işçi istihdam ediyor. Bu toplam istihdamın yüzde 4’üne eş bir orandır.
IRI’nın satış hasılatı 1987’de 37 milyar dolara ulaşmıştır. “Bu holding, bankalar ve telekomünikasyon içeren hizmetlerin yüzde 45 ve alt yapı hizmetlerinin yüzde 10’unu üretiyor. Ayrıca İtalya’nın toplam ihracatının yüzde 9’unu karşılıyor.”[55]
özelleştirmesi düşünülen kuruluşlar 1980’li yılların başlarında iki ana gruba ayrılmıştır. Bunlardan birincisi, IRI portföyünün temel amaçları ile uyumlu olmayan işletmelerdir (karlı veya karsız). İkincisi ise, IRI kaynaklarının sürekli israf eden ve kar sağlamayan işletmeler ile piyasada satışı çekici alabilecek karlı işletmelerin kontrolü IRI’de kalacak oranda hisse satışıdır.
İtalya’da IRI için izlenen özelleştirme yöntemleri, ya satış yolu ile ya kuruluşun tamamının transferi yada hisse senetlerinin bir kısmının satışı ile kısmi satış yöntemleri olmuştur. “Büyük bir devlet holdingi olan IRI, 1983-1985 yılları arasında yaklaşık 1 milyar sterlin değerinde kamu varlığını özel sektöre devretmiştir.”[56]
***
1970’lerin ortalarından 1981’lere değin gelişen özelleştirme uygulamalarını 1981-1986 yıllırı arasında 22 sanayi işletmesi satışı tamamlamıştır. İşletmelerin çoğu az yada çok zarar eden şirketlerdir. “1985-1986 yılları arasında 5 firma daha borsada listeye alınmıştı. Bunlar telekomünikasyon (SIRTI), Aeraspace (Aeritalia), finansal hizmetler (Credita Fondiario), karayolları inşaat ve yönetim (Auta-Strade) ve elektro mekanik (Ansaldo Trasporti) alanındaydı
Bu kuruluşlara ait hisse senetlerinin satışı 1985’te 2.1 milyar lirete (1986’nın ilk yarısında 800 milyon dolara) ulaşmıştı. Satışların büyük bir bölümü İtalyan borsasında yapıldı”[57]
İtalya’da yapılan özeleştirmelere bakıldığında, devletin satılan kurumlar üzerindeki kontrolünün ortadan kalkmadığı görülecektir. Bu nedenle yapılan uygulama, kısmi özelleştirme olarak da anılmaktadır. örneğin telefon hizmetlerinin özelleştirilmesinde hisselerin yüzde 30’u, SIRDI’nın özelleştirilmesinde hisselerin sadece yüzde 40’ı satışa sunulmuştur. Tüm bu uygulamalar gösteriyor ki, İngiltere’dekinden farklı olarak, İtalya’da devlet büyük oranda denetimi elinde tutmayı yeğlemiştir.
***
özelleştirme yöntemleri açısından göze çarpan bazı farklar dört kamu kuruluşunun özelleştirilmesinde açığa çıkmaktadır. Bu kuruluşların satışında açığa çıkan farlılıklar da oldukça ilginç görünüyor. Rivoina, Nui, çogea ve Mediobanca kuruluşlarının satış metotları, ‘toptan satış”ve”kısmi satış”tır. özelleştirme mekanizması olarak da “özel satış”, “halka satış”ve “piyasa ihalesi”yoluna gidilmiştir. Şimdi bu dört kuruluşu sırasıyla inceleyelim.
RİVOİRA: EGAM’a bağlı olarak çalışan bir holding firmasıdır. İflas ettikten sonra hükümet, IRI’den bu şirketi devir almasını istemiştir. Başlıca faaliyetleri madencilik, oksijen üretimi nadir gaz ve mühendislik aktiviteleridir. IRI tarafından devir alınınca mühendislik ünitesi terk edilmiştir. Diğer ünitelerinin karlılık oranı ise oldukça yüksek olan bir kuruluştur.
IRI, Rivoira’yı “özel satış”yoluyla Enkhem ve Union Carbide iştirak şirketlerine satmıştır. Karlılık oranı yüksek olan ve potansiyel olarak da alıcısı çok olan Riovira, satılan kuruluşlar içinde bir istisnadır ve bu kuruluşun satış bedelinin ödenmesi ve değerinin tespit edilmesinde bazı özel sonuçlar çıkmıştır.
NUİ: Genova’da üretim yapan bir firmadır. EGAM şirketinin 1970’li yıllardaki tasfiyesi sırasında IRI’ye verilmiştir. IRI fazla rekabeti olmayan ve teknolojik olarak geri olan firmayı özelleştirmek için bazı satış müzakerelerinde bulunmuştur. Ancak NUI işçileri bu girişime sert tepki gösterdi. Bu tepki değişik çevrelerden de destek gördü bunun üzerine IRI aldığı bir kararla, hisse senetlerinin büyük çoğunluğunu NUI çalışanlarına satmak için düzenlemelere giriştiler. Sonuç olarak hisse senedi alan işçiler bu kuruluşta işçi olarak kalmayı “başardılar”
COGEA: İtalya’da 1600 kişi istihdam eden bir kuruluş olan Cogea, çelik üretimi yapan yeni bir firmadır. “Yeniden yapılanma”sürecinin sonucu olarak kapasitesinin bir kısmı kapatılmıştır. Ve kalan kısım hala hizmettedir.
MEDİOBANCA: Yatırım bankacılığı alanında uzman bir kuruluş olan Midiobanca’nın hisselerinin dağılımına göz atacak olursak;
- IRI tarafından kontrol edilen Crolite İtalian, Banca Commerciale İtaliana ve Banca Di Roma hisselerinin yüzde 56.6’sını
- Büyük özel yatırımcı şirketler (20 özel yatırımcı şirketten oluşan bir sendika), hisselerinin yüzde 6’sını,
- Genel halk, hisselerinin yüzde 38’inin oluşturmaktaydı.”[58]
IRI ile siyasal otoriteler arasındaki sorunları bir ölçüde yansıtan Mediobanca’ının özelleştirmesi, kuruluşun önemi nedeniyle hükümet özelleştirme uygulamasına müdahale etmiştir. Hatta bu kuruluşun transfer edilmesine ilişkin daha önce İtalyan parlamentosuna planlar sunulmuştur. Basındaki tartışmalar ve özelleştirme uygulamasından kaynaklı sorunlar nedeniyle defalarca satış tarihi ertelenmiştir.
“Sonuçta, hükümetin teklifi kabul edildi ve Mediobanca’daki özel hissedar oranı yüzde 45’den yüzde 75’e yükseltildi. Mieobanca’nın yeni yönetiminde yüzde 50’lik kısmı üç bankadan, yüzde 50’si de sendika ve diğer özel yatırımcılardan oluşuyor.”[59]
***
İtalya’da en geniş özelleştirme uygulaması IRI ile gerçekleştirilmiştir. IRI tecrübesinden üç sonuç çıkarılabilir
-IRI’nin tarihçesi ve İtalya’da kamu kuruluşlarından beklenen rol göz önünde tutulduğunda, özelleştirme kamu sektöründe gözlenen finansal aşırılıklara çözüm(!) bulmak için düşünülmüştür. Yoksa sadece kamu sektörünün rolünün ve alanını azaltmak için uygulanmamıştır.
-İtalya’da özelleştirme IRI, hükümet, işçiler ve yöneticiler tarafından empoze edilen bir takım kısıtlamalara rağmen devam etmiştir.
-“özelleştirme çeşitli gurupları farklı şekilde etkilediği için ve zarar görenler kazançlı olan guruplardan daha organize olduklarından özelleştirmedeki gelişmeler oldukça yaratıcı ve esnek çözümlerin bulunmasını dayanmıştır.”[60]
özelleştirme programının amaçları sınırlı da olsa sermaye sahipliği büyük oranda kamu sektöründen özel sektöre transfer edilmiş görünmektedir.
Genelde, özelleştirmeden önce kamu kuruluşları organize edilerek yeniden yapılandırılmıştır. özelleştirme öncesi dönemde bu nedenle yönetim ve organize yönden önemli değişikliklere gidilmiştir. örneğin IRI, “yönetim değişmezliği”garantisi ile birlikte özelleştirilmiştir. Böylesi avantajlar, özelleştirme öncesi dönemde yani kuruluşların satışa hazırlanmaları aşamasında, yönetimce elde edilmiştir. Hazırlık döneminde yöneticiler değişitirildiğinde ise bu yöneticiler ana firmaya tekrar atanmıştır. Bu davranış nedeniyle yöneticilerin, özelleştirmelere nispeten daha az tepki göstermelerinin sağlandığı söylenebilir.
Dip Notlar
[47] Dünyada özelleştirme ve Türkiye, Syf: 9
[48] Dünyada özelleştirme ve Türkiye, Syf: 10 (Tablo:2.1)
[49] Dünyada özelleştirme ve Türkiye, Syf: 12
[50] Dünyada özelleştirme ve Türkiye, Syf: 21
[51] Mülkiyeliler Birliği Dergisi. Şubat 1994 Ek, Syf: 151, Prf. Dr. Gülten Kaağan,
[52] Mülkiyeliler Birliği Dergisi. Şubat 1994 Ek, Syf: 152, Prf. Dr. Gülten Kaağan,
[53] Karataç-öniş, Syf: 23
[54] Karataç-öniş, S.25
[55] Karataç-öniş, Syf: 33
[56] Karataç-öniş, Syf: 36
[57] Karataç-öniş, Syf: 34
[58] Karataç-öniş, Syf: 40
[59] Karataç-öniş, Syf: 41
[60] Karataç-öniş, Syf: 41
YENİ SÖMÜRGELERDE ÖZELLEŞTİRME POLİTİKALARI
1970’lerin başında emperyalist ülkelerde (Avrupa) verimliliğin gerilemesi ve karların düşmesi temelinde yapısal bir krizin boy gösterdiğini belirtmiştik. Devamla; buna çözüm olarak sermayenin emek maliyetinin daha düşük olduğu alanlara kayması vb. çeşitli nedenlerle yeni sömürgelere sermaye ihracına ve dış yatırımlara artan oranlarda yöneldiler. Bu süreçte banka sermayesi yeni sömürgelere borç piyasaları aracılığıyla hızlı bir giriş yaptı. 1970’lerin başındaki sabit döviz sisteminin kalkması ve ‘petrol krizi’nin etkisi ile Avrupa bankalarında muazzam bir sermaye birikimi yaşandı. Bu iki olgu, hem uluslararası döviz piyasasının kurulmasını hem de sömürge ülkelere kredi verme sürecini hızlandırdı. 1980’lere gelindiğinde yeni sömürgeler borç batağı içine sürüklenmişlerdi. Aynı zamanda çUŞ’ların da etkisi ile yeni sömürgelerde sanayileşmenin hızlanması ve yeni üretici kapasitelerinin oluşması, yaşanan aşırı üretim sorununu daha derinleştirdi/genelleştirdi. Bu tarihten sonra da, dünya genelinde resesyon (durgunluk) yaşamaya başladı.
Uluslararası piyasalarda mal satan ve ihracata dayalı ekonomileri dar boğaza iten durgunluğun, sömürgelere yansımasını özelleştirme boyutu ile ele aldığımızdan bu bölümde yeni sömürgelerde uygulamaya konulan özelleştirmelerden bazı örneklemeler yapmaya çalışacağız. Ancak, öncelikle bazı temel noktalara değinmekte yarar var.
Yapısal kriz nedeniyle yeniden yapılanmaya yönelen emperyalist kapitalist sistem yeni sömürgelerde neo-liberal politikaları uygulamaya koydu. Bu politikalardan biri devletin ekonomik alandan çekilmesi, yani “adalet”ve “güvenlik”boyutuna indirgenen bir görevle devletin küçültülmesidir. İşte bu politikanın yansıması kamu kurum ve kuruluşlarının özel sermayeye (yerli/yabanca) transferidir. Bunun nedeni de belirttiğimiz gibi yapısal kriz nedeniyle sermayenin uluslararası pazarlarda önündeki tüm engellerin kaldırılmasıdır. Bu politika aynı zamanda “küreselleşme”denen sürece de dayatarak günümüze değin gelmiştir.
Diğer bir nokta ise politik erkin yeniden yapılandırılmasıdır. Bunun en bariz örneği “başkanlık sistemidir”Faşizmin kurumsallaştığı ve yukarıdan aşağıya daha katı bir örgütlenme tarzına büründüğü bu sisteme bazı Latin Amerika ülkelerinde geçildi.
Diğer yandan küreselleşme ile ortaya çıkan mali alt yapı (döviz işlemleri, tahviller, krediler, paranın satılması vb sıcak para hareketleri) spekülatif sermaye hareketlerinin sistem içindeki ağırlığını arttırmıştır. Ve bu durum sıcak para hareketlerinin de “yatırım”olarak tanımlanmasını doğuran bir süreci meydana getirmiştir. Uluslararası sermayenin elinde atıl olarak bekleyen paranın üç yüz trilyon dolar olduğu tahmin edilirken, bu parayı eritebilmek önemli bir sorun haline gelmiştir. özelleştirmelere gidişin en önemli nedeni de budur. çünkü zaten aşırı üretim mevcuttur. Elde bekleyen bu paralarla yeni sanayi yatırımları yapmak pekala mümkündür. Ancak, yaşanan aşırı üretim (yada eksik tüketim) koşullarında bu da yapılamamaktadır. Bu nedenle sermaye yeni (üretken) yatırımlara yöneleceğine, zaten var olan yatırımları devralarak elindeki sermayeyi aktif hale getirmenin yollarını aramaktadır. Dolayısıyla, üretim fazlası ve dengesizliği olan dünyaya yeni bir fabrika kurulmamış sadece kamunun elinde olanlar özele geçmiştir. Yatırımın(!) bu şekli, uluslararası sermaye açısından, sermayesini aktif hale getirdiği için bir değere sahip olurken, sermayenin ihraç edildiği ülkeler açısından yatırım adına her hangi bir şey söz konusu değildir Bu açıdan “yabancı sermaye gelsin, ülkemizde yatırım yapsın ve biz de müreffeh bir ülke olmaya değin adım atalım”demagojileri tamamen yalandır, safsatadır.
Değindiğimiz bu noktalar, emperyalistlerin dünya pazarlarına yönelik bir “yeniden yapılanma”sürecinin temel beliryenidir.
A-GüNEYDOĞU ASYA’DA öZELLEŞTİRME
1-MALEZYA:
Malezya’da özelleştirme politikası kapsamlı bir yapısal değişimi içeriyor. Filipinler, Bangladeş, Türkiye ve Doğu Avrupa ülkeleri gibi Malezya programı “Grand scleme”formunda bir özelleştirme organizasyonu içeriyor. “özelleştirme prensiplerinde”özel sermayeye açık sinyaller vererek özelleştirmenin ciddiyetini sergilemek isteyen (1981’de başbakan seçilen) Dr. Datule Seri Manatır Mahamed hükümeti “finansal liberalizasyon”ve özelleştirme girişimlerine seçildiği yıl başlasa da Malezya’da özelleştirme fiili olarak 1983’de yaşama geçirilebilmiştir. Bu işler için Nalazia Incorporoted”teşkilatı kurulmuştur.
“Malezya özelleştirme programının başlıca hedefleri söyle özetlenebilir;
a-Kamu kuruluşlarının hükümete yüklediği finansal ve idari sorunları hafifletmek,
b-Ekonomide rekabeti teşvik etmek, etkinliği ile kamu kuruluşlarının verimliliğini artırmak,
c-Ekonomideki kalkınma hızını artırmak için özel girişimciliği ve yatırımları teşvik etmek,
d-Kamu sektörünün alanını ve ölçeğini daraltmak, tekelci ve bürokratik eğilimleri kısıtlamak,
e-Bumi Putera girişimciliğinin rolünü göz önünde tutarak, NEP programının hedeflerinin gerçekleşmesine yardımcı olmaktır”[61]
Uygulamaya konan özelleştirme programına bakıldığında çok ilginç yönleri ve özellikleri vardır. Bu ilginç özelliklerin bir kısmı “Yeni Ekonomik Politika”(NEP)’nın hedeflerinden bir kısmı da Malezya’nın etnik yapısından kaynaklanmaktadır. özelleştirilecek kamu kuruluşlarının mülkiyet yapısına özel bir itina gösterilmiştir. Şöyle belirtelim; Bumi Petura (yeni malay)’nın asgari yüzde 30 hisseye sahip olması, Hint kökenli ve diğer Malezyalıların yüzde 40 ve yabancı hissedarların ise yüzde 30 hisseye sahip olmaları öngörülmüştür.
Malezya’da yerli-yabancı firmalar özelleştirme uygulamalarına katılırken, önerilen özelleştirme ilkeleri sadece kamu kuruluşlarının satılması ile sınırlı değildir. Aynı zamanda yeni altyapı alanları, köprüler, karayolları, su dağıtım şebekeleri, hava alanları ve liman terminalleri gibi alt yapı alanlarının tesisi için de özel sektörden gelen teklifleri düzenlemektedir.
1983-1990 aralığında 37 büyük kamu kuruluşunun satış işlemi tamamlanırken, devlet holdingi şirketlerine de 10 firma transfer edilmiştir. 1990’a değin devlete ait varlıklardan 6.3 milyar dolara yaklaşan bir gelir elde edilmiştir. Bu gelirin bir bölümü kiralama geliri şeklindedir.
1986’da başlatılan özelleştirme programına karşın, özelleştirilen kuruluş sayısı oldukça azdır. İzlenen özelleştirme metodu da çok farklı olmuştur. Mevcut 37 özelleştirme projesinden en az 9’u mülkiyet devri yoluyla 2’si kiralama yoluyla, 4’ü işletme sözleşmesi ve 1’ide şirketleşme (Corporotizion) şeklinde olmuştur.
Bununla birlikte Malezya’da özelleştirme uygulamaları çeşitli politik bürokratik engel ve sendikal direnişlerle karşılaşmıştır. Kamu çalışanlarının direnişi bir çok özelleştirmenin yavaşlatılmasına neden olurken, uzun süre sübvansiyonlu malların arzına alışmış olan tüketicilerden tepkiler gelmiştir. öte yandan özelleştirme aşamasında yasal bazı kısıtlamalarla karşı karşıya kalınmıştır.
2-SİNGAPUR
Singapur’daki kamu kuruluşları, doğal tekeller, işletmeler üç bakanlığa bağlı üç holding şirketinin yetki alanlarında kurulan kuruluşlardır. Bu bakanlıklar Ulusal Kalkınma Bakanlığı (MUD Holding Ltd), Milli Savunma Bakanlığı (Sheng-Li Holding Co.Ltd) ve Maliye Bakanlığı (Tamasek Holding Co. Ltd)’dır. Ayrıca deniz aşırı yatırımlardan sorumlu bir kuruluş daha vardır. Bu da devlete ait Sinkapur İnvestment Co. adını taşıyor. Bu arada Tamasek Holding bünyesindeki diğer iki şirket İntron Co. (Uluslararası Ticaret Şti.) ve Singapor Kalkınma Bankası (DBS) ve bunlara bağlı şirketler vardır. Ve devlete de dolaylı olarak iştirak etmektedir. Bu holdinglerin yönettiği şirketler tamamen yada kısmen devletindir.
Devletin ekonomik felsefesini 1965’te zamanın Başbakanı Lu Kuon Yeva şöyle açıklıyor;
“Karşılaştığımız sorun ekonomik hayatımızı nasıl kazanabilirdik, nasıl ayakta kalabiliriz. Bu iktisadi kalkınma teorisi ile ilgili bir problem değildi. Gelişmenin, sosyalizm veya serbest piyasa ile gerçekleştirilmesi ikinci derecede önemli bir sorundu!”[62] Buradan da görüldüğü gibi ekonomideki stratejik hedeflerin gerçekleştirilmesi açısından her türden ekonomik ve ekonomi dışı araçların kullanımı mubahtır.
1986’da özel sektörün ekonomik kalkınmasının motoru olmasını dile getiren Sanayi ve Ticaret Bakanı parlementoya özelleştirme için bir plan teklifinde bulunmuştur. Nisan 1985’de durgunluğun olumsuz etkilerine karşı ekonomiye yeni bir yön vermek için bir ekonomik komite kurulmuş ve özelleştirme hareketi desteklenmiştir.
İlk olarak 1970’lerin başında kamu kuruluşları özel sektöre devredilmişti. Ancak dönemin ağır ekonomik krizi özelleştirmeler üzerinde olumsuz etki yapmıştır. özellikle gemi yapımı ve onarımı, petro-kimya endüstrisi kuruluşları güç bela satılmıştır.
özelleştirme uygulaması durgunluktan önce başlamış ve krize bir çare olarak düşünülmüştür. Bu yanıyla Singapur’daki özelleştirme nedenleri genel nedenlerden farklı bir hat izlemiştir. Singapur’daki özelleştirme yeni bir ekonomik düzenin kurulması için uzun erimli bir politika olarak sunulmuştur.
Singapur’daki özelleştirme programının hedefleri diğer yeni sömürge ülkelerin hedeflerinden biraz “farklı”dır. Yeni sömürgelerin çoğunda özelleştirme, verimsiz çalışan(!) ve karlılık oranı düşük(!) kamu kuruluşlarını elden çıkarmayı amaçlamış ve finansal kaynak yaratmak gibi düşüncelerle yapılmıştır. öte yandan ideolojik bazı görüşlerle devletin ekonomik sınırlarının daraltılması önem kazanmaya başlamıştır. Ancak Singapur’da bu tür görüşlerin pek gerekli olmadığını gözlüyoruz. “Hükümet açıkça ifade etmiştir ki özelleştirmeden sağlanacak kaynağa ihtiyaç yoktur. İlginç olan şu ki özelleştirme devlet güdümlü ekonomik gelişme stratejisinin sınırlarına ulaşıldığından dolayı doğmuştur”.[63] Bu arada belirtmek gerekir ki, milli savunmaya ait devlet kuruluşları özelleştirme programının dışında bırakılmıştır.
Plana göre kamu kuruluşlarının özelleştirmesi sürekli olacaktır. Kapsamına ise daha çok devletin teşvik edici katılımını yerine getirenler yada tamamen olgunlaşmış kamu kuruluşları dahil edilmiştir. özelleştirmeden gelen kaynaklar ile yeni faaliyet alanları ve devletin varlığının etkin olması ‘gerektiği’ düşünülen sınırlı kuruluşlara tahsis edilmesi öngörülmüştür. (örneğin; Bio-teknoloji ve diğer ileri teknoloji alanları gibi)
Singapur’da uluslararası sermaye ile kamu kuruluşları arasında bir işbirliği bulunmaktadır. Bu işbirliğine güvenerek ileri sürülen görüşlerden biri “devlet, kamu kuruşlarının işletme haklarını sözleşme ile transfer ederse, uluslararası firmaların yaratılan boşluğu tamamen doldurabileceği”olurken diğer görüş ise “devlet. teşvik edici tedbirlerle, yerel girişimcileri dinamik bir ulusal politika ile destekleme yoluna giderse, o zaman özel sektörün aşamalı olarak devlet sektörünün yerini alması mümkündür”[64] şeklinde gelişiyordu. Devlet sektörünün yerini alacak özel girişimciler ve onların ortakları aracılığıyla da kamu mülkiyetinin tabana yayılacağı tespitleri yapılmaktadır.
özelleştirme politikası sadece ekonomiyi canlandırmak için kullanılmıyor. Bunun yanında devletin siyasal ve ekonomik felsefesindeki temel bir değişikliği de temsil etmektedir. “serbest piyasa ekonomisi”nin etkinsizliği Singapur’da tartışılmamaktadır, göreli olarak kamu kuruluş ve işletmeleri verimli ve sağlıklı bir performans göstermiştir. Canlı ve dinamik bir “kalkınmaya”paralel olarak Singapur’da kamu kuruluşlarının çok özel bir yeri vardır. çünkü, özelleştirme bir çok ülkede olduğu gibi başarısızlığın değil, başarılı olmasının sonucudur.
O halde sorulacak soru şudur; madem ki kamu kuruluşları bu kadar başarılıdır, neden kalkınmanın motoru olma olasılığının ortadan kalktığı iddia ediliyor. Burada söz konusu politikaların altındaki neden daha önce de belirttiğimiz üzere küreselleşmeciliğin “devletin küçültülmesi”politikasıdır. Uluslararası sermayeye yeni olanaklar açmasının yoludur. Bu açıdan kamu kuruluşlarının başarılı ya da başarısız oluşu gibi kriterler göz önüne alınmıyor. Dahası başarılı kamu kuruluşları, uluslararası tekellerin istediği kuruluşlardır.
Singapur’a gelince, kamu kuruluşlarının transfer edilmesi ile her ne kadar devletin mülkiyet ve kontrolü kaybolmasa da devletin ekonomideki rolü önemli oranda azalmış olacaktır. Ayrıca kamu kuruluşlarının başarılı olması uluslararası tekelleri daha da sevindirir!!
Singapur’da sağlık hizmetlerinin özelleştirmesine gelince; Ulusal üniversite Hastanesi’nin yüzde 100 hisseleri devletindir. Ve otonom bir yapıya sahipti. Ekim 1984 sonrasında yeni diş kliniği programıyla devlet diş kliniklerini açıncaya kadar genç dişçi subaylara kiralamayı amaçlamıştır. Sağlık hizmetlerinde olduğu gibi eğitimin özelleştirmesi gerektiği şeklinde bir eğilim henüz Singapur’da gelişmemiştir.
özelleştirme politikasının ilan edilmesi ve “özelleştirme Komitesi”nin kuruluşundan sonra … Singapur Havayolları şirketinin hisse oranları azaltılmıştır.(devlet hissesi yüzde 100’den yüzde 63’e düşürülmüştür) 1985-1986 yıllarında biri konut diğeri gemi inşaatı sektöründen olmak üzere iki kamu kuruluşu daha özelleştirmiştir. Ayrıca gıda ve havacılık sektöründen de birer kuruluş satılmıştır. Bunlarla birlikte devletin INTROCA şirketindeki hisselerinin düşük fiyatla satışı (yüzde 13 hisse satılmıştır) tartışmalı olmuştur. [65]
Singapur’un en başarılı kamu kuruluşlarını satışa çıkartmaktaki amacı, dünyada finansal merkez olma iddiasıdır. 1992’deki menkul kıymetler borsası satış hacmindeki dalgalanmalar ve inişe geçen fiyat endeksi ile aynı dönemde Tayland ve Malezya borsalarının Singapur borsasından daha da gelişmesi karşısında Singapurun telekom hisselerinin borsada satışa çıkarılması etkili olmuş ve borsadaki yavaşlamayı azaltmıştır. 1994 yılına gelirken hisse senedi fiyatlarında bir artış olmuştur. Bunun en önemli etkeni Amerikan ekonomisindeki canlılıktı. çünkü Singapur’un en büyük ticari partneri Amerika’dır. Bunun yanında Asya ülkelerindeki bazı gelişmelerin de Singapur’un mali hacminin artışında etkisi olmuştur. Böylece hisse senetleri fiyatları Kasım 1992’de yüzde 20 artmıştır.
Yeni ihraç edilen hisselerin akışı da piyasayı etkilemiştir. 1992’de borsada 2.4 milyar dolar dolayında yeni hisse senedi satılmıştır. 1993’de, birçok yerel şirket yeni hisselerin satışını planlamıştır. Bu kapsamda devlete ait Singapur Techenologies Industrial Colrporation (STIC) yeni hisselerini 1993’te satışa çıkarmış fakat Mayıs 1993te bu satışı durdurmuştur. Singapur’daki özelleştirmeler de hep o malum, “mülkiyetin ve sermayenin tabana yayılması”demagojisi temelinde yürütülmüştür.
B-LATİN AMERİKA’DA öZELLEŞTİRME
1970’lerin ortalarından itibaren başlayan özelleştirme dalgasında özellikle üç Latin Amerika ülkesi olan Arjantin, Meksika ve Şili’de geniş kapsamlı bir emperyalizme yapısal uyum süreci yaşandı.
İlk özelleştirmelerin gerçekleştiği ülke Şili’dir. Fakat Şili’de özelleştirme faşist bir cuntanın işbaşında olduğu bir ortamda uygulamaya konulmuş olduğundan, normal şartlarda özelleştirmenin karşılaşacağı toplumsal engeller bertaraf edilmiştir.
Meksika ve Arjantin’de son yıllarda uygulanan kapsamlı özelleştirmelerin temelinde ise iki ana etken yatmaktadır;
-Bu ülkelerin karşılaştıkları ekonomik krizin boyutları,
-Dış etkenler.
Meksika 1980’lerde değin, Brezilya ile birlikte Latin Amerika ülkeleri içinde ve “gelişmekte olan ülkeler”genelinde “en başarılı büyüme grafiği”çizen ülkeler arasında yer alıyordu. Ancak 1982 yılında dış borç krizi ile birlikte Meksika ekonomisi bunalıma girdi. 1930’lu yıllarda dünyanın en “müreffeh”ülkeleri arasında yer alan Arjantin yoğun politik iç çatılmalar neticesinden büyümesinin çok düşük düzeylerde gerçekleştiği ülke haline geldi. 1980’li yıllara gelindiğinde ise tıpkı Meksika gibi, ciddi bir borç krizi ile karşı karşıya kaldı. Ve ekonomileri açısından bunalımlı bir döneme girdi.
Bu iki ülke arasındaki temel fark ise Arjantin’in ekonomide yaşadığı durgunluğun oldukça eskilere dayanması, buna karşın Meksika’da ise durgunluğun 1980’li yılların sorunu ve özelliği olarak ortaya çıkmasıdır.
İki ülke arasındaki en önemli benzerlik ise, her iki ülkenin de 1980’lerde çok ciddi bir ekonomik kriz ile karşı karşıya kalmalarıdır. Büyüme ve yatırımların durduğu ve karşı karşıya kalınan borç krizinin boyutları, her iki ülkede de eskiye damgasını vuran korumacı, müdahaleci/popülist politikaların (ithal ikameci sanayileşme modeli ve popülist makro ekonomik politikalar) tamamen geçerliliklerinin ortadan kalktığı konusunda geniş bir uzlaşma zemini yaşatıldı.Bu noktada bir genelleme yapılırsa, “Ekonomiye katı devlet müdahalesinin hakim olduğu ve sonunda geniş çaplı bir krize yol açtığı ülkelerde radikal veya kapsamlı bir özelleştirme programı üzerinde toplumsal uzlaşma sağlanması bir hayli kolaylaşıyor”[66]
Kriz sonrası ilk etapta ihracat arttırıldı, ithalatta kısıntıya gidildi ve böylece borç sorununa karşı ilk adım atıldı. Sonra ki yıllarda ise artan borçlarla öz sermaye takas yöntemine başvuruldu. Böylece özelleştirme her iki ülkede de öncelikle dış borç sorununun çözümünde bir araç olarak ortaya çıktı.
Açıkça Arjantin ve Meksika’nın kapsamlı bir özelleştirme programına baş vurmalarının ağırlıklı nedeni içine düşürüldükleri borç batağıdır. Ayrıca ciddi bir borç yükü altında bulunan bu ülkelere, uluslararası finans çevrelerinden özelleştirme doğrultusunda yoğun bir baskı da söz konusudur. Uluslararası finans çevrelerinin kapsamlı özelleştirmeler için bu gibi ülkelere vadettiği “mali destek”uygulamanın itici gücünü oluşturduğu bilinen bir gerçek.
Meksika açısından önemli olan bir diğer etken de ABD ve Kanada’nın üyesi olduğu Kuzey Amerika Serbest Ticaret Bölgesi (NAFTA)’ne katılması ve getirdiği yükümlülüklerdir. Böylesi dış baskı ve disiplin araçlarının bulunması, siyasal otoriteler tarafından kapsamlı bir özelleştirme programına geniş destek oluşturmasında önemli olanaklar sağlıyor
Ancak yine de bu iki ülkedeki kapsamlı özelleştirmeleri sadece içinde oldukları krizin boyutları ve dış baskıların niteliği ile ifade etmek yeterli değildir.
Latin Amerika’ya bakıldığında, hemen hemen tüm ülkelerin dış borç krizi ile karşı karşıya oldukları görülecektir. Bu noktada Latin Amerika ülkelerinde, özelleştirme deneyimleri ve bölge içi farklılıklar şu şekilde gözlenmiştir.
Arjantin; 1990’lar itibariyle kapsamlı bir özelleştirme programı uygulamıştır,
Bolivya; 1993’e kadar her hangi bir özelleştirme hareketi olmamış, özellikle de büyük kamu işletmelerinin özelleştirmesi ciddi toplumsal ve anayasal engellere takılmıştır,
Brezilya; 1993’e kadar tartışmalardan ötürü fazla ileri gidilememiştir. 1991 yılı sonu itibariyle sadece iki şirket satılabildi.
Şili; 1975-1984 arasında geniş çaplı ve keskin bir özelleştirme programı uygulandı. 1993’de ise kamu kuruluşlarının çok az bir kısmı devletin elinde kalmıştı,
Meksika; iki aşamada gerçekleşen özelleştirmelerin ilki 1982-1989 döneminde, oldukça yavaş bir şekilde ve sadece küçük ve orta ölçekli işletmeleri kapsıyordu. İkinci aşamada ise geniş kapsamlı bir özelleştirme programı ile büyük kamu kuruluşları da elden çıkarıldı.
Peru; 1993’e kadar az sayıda özelleştirme oldu ve bunlardan bazıları çalışanlara satıldı.
Venezüella; 1993’e kadar özelleştirme olmamıştır. Bu tarihten sonra da turizm ve çimento sektöründeki işletmelerin özelleştirmesi gündeme geldi.[67]
Bu tablodan anlaşılacağı gibi ülkelerin iç siyasal yapıları özelleştirmeleri farklı düzeyde etkilemiştir.
Bu açıdan Arjantin ve Meksika’daki “Başkanlık sistemi”nin özelleştirme ve genelde ülkenin “yeniden yapılanma”sı sürecinde önemli kolaylıklar sağladığı, ayrıca Carlos Menem (Arjantin)ve Carlos Salinas (Meksika) gibi liderlerin özelleştirme programına destek ve ivme kazandırma bakımından üstlendikleri rol de önemli ve incelemeye değerdir. Burada önem verilmesi gereken bir noktada Başkanlık Sistemi’dir. Türkiye’de de sık sık gündeme gelmeye başlayan Başkanlık Sistemi, Yeni Düzen’in bekası için bütün yeni sömürgelere dayatılıyor.
Bu anlamda Meksika ve Arjantin’deki hızlı ve kapsamlı özelleştirmelerin kökenlerini daha iyi anlamak için aşağıdaki şemaya bakmakta yarar var.
öZELLEŞTİRMELERİN NEDENLERİ
1-MEKSİKA
Meksika’da 1982 yılında özelleştirme uygulamalarına geçildi. Borç krizinin patlak verdiği 1982 yılında 1155 kamu işletmesi vardı. Bu sayı 1991’in sonu itibariyle 239’a indirilmiştir. Yapılan bu özelleştirmeler sonucu ise, 1990 yılına kadar 23 milyar dolar gelir elde edilmiştir.
Bu sonuçlarla da, programın ne kadar kapsamlı olduğu anlaşılmaktadır. Meksika’daki özelleştirme deneyiminde yukarıda da belirttiğimiz ve göze çarpan iki aşama bulunmaktadır.
I-özelleştirmelerin küçük işletmelerden başlayarak daha sonra da büyük işletmeleri kapsayacak şekilde iki döneme yayılmış olduğudur. Yani iki aşamalı bir plan olarak yürütüldüğüdür.
II- özelleştirmenin süreç içerisinde oluşan kompozisyonu oldukça ilginçtir. 1991 sonu itibariyle, program kapsamına alınan 905 şirketten, kapatılan yada tasfiye edilen şirket sayısı 431’dir. özel sektöre satış yoluyla transfer edilen şirket sayısı 360’tır. (Bkz. Meksika özelleştirme Bilançosu Tablosu) Dolayısıyla, kapatılan yada tasfiye edilerek, şirketlerin kamu mülkiyetinden çıkartılması, bu ülkedeki özelleştirme uygulamalarında oldukça önemli bir yer tutmaktadır.
“1 Aralık 1982-1 Kasım 1991 arasında Meksika’daki özelleştirme bilançosu;
-Toplam şirket sayısı 905
-Kapatılan veya likidite edilen şirketler 431
-Transfer edilen şirketler 52
-Satılan şirketler 340
-özelleştirme aşamasında olan şirketler 87
-1982’de toplam kamu işletmesi sayısı 1155
-1991’de toplam kamu işletmesi sayısı 239”[68]
Telekomünikasyon, büyük kamu ticari bankaları, ulusal havayolları özelleştirilen kamu kuruluşları arasında yer alıyordu. Ayrıca dünyanın en büyük bakır madenlerinden biri olan “Compania Minera de Canaea”ve ülkenin en büyük çelik şirketi olan “Sidermex”de özelleştirildi. Bunların dışında şeker fabrikaları, radyo, TV istasyonları, otelcilik ve balıkçılık alanlarında da kapsamlı özelleştirmelere gidildi. Hava yolları ve limanların satışı ise özelleştirme programının finalinde yer alıyordu.
özelleştirme ile birlikte kamu telekomünikasyon şirketi olan TELMEX’in hisselerinin yüzde 59.7’si ABD tekellerinin eline geçti. özelleştirme sonrasında gelirleri artan TELMEX’in çalışanların ücretlerinde bir artış kaydedilmedi. Ayrıca sendikasızlaştırma, işten atmalar yoğun olarak yaşanmaya başlandı.
Meksika’da özelleştirmelerden elde edilen kaynakların büyük bir bölümü dış borç ana para ödemelerinde kullanılmıştır. Yaşanan özelleştirmeler Meksika’nın Yapısal Uyum Programı çerçevesinde ele alınan düzenlemelerden sadece biri olurken, bu politikalara koşut olarak, yeni vergi düzenlemeleri, kamunun sosyal harcamalarının kısıtlanması ve dış ticaret rejiminin serbestleştirilmesi gibi bir dizi düzenleme daha yapılmıştır.
Daha önceleri korumacılığın egemen olduğu Meksika’da bu süreç sonuncunda dünyanın en “açık”pazarı oluşturulmuştur. özelleştirmenin sadece bir parçasını oluşturduğu yapısal uyum çalışmaları, enflasyon, dış borcun GSYH üzerindeki oranı gibi göstergeleri aşağıya çekmiştir çekmesine ancak, Meksika ekonomisi krizlere her zamankinden daha fazla açık bir yapıya kavuşmuştur. Nitekim, geçtiğimiz 10 yıl içinde Meksika’nın peş peşe girmiş bulunduğu krizler bunun bir göstergesidir. Dolayısıyla yaşanan para akışının sonucu olarak gerçekleşen düşük enflasyon, ve dış borç açığının nispi ölçüde azaltılması, büyüme hızındaki artış gibi gelişmeler kalıcı ve istikrarlı bir ekonominin işaretleri olmaktan çok dönemsel bir “rahatlamayı”yansıtmaktadır. Zira Meksika borç krizinden hala kurtulabilmiş değildir. Ve artık elinde satabileceği pek fazla kamu kuruluşu da kalmamıştır.
Yapısal uyum programının uygulanmaya başlanması ile birlikte, 1991 yılında Meksika ekonomisine 12 milyar dolar düzeyinde bir yabancı sermaye girişi sağlanmıştır. Meksika sermaye piyasalarına bakıldığında görülüyor ki, yabancılar büyük bir ağırlığa sahiptir. “Verilere göre özelleştirilen şirketlerin yüzde 25’i başta ABD şirketleri olmak üzere yabancıların elinde bulunmaktadır. Bu da Meksika ekonomisinde bağımlılığın giderek daha da artmasının bir ifadesidir.”[69]
özelleştirmelere karşı Keynestçi (korumacı) dönemin kalıntıları olan pek çok anayasal engel uygulamanın karşısında engel oluşturmuştur. Meksika’nın birçok ülkede varolan bu siyasal engelleri nasıl aştığı da ayrı bir değerlendirme konusu olmaktadır. Meksika’da özelleştirme planına siyasal destek sağlanması için şu noktalara değinmekte yarar var;
- özelleştirme sonrasında devletin zarar eden kamu işletmelerine transfer ettiği kaynaklarda önemli bir azalma meydana gelmiştir,
- özelleştirme programına paralel olarak gündeme gelen ‘Milli Dayanışma Programı’ (PNS) çerçevesinde en düşük gelir düzeyindeki gruplara yönelik sosyal içerikli harcamalar programlanmıştır. Tabi PNS için gerekli kaynakların özelleştirmelerden gelecek paralara bağlanması koşulu ile.
özelleştirme programına halkın destek vermesi için düşünülen PNS’nin, uygulanabilmesi için özelleştirmelerin yapılması gerektiğini öne süren iktidar 1989 yılından itibaren ulusal gelirin binde 4’üne denk gelen bir milyar doları, halka yönelik sosyal harcamalarda kullanmıştır. özelleştirmelerden önce devletin hiç el atmadığı sosyal yatırımlar, satışların başlaması ile PNS çerçevesinde uygulamaya konulmuştur. Bu şeklide 6 milyon Meksikalı sağlık hizmetlerine kavuşmuş, 8 milyon kişinin temiz içme suyuna, 11 milyondan fazla insanın ise elektrik hizmetlerine ulaşmasını sağlayabilecek yatırımlar yapılmıştır. 1 milyon çocuk okulda okuma olanağına kavuşurken 250 bin öğrenciye ise burs verilmiştir.
PNS çerçevesinde yüzlerce yeni program oluşturulmaktadır. Merkezden bağımsız yerel yönetimler düzeyinde aktif katılım gösterilen program, Salinas hükümetine ve dolayısıyla da özelleştirmeye büyük bir destek sağlamıştır.
III. Satış yoluyla özelleştirilen şirketlerde işçi çıkarılması kanunen engellenmiştir. Ancak kamu kuruluşlarında daha özelleştirilmeden önce devlet eliyle gerekli işten çıkarmalar yapılarak, bu işletmelerin personel sayıları, özelleştirmeler için cazip hale getirilmiştir özelleştirme öncesinde şirketlerin kapatılması veya yeniden yapılanma aşamalarında 300 bin civarında işçi işlerinden atılmıştır.. Bu şekilde, özelleştirme sonrasında işten çıkartmalar yaşanmadı lafazanlığı söylenebilmiş daha sonraki özelleştirmelerin önünde işten çıkartma gerekçeli itirazlar engellenmiştir.
Dolayısıyla, Meksika deneyimini ilginç kılan nokta istihdam ile ilgili kritik kararların işletmelerin özel kesime devri öncesi kamu mülkiyetinde bulundukları dönemde uygulamaya konmasından da kaynaklanmaktadır. Kapatılan kamu işletmelerinde işçilerin yoğun tepkileri ile karşılaşmaması büyük ölçüde hükümet ile iyi ilişkiler içinde olan sarı sendikaların desteği ile açıklanabilir. Ayrıca özelleştirilen bazı işletmelerde hisse senetlerinin belli oranlarda çalışanlara satılması, sendikaların programa olan desteğini güçlendirmiştir.
- özelleştirme programından bağımsız olarak, sendikaların da katılımını öngören bir sosyal uzlaşma anlaşması veya paktı gerçekleştirilmiştir. Söz konusu anlaşma çerçevesinde sendikalar, ülkenin uzun vadeli büyüme hedefleri doğrultusunda belirli bir ücret disiplinini kabul etmişlerdir. özel kesim ve sendikaların aktif katılımını içeren ve yıllık pazarlıklara dayalı oldukça kapsamlı bir yapıya sahip olan sosyal uzlaşma paktı, Salinas hükümetine sadece özelleştirme konusunda değil bütün Yapısal Uyum Programı uygulamalarında önemli bir toplumsal zemin oluşturmuştur.
Genelde Yapısal Ulum Programı özelde ise özelleştirme uygulamaları makro ekonomik veriler (enflasyon, büyüme hızı, dış borç açığı vb..) düzeyinde değerlendirilirse, sermaye açısından olumlu sonuçlar verdiği söylenebilir. Zira enflasyondaki düşüşün, büyüme hızındaki artışın ya da dış borç açığındaki azalmasının emekçi halkın yaşamına etkileri, hiçbir zaman göstergelerle orantılı olmamaktadır. özelleştirme uygulamalarının ‘başarıyla’ uygulanmaya başlamasının üzerinden bunca zaman geçmiş olmasına rağmen Güney Amerika ülkeleri hala borç batağı altındalar. Hala IMF veya bir başka kurumdan borç alabilmek için uğraşıyorlar. Ve artık borçlarını azaltmalarını sağlayacak ne sanayileri nede satacak fabrikaları kalmamıştır. Bu anlamıyla, yeni sömürge ülkelerde dayatılan özelleştirme politikaları, her ne kadar ekonomiyi içine düştüğü krizden kurtarmanın biricik yolu olarak sunulmaya çalışılsa da, günü kurtarmaktan dahi uzak, bağımlılık ilişkilerini artırıcı politikaları oluğunu, yaşanılan deyimlere bakarak bugün çok daha açık bir şekilde söyleyebiliriz
Ortaya çıkan sonuç ise (özelleştirme sonrası) yerli ve yabancı tekellerin ekonomide ağırlığını bir hayli attırdığıdır. Bu konu muhtelif çalışmalarla da belgelenmiştir. Bunun sonucu olarak dışa, özellikle ABD’ye bağımlılık, öyle ki (Meksika ekonomisinin bundan sonraki gidişi, Amerikan ekonomisinin performansına bağlıdır) açık sömürge dönemdeki bazı uygulamaları aratmayacak boyutlara ulaşmaktadır.
Diğer yandan her ne kadar özelleştirme ve “istikrar ve reform”paketine siyasal destek sağlamak için fakirlik ve sefaleti “hafifletecek”bazı çarpıcı önlemler alınsa da gene aynı süreç önemli boyutlarda işçinin işinden olmasını beraberinde getirmiştir. çelişkili rakamlarla açıklanan işsizliğin yüzde 40’lara tırmandığı gerçeği ise uygulamaların emekçi halka maliyetini açığa vurmaktadır. Bu nedenle Meksika’da bölüşüm sorunları ciddi olarak tekrar gündeme gelebilir. Bunun pratik ifadesi ise sosyal patlamalar şeklinde tezahür edecektir.
2- ARJANTİN
Arjantin’de özelleştirme uygulamalarının kökeni, Meksika’da olduğu gibi 1982 yılı sonlarına dayanmaktadır. özelleştirme fikri ilk defa 1983 yılında ortaya atıldı. Fakat sadece dört kamu işletmesi özelleştirilebildi ve toplam 32 milyon dolar gibi cüzi bir kaynak elde edildi. özelleştirmelerin asıl ivme kazandığı dönem 1990-1993 dönemi, yani 1989’da iktidara gelen Carlos Menem dönemi olmuştur. “Meksika örneğinden daha kapsamlı ve hemen hemen hiçbir sınır tanımaksızın pervasızca satılan KİT’ler vasıtasıyla… 8.8 milyar dolar nakit, 13.6 milyar dolar dış borca karşılık, 2.2 milyar dolar da geçmiş dönem mali yükümlülüklerin yani şirketlere devri olmak üzere toplam 24.4 milyar dolar gelir elde etmiştir.”[70]
Arjantin ve Meksika’daki özelleştirmelerin gerekçeleri neredeyse aynıdır. (Diğer yeni sömürge ülkelerde oluğu gibi)
“-Kamu işletmelerinden kaynaklanan kamu açıklarına kısa dönemde son vermek. Söz konusu işletmelerden vergi geliri sağlamak ve zarar eden işletmelere verilin desteği başka alanlara kaydırmak.
-Yeni yatırım kaynakları yaratma yoluyla, yeni teknoloji ve yeni yönetim tekniklerini devreye sokmak ve işletmeleri modernize ederek etkinlik, verimlilik ve büyüme hedeflerine katkıda bulunmak,
-Yabancı sermaye akımlarını canlandırarak tamamen durmuş olan yatırımları yeniden harekete geçirmek
-Daha önce devletin yaptığı hizmetlerin maliyetini düşürmek ve kaliteyi artırmak,
-Elde edilecek gelirlerle dış ve iç borçları azaltmak,
-Sermaye piyasalarını canlandırmak”[71]
Arjantin’de Meksika’da olduğu gibi telekomünikasyon ve hava yolları işletmeleri yabancı sermayenin en cazip bulduğu alanlar arasındaydı. özelleştirmeye öncelikle büyük işletmelerden başlandığı Arjantin’de, telefon işletmesi (ENTEL) ulusal havayolları ve petrol işletmelerinin özelleştirme kapsamında satılması, programın en önemli örneklerini oluşturmaktadır.
Arjantin’de telekomünikasyon hizmeti veren ENTEL’in özelleştirilmesi için, özelleştirme uygulamalarına başlanılan tarihten itibaren üç önemli adım atıldı. Bu adımların ilk ikisi, emekçilerin yoğun tepkisi nedeniyle diğer kamu kuruluşlarında gerçekleştirilemeyen özelleştirmelerin, Carlos Menem’in 1989’da iktidara gelmesi ile gerçekleştirilmesi oldu.
Muhalefetteyken karşı olduğunu söyleyen ancak iktidara geldiğinde yoğun bir özelleştirme saldırısına geçen Menem, özelleştirme başlamadan önce, grevleri yasadışı ilan ederek işçi ve emekçi muhalefetini susturmaya çalıştı.
Ayrıntılı bir hazırlık dönemi geçiren ENTEL 1990 yılında dış borç takası ile özelleştirildi. “TELEFONİCA hisselerinin yüzde 57’si Amerika kökenli ve Arjantin’den alacaklı olan Citibank, yüzde 30’u Telefonica de Espane ve yüzde 10’u da Techit tarafından alınmıştır.”[72]
ENTEL’in satışından sadece 214 milyon dolar gelir elde edilirken hükümet ENTEL’in yeni sahiplerine verdiği beş yıllık tekel imtiyazını on yıla çıkardı.
Genel olarak Arjantin’de özelleştirme sürecine katılan en büyük on sekiz şirketten yedisi yerlidir. Bu on sekiz şirketin toplam özelleştirme gelirleri içindeki payı yüzde 60,7’dir. Dolayısıyla özelleştirme kapsamına giren şirketleri satın alacak mali kaynağa sahip az sayıda Arjantin şirketinin, ekonomideki yeri hayli artarak, özelleştirme sonrasında önemli bir yoğunlaşma ve tekelleşme sürecine girdikleri gözden kaçmamalıdır.
Gene de özelleştirme en fazla yabancı tekellerin işine yaramıştır. Bu konudaki verilere bakıldığında alıcıların toplam yüzde 60’ını yabancıların oluşturduğu görülüyor. Dolayısıyla özelleştirme süreci sonrasında yabancı sermaye Arjantin’de eskiye oranla çok daha fazla söz sahibi olmuştur. Bir başka değişle özelleştirme Yabancılaştırma anlamına gelmiştir.
özelleştirmeler sonrasında Arjantin’in ekonomik dengesi iyice bozulmuştur. Arjantin’in 1990’da 8.2 milyar dolar fazla veren ticari yapısı, özelleştirmelerin ardından 1994’te 5.8 milyar dolara düşmüş, 1997’de ise 4 milyar dolarlık bir açığa dönüşmüştür. 1989 yılında 62 milyar dolar dış borcu bulunan Arjantin’in 1997’nin ortalarındaki borcu 98.25 milyar dolara yaklaşmıştır. Açıkça ifade etmek gerekirse dış borçlar özelleştirme ile azaltılmıyor. Aksine dışa bağımlılık giderek artıyor. Diğer yandan 1990 yılında aktif nüfusun yüzde 6.3’ü işsizken bu oran 1996’daki özelleştirme sonrası Arjantin’inde yüzde 17.4’e yükselmiştir. 1990 yılında yüzde 7.1 olan geçici işsizlik ise 1996’de yüzde 13.6’ya ulaşmıştır. Dolayısıyla işsizliğin giderek çoğalmasının temel nedenlerinden biri özelleştirme olmuştur.[73]
özelleştirme programının sosyal boyutlarına bakıldığında ise, incelemeye değer bir çok deneyim mevcuttur. Belirttiğimiz gibi Arjantin’de kapsamlı bir özelleştirme programı, geniş çaplı bir ‘istikrar ve reform’ programı çerçevesinde yürürlüğe konmuştur. Böylesi kapsamlı bir özelleştirme programının uygulanmasında, Başkan Menem’in yoğun bir sendika desteğiyle iktidara gelmesinin önemli bir rolü olmuştur.
özelleştirme süreci sonunda 170 bin işçi işinden atıldı ve özelleştirilen şirketlerde ortaya çıkan bu işsizliğe rağmen fazla tepki gösterilmemesi çeşitli nedenlere dayandırılıyor. özelleştirme sonunda işini kaybeden kesimlerden bir kısmı özel işletmelerde iş olanağı bulabildi. Diğer yandan kamu kesimindeki düşük ücretlere ve olumsuz çalışma şartları da, kamu kesimini giderek cazip bir istihdam olanağı olmaktan çıkarttı. Bununla birlikte işçi çıkarmada kullanılan yöntemler de Arjantin’deki özelleştirmelerin nispeten daha az muhalefetle karşılaşmasına olanak sağlanmıştır. Bir çok kamu işletmesinde işgücü indirimi hükümetin ödediği ayrılma tazminatları ve kimi uygulamalarda da kuruluşun kaynakları veya ticari banka kredileriyle ikna edilen “gönüllü”ayrılmalarla başarılmıştır. Ayrıca özelleştirmelerin bir çoğunda hisselerin yüzde 10’luk bir payının çalışanlara satılması da, işçilerin tepkisini azaltmak açısından önemli bir adım oluşturmuştur.
Sonuç olarak, Arjantin de sınır tanımaz bir özelleştirme programı uygulanmış ve ülke giderek daha fazla bağımlı hale getirilerek, uluslararası sermayenin önündeki tüm engeller kaldırılarak Arjantin adeta uluslararası tekellerin arenası haline gelmiştir.
Dip Notlar
[61] Karataş öniş, Syf:54
[62] Karataş öniş, Syf:75
[63] Karataş öniş, Syf:76
[64] Karataş öniş, Syf:79
[65] Karataş öniş, Syf:78
[66] Karataş öniş, Syf:84-85
[67] Karataş ve öniş Syf: 87
[68] Peolro Aspe (1993) Ekonomie Transformation; The Mexican Waycambridge MA: The MİT press, Syf: 216, Meksika özelleştirme Dairesi ve Maliye Bakanlığı verilerinden derlenmiştir.
[69] Karataş-öniş, Syf: 94
[70] Karataş-öniş, Syf: 102
[71] Karataş-öniş, Syf: 102-103
[72] Evrensel, 21.00.2000
[73] Evrensel, 21.01.2000
[74] özelleştirme üzerine, Syf:15
TÜRKİYE’DE ÖZELLEŞTİRME
özelleştirme “devlet ile özel arasında yer alan karmaşık ve girift bir yapılaşma da olsa, aralarındaki farkı ortaya koyan çizginin devlet aleyhine oynatılması yönündeki tüm politikaları içermektedir. özelleştirme en geniş boyutuyla devletin dolaysız ekonomik girişimciliğini olduğu kadar tüm hizmet üretim ve birimlerini de kapsayan şekilde kamu mülkiyetinin ve/veya yönetiminin kısmen veya tamamen özel sermayeye devredilmesidir”[74]
özelleştirme, kamu işletmelerinin özel sermayeye devredilmesi yanında kamu işçileri tarfından yerine getirilen kamu hizmetlerinin de özel sektör tarafından yerine getirilmesine kadar çok geniş bir anlam içermektedir. örneğin, bir KİT’in diyelim ki bir İngiliz firmasına devredilmesi, diğer taratan önceleri kamu kuruluşlarınca yerine getirilen, temizlik işlerinin taşeronlara devredilmesi, özelleştirme kapsamı içindedir. Ayrıca “gayri millileştirme”ise özelleştirme kavramının içinde yer alan bir alt biçimdir.
Bir KİT’in tamamı değil de bir kısmının özel kesime devredilmesi durumunda, gene özelleştirme yapılmış olunur. çünkü; devir oranının küçük yada büyük olması özelleştirme eyleminin olmadığı anlamına gelmez
1970’lerin sonlarına doğru “yeni sağ”(neo-liberal ) politikanın sloganı olan özelleştirme ideolojik bir kavramdır. Ulusal ve uluslararası düzeyde sermaye birikim sürecindeki tıkanmaları aşmak ve kapitalizmin yeniden üretimini sağlamak amacıyla ortaya atılan bir araçtır. Yani kapitalizmin yapısal bunalımına bir çıkış yolu bir soluk borusu olarak görülmektedir. Dolayısıyla kamunun ekonomideki ağırlığını hafifletmeye yönelik her türlü girişim özelleştirme kavramı altında yaygınlaştırılmaya çalışılmaktadır.
A-öZELLEŞTİRMENİN KISA BİR TARİHçESİ
özelleştirme 1930’larda KİT’lerin yaygınlaştırılmaya başlanması ile birlikte “devlet eliyle özel sermaye oluşturmak”biçiminde ortaya çıktı.
1933’de kurulan Sümerbank’ın özel sermayeye katılacağı ilgili yasanın 2. maddesinde yer almıştı. Fakat özel sermaye birikiminin yetersizliği nedeniyle o yıllarda özelleştirme gerçekleştirilemedi.
- Paylaşım Savaşı döneminde ise yine kara borsa ve rantiye sermaye, sanayie yönelecek birikime sahip değildi.
1950’de iktidara gelen Demokrat Parti, özelleştirmeyi programına almıştı. Ancak DP döneminde de KİT’ler özelleştirilemediği gibi aksine KİT’lere yenileri eklenmişti.
KİT’lerin özelleştirmesi için en geniş yasa 1964 yılında yürürlüğe giren 440 sayılı yasadır. Bu yasının 1.maddesine göre İktisadi Devlet Teşekkülleri’ni (İDT) “Yeniden Düzenleme Komisyonu”kuruldu. Görevleri içinde devlet ve IDT’nin iştiraklerini inceleyerek ve bunların tasfiyesi yada özele devri için öneriler sunacak olan komisyon, özelleştirmeye ilişkin bazı sonuçlar ortaya koysa da bunlar kağıt üzerinde kaldı.1967’de yükselen halk muhalefeti, özelleştirmeye karşı yaygın bir tepki oluşturdu. Bu yıllarda, özelleştirmelerin son tahlilde ‘yabancılaştırma’ olduğu bilinciyle gösterilen muhalefet özelleştirme savunucularının vatan hainliği damgasını yemelerini sağlamıştır. özelleştirmelerin bu yıllarda gerçekleştirilememesinin en büyük etkeni denilebilir ki çeşitli toplum kesimlerinin özelleştirmeye karşı tepkilerini dile getirmesi olmuştur.
24 Ocak 1980 “Ekonomik İstikrar Tedbirleri”ile başlatılan yeni ekonomik politikalar çerçevesinde KİT’lerin serbest piyasa ekonomisi kurallarına göre işletileceği KİT reformu yapılarak karsız KİT’lerin tasfiye edileceği, ürettiği mallardan sübvansiyonun azaltılacağı ve kamu harcamalarının kısıtlanacağı öngörülmekteydi.
İdeolojik ve politik çerçevesini “yeni sağ”(neo-liberal)’ın çizdiği özelleştirme, tüm halk kesimleri susturulmadan yapılamazdı. Nitekim 12 Eylül 1980’de Kenan Evren’in “liderliğini”yaptığı askeri faşist darbe sendikaları (Türk-İş hariç), derneklerin çoğunu, siyasi partileri kapatarak toplumun hemen hemen tamamı asker postalları altında çiğnetmiştir. 12 Eylül askeri faşist darbesinin Bülent Ulusu Hükümeti tarafından Danışma Meclisindeki Bütçe Mali Plan Komisyonu’na hazırlattırılan rapor, KİT’lerin özelleştirilmesine olanak sunan ,şirketleşme ve holdingleşmeler biçiminde örgütlendirilmelerini öngörmektedir.
1980 sonrasında KİT’lerin özelleştirmesinin temellerini; İDT (İktisadi alanda ticari esaslarla faaliyet gösteren), KİK (Tekel niteliğinde mallar ile temel mal ve hizmet üreten) ayrımı ile başladığını söyleyebiliriz. çünkü, “toplumsal yarar nedeniyle”hükümetler tarafından fiyatları saptanan temel mal ve hizmetlerin tümüyle ekonomik işlemli olanlardan ayırarak öncelikle bazı KİT’in Anonim Ortaklığı (AO), Anonim Şirket veya Holding şeklinde düzenleyerek sermaye transferi çabalarına girildi. Ancak bu ayrım uygulamada önemli bir farklılaşma yaratmadı. “Sektör kurumları”şeklinde örgütlenmesi gereken İDT, örgütlenemediği gibi mal ve hizmet fiyatlarının temel mal ve hizmet ayrımı yapılmadan, sonsöz gene hükümetler tarafından söyleniyordu.
İDT ve KİK’e ait işletme birimlerinin müesseseler şeklinde örgütlenmesi yasal olarak 1954 yılında zorunlu hale getirilmiştir. 8 Haziran 1954 tarih ve 233 sayılı yasa hükmünde kararname ile müessese olarak örgütlendirilen işletmelere tüzel kişilik kazandırılarak, bunların KİT ile ilgili yasal düzenlemeler dışında özel hukuk kurallarına göre çalışmaları sağlandı.
Sonraları ise bu müesseselerin bağlı bulundukları KİT yönetiminin görüşleri doğrultusunda ilgili bakanlığın önerisi ile Koordinasyon Kurulunca karar alınarak “bağlı ortaklık”yada “iştirak”durumuna getirilebiliyordu. Bağlı ortaklık kavramı ilk kez 20.05.1983 tarih ve 60 sayılı Kanun Hükmünde Kararname (KHK) ile açıklık kazandı.
Sermayenin yüzde 50’sinden fazlasının kamu, diğer bölümünün ise yerli veya yabancı sermayeye ait olduğu ve genellikle AO, olarak örgütlenen girişimlere bağlı ortaklık deniyor. Bağlı ortaklıklar bazı noktalar hariç tamamen özel hukuk alanında çalışıyorlar.
1983’de yürürlüğe giren bu KHK ile KİT’lerin ve bağlı ortaklıkların tasfiyesine değinilmekteydi. Kararnameye ek olan envantere de 106 KİT ve buna bağlı 56 kuruluş belirtildi. Ancak daha sonra 22 Ekim 1983 tarih ve 2929 sayılı yasa ile diğerleri gibi 60 sayılı bu KHK’de yürürlükten kaldırıldı. Ve yeni düzenlemeler getirildi.
Kasım 1983 seçimleriyle iktidara getirilen özal, özelleştirme politikasını açıkladı. özal, bırakalım KİT’leri, köprü, baraj ve yolları dahi özelleştireceğini televizyondan açıkça dile getiriyordu. Kuşkusuz bu tavır 24 Ocak Kararları’nın kapitalizmin son icadı(!) olan neo-liberal politikaların bir ürünüydü.
Nitekim köprü ve baraj gelir ortaklığı senetlerinin satışıyla Türkiye’de özelleştirme süreci başlatıldı. özelleştirmenin ilk adımı olan bu hazırlık İDT ve KİK olan KİT’lerin hisse senedi yoluyla satılabilmesi yada işletme haklarının devredilmesine yasal dayanak olan “Tasarrufların Teşviki ve Kamu Yatırımlarının Hızlandırılması Hakkında”ki 17.03.1984 tarih ve 2983 sayılı yasa yürürlüğe konularak bir üst aşamaya yükseltildi. Yasa, KİT’lerin hisse senedi yoluyla satılması veya işletme hakkının devredilmesine ilişkin çalışmaları yapmak üzere Toplu Konut ve Kamu Ortaklığı İdaresi kurulmasını öngördü. TKKOİ’nin temel işlevi KİT’lere ilişkin gelir ortaklığı ve hissi senetleri çıkarmak KİT’leri özelleştirmeye hazırlamak ve özelleştirmeyi gerçekleştirmekti.
2929 sayılı yasayı değiştiren 233 sayılı KHK, 8.06.1984 tarihinde yapılan bir değişiklikle KİT ve bağlı birimlerini tasfiye, devir, satış ve işletme haklarının verilmesi kararını “Ekonomik İşler Yüksek Koordinasyon Kurulu”nun vereceği hükmünü getirmiştir.(Daha sonra Yüksek Planlama Kurulu (YPK) yetkili kılınacaktır)
2983 sayılı yasaya dayanarak 13.09.1984’de Kamu Ortaklığı Fonu Yönetmeliği (KOFY) çıkarıldı ve Kamu Ortaklığı Fonu (KOF) oluşturuldu. Yasaya göre tasarrufların teşviki ek finansman kaynağı olarak nitelendi ve bu finansman; gelir ortaklığı senetleri, hisse senetleri ve işletme haklarının devri yoluyla sağlanacaktı. Böylece özelleştirmeye yönelik son hazırlıklar tamamlanmaktaydı.
Yasada yer alan özelleştirme yöntemlerinden ilki olan Gelir Ortaklığı Senedi ile gerçek ve tüzel kişilerin kamuya ait köprü, baraj, elektrik santrali, karayolu vb. altyapı tesislerinin gelirlerine ortak olunması için senetler çıkarıldı. Bu yöntem hem daha kolay gerçekleşebiliyordu hem de iç borçlanmanın bir biçimi oluyordu. Böylece özal iktidarı hedeflerini gerçekleştiriyordu. Ayrıca belirtmek gerekir ki gelir ortaklığı senedi uygulaması özelleştirme uygulanmasında, propaganda malzemesi olarak kullanılan bir yöntem olurken, pay senetleri satışı içinde bir ön prova/hazırlık aşaması durumundaydı. Yani gelir ortaklığı senetleri özelleştirme işlevinin yanı sıra devlet tahvilleri gibi devletin borçlanmasına yönelik bir başka işlevi de gerçekleştirmiş oluyordu. Böylece iktidar bir taşla iki kuş vuruyordu.
Yasadaki ikinci özelleştirme yöntemi İşletme Devir Hakkı’dır. Bu yöntemle KİT’lerin mülkiyeti değil işletmeleri ürünlerinin pazarlanması, dağıtımı gerçek ve tüzel kişilere belirli bir bedel karşılığında devredilmektedir.
üçüncü yöntem ise, KİT’ler ve bağlı tesislerin mülkiyetine ortak olunacak hisse senetleri satışıdır. Bu yöntem özelleştirmenin tartışmasız tam olarak gerçekleştirilmesini getirmektedir.
KOFY’ne göre; Ekonomik İşler Yüksek Koordinasyon Kurulu, halka açılacak, bağlı ortaklık ve diğer benzeri birimleri belirleyecek, belirlenen müessese ve işletmeler 233 sayılı KHK ve Türk Ticaret Kanunu çerçevesinde bağlı ortaklıklar şeklinde Anonim Şirket statüsüne getirilecektir. Halka açılacak kuruluşun hisse senetleri bedeli, şekli, adedi ve kapsamı TKKOİ tarafından tespit edilecektir.
EİYK kurulu tarafından işletme hakkı devredilecekler belirlenecek. özelleştirmeyi gerçekleştirme süreci ise TKKOİ tarafından yürütülecektir.
Doğrudan özelleştirmeyi gerçekleştirmeye yönelik atılan önemli adımlarından biri de 31 Haziran 1986 tarihli ve 3291 ve 2983 sayılı yasaların bazı maddelerinin yürürlükten kaldırılması ile atılmıştır. KİT’lerin özelleştirmesini düzenlenen yasa ile TC Merkez Bankası Yasası’nda, Bankalar Yasası’nda, Tasarrufların Teşvik ve Kamu Yatırımlarının Hızlandırılması Hakkındaki yasada, Toplu Konut Yasası’nda ve Sermaye Piyasası Yasası’nda çeşitli değişiklikler yapılmıştır.,Ayrıca Tütün Tekeli Yasası’nın bazı maddeleri yürürlükten kaldırılarak özelleştirme yolundaki yasal engeller bir bir temizlenmeye başlanmıştır.
Yukarıda sayılan düzenlemelerin Türkiye’de özelleştirme politikalarını belirlemek için görevlendirilen Morgan Guaranty Trust Conpany of New York’un verdiği raporun hemen ardından yürürlüğe konulmaya başlanması, özelleştirmelerin iplerinin kimin elinde olduğunu gösteren önemli bir göstergedir. üstelik, Morgan Guaranty’nin önerdiği yasal düzenlemeler, bir dönem ‘gece yarısı yasaları’ olarak adlandırılan yöntemle halktan gizli olarak çıkartılmıştır.
KİT’lerin özelleştirmesine açıklık getiren 13, 14 arası maddelerde ise şu hükümler bulunmaktadır; “KİT’lerin özelleştirmesine Bakanlar Kurulu; müessese, bağlı ortaklık, işletme birimlerinin özelleştirmesine TKKO Kurulu karar verir.”TKKOK ayrıca KİT’lerin iştiraklerinin kamu paylarının satışı ve devri konusunda yetkili kılınmıştır. (önceden de belirttiğimiz üzere, daha sonra satış ve devirler konusunda YPK yetkili kılınacaktır.
Böylece yasa ile TKKOK’a teşekkül, kuruluş, müessese, bağıl ortaklık, iştirak, işletme ve işletme birimlerinden hangilerinin mevcut ve çıkarılacak hisse senetlerinin varlıklarının tamamının veya bir kısmının satılmasına kiralanmasına, işletme hakkı verilmesine, devredilmesi veya tasfiyesine karar vermeye ve bu konularda her türlü düzenleme yapma gibi geniş yetkiler yetkisi verilirken, özelleştirme yöntemlerini de belirlemiştir. Bunlar:
-KİT’lerin tamamı veya bir bölümünün doğrudan satılması,
-Hisse senetleri ile satılması,
-Kiralama,
-İşletme hakkı,
-Devir,
-Tasfiye
“özelleştirmesine karar verilen KİT’ler ve bağlı ortaklıkları doğrudan doğruya müessese, işletme ve işletme birimleri ise önce Anonim Ortaklık haline getirildikten sonra hiçbir işletmeye gerek kalmadan bağlı olduğu bakanlık ile ilişkisi kesilerek Başbakanlığı bağlanmış sayılacaktır. Hükmü ile herhangi bir KİT’in özelleştirme kararı verildiğinde ivedi olarak özelleştirmenin yapılması için arada hiçbir engel bırakılmamaktadır.”[75]
Diğer yandan özelleştirme ile ilgili işlemler her türlü vergi, resim ve harçtan muaftır. özelleştirmeye ilişkin yasa söyle sürmektedir.
“özelleştirmesine karar verilen teşekkül, kuruluş, müessese, bağlı ortaklık, işletme ve işletme birimlerinin;
a-Doğrudan doğruya veya dolaylı olarak devlete ait hisselerin tamamı bedel alınmadan TKKOİ’ne devredilmiş ve Türk Ticaret Kanunu, Sermaye Piyasası Kanunu ve ilgili diğer konulardaki şartlar aranmaksızın Anonim Ortaklığı dönüşmüş sayılır.
b-Sermayelerindeki kamu payı yüzde 50’nin altına düşünceye kadar kuruluşları, faaliyetleri, organları, yönetimi, denetimi, sermaye miktarının tespiti, bu işlemleri kolaylaştırıcı tedbirler almaya, ayrıca bu işlerden elde edilip kamu ortaklığı fonunda toplanacak meblağın, Fon, Hazine ve özelleştirilen kuruluşlar arasında hangi oranlarda dağıtılacağına karar vermeye Kamu Ortaklığı Kurulu yetkilidir.
c-Hesaplarıyla ilgili her türlü düzenlemeleri yapmaya kurul yetkilidir.
d-Mülkiyetine ne suretle olursa olsun geçen tasarrufunda bulunan her tür hak ve borçları, özelleştirilen kuruluşa aynen intikal eder.
Bunların sermayelerindeki kamu payının yüzde 50’nin altına düşmesi halinde bu konudaki mevzuat hükümleri uygulanır. Gerçek ve tüzel kişilerin TTK’dan doğan ortaklık hakları saklıdır.”
Gene yasaya göre, özelleştirilmesine karar verilen KİT’lerin ihraç ettikleri tahviller ve devlet kefaletine haiz iç ve dış borçların üzerindeki devlet garantisinin devam edebileceğini ve bunu koşulları ile ilgili kurullarda düzenleme yetkisi Kamu Ortaklığı Kurulu’na verilmiştir.
Bu yasanın sonunda ise özelleştirilen kuruluş AO’na dönüşmesi sonrasında bu kurumda Emekli Sandığı’na tabi olarak çalışanların; özelleştirme kararı ile özelleştirilen kuruluştaki kamu payının yüzde 50’nin altına düşmesine kadar her türlü haklarının ve vecibelerinin saklı olduğu yüzde 50’nin altına düşmesi halinde ise isteyenlerin Emekli Sandığı ile irtibatlandırılması getirilmiştir.
3291 sayılı özelleştirme yasası ile tütün ve çay kurumu tekelinin kaldırılmasını öngören ve benzeri yasal düzenlemeler ile özelleştirmenin yasal çerçevesi belirlenmiş oldu. özelleştirme kararı Bakanlar Kurulu’nda diğer özelleştirme çalışmaları ise Başbakanlığa bağlı; halkın denetiminden uzak yalnızca TKKOK yetkisine verilmişti.
özelleştirme kararı sonradan TKKOK’dan alınarak 31.12.1987 tarih ve 304 sayılı KHK ile Yüksek Planlama Kurulu’na devredilmiştir. özelleştirme çalışmaları ise ayrı bir tüzel kişilik olarak TKKOİ oluşturularak yürütülmektedir. 2393 sayılı yasa ile kurulan TKKOİ kapsamında kamu ortaklığı ile geliştirme ve destekleme fonları bulunmaktadır. TKKOİ, YPK’nın 2393 ve 3291 sayılı yasalara göre alacağı karaları uygulamakta, bağlı fonları yönetmekte, anıştırmalar yapmakta proje taahhüt işlemlerinin anlaşmalarını gerçekleştirmekte ve benzeri işleri yerine getirmektedir.
KİT’ler 1994’ten bu yana ise, 4046 sayılı yasaya göre özelleştirme İdaresi Başkanlığı (öİB) tarafından özelleştirilmektedir.
Ayrıca 27 Kasım 1994 tarih ve 2213 sayılı resmi gazetede yayınlanan 44 madde ve 15 geçici maddeden oluşan 4046 nolu özelleştirme Uygulamalarının Düzenlenmesine ve Bazı Kanun ve KHK’lerde Değişiklik Yapılmasına Dair Yasa özelleştirme kapsamını KİT’lerden çıkararak tüm kamu İDT’lerini, işletmeleri, iştirakleri, taşınır ve taşınmaz malları kısaca devletin tüm mal ve varlıklarının özelleştirmesinin getiriyor.
Bu yasayla anayasada her KİT’in ayrı ele alınması getirilirken, özelleştirme yasasının toptancı tavrı çelişiktir. Tüm kararları başbakanın başkanlığında 5 kişilik bir kurul verebilecektir. (öİB)
öZELLEŞTİRME ANA PLANI (MASTER PLANI)
Türkiye’de özelleştirmeye ilişkin hazırlık çalışmaları Dünya Bankası’nın doğrudan desteği ve finansmanı ile “Morgan Guaranty Trust Company of New York”tarafından yürütüldü. Morgan Guaranty ile DPT’nin özelleştirme ana planı hazırlamaya dönük anlaşması 05 08 1985 tarihinde imzalandı. Bu anlaşma sonucu Morgan Guaranty, ana plan çalışmalarının Türkiye Sınai ve Kalkınma Bankası, Sınai Yatırım ve Kredi Bankası, Yatırım ve Finansman AŞ ve Price Waterhouse/MUHAS ile birlikte yapmıştır.
Amaç ve öncelikler, sermaye piyasasının analizi temel özelleştirme faktörleri, başka ülkelerdeki özelleştirmeler, KİT’lerin durumu ve sınıflandırılması, hukukunun belirlenmesi, muhasebe sistemi, özelleştirmenin önündeki engeller, özelleştirmenin uygulanmasında uygulanması gereken politika ve taktikler KİT’lerin özelleştirmesini uygulama planı gibi üzerine rapor hazırlanması istenen konular Morgan Guaranty’den istenmiştir.
Morgan Guaranty ve diğer kuruluşların katılımı ile iki ana plan Nisan 1986’da, “özelleştirme Ana Planı”Mayıs 1986’da hükümete sunuldu. Ana plan iktidarın karşılaştığı durum ve engellere göre durum ve değişikliklere uğradı. Belirtelim ki özelleştirmeye karşı oluşan tepki köklü olmasa da bu planda bazı değişiklilere yol açtı. özelleştirme Ana Planı’nda KİT’lerin özelleştirmesinde guruplandırılmaları şöyle sıralanmıştır.
“özelleştirme önceliğine göre KİT’ler üç guruba ayrılmıştır.
1) Birinci derecede öncelikli gurup;
- a) Tüm şirket satılabilir,
- b) çoğunluğu satılabilir,
- c) Büyük bölümü satılabilir.
2) İkinci derecede öncelikli gurup;
a)Bazı kısımlar satılabilir, diğer kısımlar rehabilitasyon veya kapatma gerektirmektedir,
b)Yavaş yavaş özelleştirilebilir,
c)Belki satılabilir,
d)Devlet destekli satılabilir
3) üçüncü derecede öncelikli gurup;
-Kamu hizmeti şirketleri
özelleştirme metotları ise;
- i) Mülkiyetin transferi,
1- Tüm şirketin satışı (TURBAN, USAŞ, THY, YEMSAN çİTASAN)
2- Mal varlığının çoğunun satışı (YEMSAN, çİTOSAN)
3- Tesis mal varlığının satışı (çİTASAN, TİGEM, TPAD,SüMERBANK, İSEK, PTT, TEK, EBK,TKİ, MKEK, T.GEMS, ORUS, çAYKUR, TüRKŞEKER, SEKA, PETKİM, TDçİ, TüKSAŞ, ASOK, TDDK)
4- Bazı öz kaynakların satışı (TİGEM, TPAO, PTT, TEK)
5- Müesseselerdeki öz kaynakların satışı (TİGEM, TPAO)
- ii) Mülkiyet transferi gerektirmeyen özelleştirme metotları;
1- Gelir ortaklığı senetleri (TİGEM, TPAO, DMO, T.DENİZ.İ, TCDD, DHMİ, TMO, TZDK, TUSAŞ)
2- Tesislerin uzun ve kısa dönem kiralanması (TİGEM, TPAO, çAYKUR, TüRKŞEKER, SEKA, PETKİM, TDGİ, TUKSAŞ, ASOK, TDDK)
3- Yönetim sözleşmeleri (PTT, TEK, EBK, TKİ, MKEK, T.GEM. S, ORUS, çAYKUR, TüRKŞEKER, SEKA, PETKİM, TDçİ, ASOK, TUKSAŞ, TODK, DMO, T.DENİZ.İ, TCDD, DHMİ, TMO, TZOK, TUSAŞ)
4- Hizmet sözleşmeleri (DMO, T.DENİZ. İ, TCDD, DHMİ, TMO, TZDK, TUSAŞ)
5- özel alternatiflerin teşviki (PTT, TEK, EBK, TKİ, MKEK, T. GEM. S, ORUS, çAYKUR, TüRKŞEKER, SEKA, PETKİM, TOGİ, TUKSAŞ, ASOK, TDDK)
6- Avantajların-Sınırlamaların kaldırılması (EBK, TKİ, MKEK, T. GEM. S, ORUS)
özelleştirmeye resmen başlama tarihi olan 1985 yılında kamuya ait yarım kalmış tesislerden başlanmıştır. 08 06 1984 tarih ve 233 sayılı KHK ile KİK ve bağlı birimlerin özelleştirmeleri Ekonomik İşler Yüksek Koordinasyon Kurulu’na verilmiştir. Kurul, Ocak 1985’te Sümerbank’a ait yarım kalmış üç işletmenin Türkiye Süt Endüstrisi ve Yem-San ortaklığına ait Bingöl Yem ve Besicilik AŞ’nin özel sektöre devrini kararlaştırmıştır. 1986’da ise Kars Süt ve Mamulleri İşletmesi müessesesinin “işletme hakkı”dokuz yıllığına özel sektöre devredilmiştir. 1985-1988 yılları arasında yarım kalmış tesislerden on birinin mülkiyeti birinin de “işletme hakkı”devredilmiştir.[76]
Ayrıca 1984’te KİT’lere bütçeden transfer ve Merkez Bankası dolaysız kredileri kesildi. Böylece KİT’ler yerli ve yabancı özel finans kurumlarına borçlandırılmaya zorlandı.
Sabit fiyatlarla KİT’lerin faiz giderleri 1982’de 100 olarak kabul edilirse 1984’te 35’e düşerken 1985’te 102,9’a sıçramıştır. Daha sonra bu yükseliş devam ederek 1993’te 573 olmuş, özel sektör ise 200’lerde kalmıştır.[77] Dolayısıyla katma değeri paylaşım oranları açısından yapılan bu hesaplama KİT’lerin nasıl bir borç ve faiz batağına düşürüldüğünü açıkça gösteriyor.
1987’de “yabancı danışmanlık”ve “muhasebe”kuruluşlarının raporları ile satışa sunulan KİT’lere umulan düzeyde rağbet olmayınca KİT’ler verimsizdir, zarar ediyor denilerek sermayeye peşkeş çekilmeye başlanmıştır. Bazılar ise kapatılmak istenmiştir. öyle ki KİT’i düşünen ve karlı duruma getiren yöneticilerin pek çoğu işlerinden oldular.
KİT’leri olduğundan daha fazla zarar eden kurumlar olarak göstermek için muhasebe hileleri yapılmaktadır. Bu muhasebe hileleri dışarıdan ve gene yasaya uygun olmayan bir biçimde dünya bankası tarafından yönlendirilmektedir. Yani devlet ve KİT yöneticileri muhasebenin temel ilkeleri ve mevzuata aykırı olarak muhasebe hilesi yapıyorlar.
KİT’ler önce Türk Ticaret Kanunu kapsamına alınarak, yönetim ve denetim bakımından Anonim Ortaklık statüsüne kavuşturulmuştur. 24 Ocak kararları ile başlatılan bu uygulama bu çerçevede hükümetin KİT mal ve hizmetlerinin fiyatlarını belirleme yetkisi ellerinden alınmıştır. İç ve dış kredi sağlamada özel ortaklarla aynı konuma getirilmiştir.
Daha sonda Türkiye’de özelleştirme Morgan Guaranty’nin 1985 sonunda hazırladığı ve hükümete sunduğu özelleştirme Ana Planı çerçevesinde yürütüldü.
Muhasebe hileleri de bu noktada başladı.
özal hükümetine hızlı özelleştirme talimatları yağdıran Dünya Bankası, “ancak bunların değerlendirme ve satışa esas olan hesaplarını Türkiye’de yapacak muhasebeci standardı yoktur. Bu nedenle değerlendirme dış muhasebe firmaların yaptırılmalıdır”diyerek özelleştirmelerin yabancıların liderliğinde yapılmasını açıkça önermiştir. Bu arada ülkemizde “özelleştirme çalışmaların yürüten danışman yada muhasebeci firmaların özelleştirme üzerine yaptıkları çalışmalarının bir kısım masrafları Dünya Bankasınca finanse edilmektedir.”[78] Diğer taraftan Dünya Bankası’nın bu önerisine özal hükümetince ülkenin on milyonlarca dolarını “yabancılara izin vermesi nedeniyle”sus payı olarak yerli firmalara bol keseden dağıtılmıştır.
“KİT zararlarının olduğundan daha yüksek gösterme”maksadıyla icat(!) edilen söz konusu değerlendirme ile hükümet ve sermaye halka yanlış bilgiler empoze etmeye başladılar.
KİT’lerin verimsiz oluduğu söylemleri bilimsel değildir. öyle ki; öYK “verimsiz”olduğu iddiasıyla SEKA Akdeniz müessesini de özelleştirmek istemektedir. Ancak, verimsiz olduğu belirtilen işletmenin “İSO 9000”belgeli olduğu ortaya çıkmıştır. Selüloz-İş Sendikası Silifke Şube Başkanı Halil Demirel buna tepki göstererek “işletmeler verimsiz diyerek satmak istiyorlar, İSO 9000 belgesi olan bir tesisi de verimsiz diyorlar”[79] şeklinde konuştu.
1982 yılında sağlanan verimlilik 100 kabul edilirse; kamu sektöründe özele göre 1993 itibarıyla 243,9’a karşı 261,4 gibi bir üstünlük vardır.[80] Aynı endeksle 1998’de 231’5’e karşı 404,8 ile kamu iki kata yakın daha yüksektir.[81]
Ayrıca KİT’ler “açık vererek hazineye yük oluyor”suçlamasını tespit etmek için hazinenin KİT’lere yaptığı ödemeler ile KİT’in hazineye yaptığı katkının karşılaştırılması gerekmektedir. Buna göre 1971-1987 yılları arasındaki verilere göre KİT’lerin Hazineye katkısı, Hazine’nin KİT’lere katkısından tam 6.6 kat fazla olduğu kanıtlanmıştır. Dolayısıyla “KİT’ler açık vererek Hazine’ye yük oluyor şeklindeki açıklamalar maksatlı ve KİT’leri peşkeş çekmeye niyetli bir kafa yapısının ürünüdür. Arslan Başer Kafaoğul “çok önemli Not”unda bakın ne diyor;
“KİT’ler açık veriyor diye eleştiride bulunmak aslında CEHALET’ten ileri geliyor. üretim (Mal ve hizmet üretimi) yapan her firma AçIK VERİR. Ve bizde özel firmalarda büyük açık veriyorlar. üretim, firmaların kendi öz kaynakları ile yürürse, başka sistemlerin ve diğer mali sistemlerin varlık nedeni kalmaz. üretici ya da ticaret firmaları sadece öz kaynaklarını ve birikimlerini değil, aynı zamanda ‘mevduat denilen”toplumun birikiminden doğan değer fazlasını da kullanırlar. Bunlar olmadan. Kredi olmadan özel firmalar ayakta kalamazlar. Hızlı enflasyon nasıl KİT’lerin açıklarını artırmışsa, ülkemizde özel kuruluşların açıklarını da artırmıştır. Firmalar açık vermezse “Banka firmaları”kredi veremedikleri için varlık nedenlerinin yitirirler. Banka firmalar”açık vermese “yurttaşın mevduatı”varolmaz. Toplumun birikimi durur.
Bunu düşünmeden ‘KİT’ler açık veriyor’ demek için insanın ya hiç iktisat bilmemesi yada gözünü kindar bir öfke ile ekonomik yaşama kapaması gerekir. Ben bu hatayı işleyenlerden bu iki hatadan birini seçmelerini istiyorum”
KİT’lerin zarar ettiği iddiası gerçeği yansıtmıyor. 1984 sonrası kasıtlı olarak borçlandırılan KİT’ler 1995 yılı ve sonrasında kara geçtiler. 1991-1995 arasında faiz ödemeleri giderek artan KİT’ler 1995 sonrasında kara geçerek, borçlanma oranı 1998 itibarıyla yüzde 135,7 olmuştur. Aynı dönemde özel sektörde bu oran yüzde 157,9 olarak daha yüksek çıkmıştır. 1990’lara değin kasıtlı olarak borçlandırılan KİT’lerdeki bu oranın kabarık olması da olası bir sonuçtur.
Ayrıca kamu-özel karşılaştırmasında, 1998’de özel sektörün üretimden satışlarında sabit fiyatlarla 1997’ye göre yüzde 2 oranında gerilerken, kamu sektöründe yaşanan gerileme yok denecek miktarda binde 3 oranındadır. Bu anlamda dönem karı artışı ise 1997’ye göre 1998’de kamuda yüzde 28,5, özelde ise yüzde 22,6 oranında seyretmiştir. Net bilanço karı açısından artış oranları çok daha farklı olup özelde yüzde 34’ken, kamuda bu oran yüzde 81.3’tür. Net katma değerde cari fiyatlarla artış ise özelde yüzde 46,4, kamuda ise yüzde 54,3 daha yüksektir.[82]
500 büyük sanayi kuruluşunun ilk 5’inden 4’ü ve en karlı ilk 5’ini tamamı kamu kuruluşlarıdır. Bu anlamda KİT’lerin zarar ettiği söylemleri ideolojik olmaktan başka bir şeyi ifade etmemektedir. Türkiye’nin en karlı kuruluşu ise bir KİT olan TüPRAŞ’DIR.[83]
Ayrıca özelleştirme çalışmalarının danışmanlarla birlikte yürütülmesini belirten Ana Plan’a göre “piyasanın içinde bulunmaksızın ne kadar başarılı olurlarsa olsunlar devlet memurlarıyla bu görevleri tatminkar bir şekilde yerine getirmek imkansızdır”deniliyor. Devlet memurların bu “işin”dışında tutmanın tek mantığı ise halktan gerçeklerin gizlenmesidir.
çünkü uluslararası sermaye kendine yeni alanlar açarken aynı zamanda özelleştirme politikasında belirgin olarak ortaya çıkan sonuç şu ki, “yabancıların”özelleştirme çalışmalarına katılımı ve denetimi sağlamaları istenmektedir. “Yabancı danışmanlık kuruluşu KİT’in ‘satış değerini’ belirleyecek en uygun sermaye yapısını saptayacak, olası alıcıların listesini saptayacak , farklı alıcıların tekliflerinin değerlendirilmesini yapacak ve çok daha önemlisi alıcılarla satış görüşmelerini yürütecektir.”
Bu “yabancı danışmanla”kendilerine bazı “yerli”işbirlikçiler bularak özelleştirmeleri yürütülmektedirler. Bu danışmanlar içinde “Mali Danışmanlı”, özelleştirmelerde “eş-güdüm”ü sağlama işlevini de yürüttüklerinden büyük önem taşımaktadırlar.
Ana Plan’a göre “özellikle satış için, özelleştirme prosessine yardım edecek dış danışmanların hükümet tarafından tutulması önemli bir faktördür. Mali danışmanların her KİT’in satışı konusunda yerine getirmesi gereken görevleri şunlardır;
- -Şirket değerinin belirlenmesi
- -Uygun sermaye yapısının belirlenmesi
- -Bir prospektüs hazırlanması,
- -Hükümetle en uygun satış metodu üzerinde yapılan tartışmalardan sonra , yatırımcıların kısa bir listesinin hazırlanması,
- -Farklı yatırımcıların tekliflerinin değerlendirilmesi,
- -Muhtemel yatırımcılarla müzakereler yapılması,
- -Proses boyunca, hükümetin hukuk ve muhabere danışmanlığıyla koordinasyon sağlanması”
- Ayrıca politika üretmekten ziyade uygulayıcı nitelikte olan “satış gurupları”toplam veya kısmi satış için planlanması, KİT’lerin satışında sorumludur. Bu gurubun atması gereken adımlar şunlardır.
- “-Mali danışman kiralanması,
- -KİT’lerin mali durumlarını denetleyecek bağımsız bir muhabere firması kiralanması,
- -önerilen her hangi bir hukuki konuda danışılmak üzere bir hukuki danışmanının atanması,
- -özelleştirme çabasının kıymetini arıtmak ve her KİT’in satışı hakkında kamuoyu yaratmak amacıyla bir halkla ilişkiler firmasının ataması”nın çok önemli olduğu vurgulanmaktadır.
Kısacası, yapılan özelleştirmelerin uluslararası sermayenin çıkarları doğrultusunda nasıl birer yağma ve talan hareketine dönüştürüldüğü açık bir şekilde ortaya çıkmaktadır.
Yabancı sermayenin özelleştirme ihalelerine daha rahat ve daha güvenlikli girmesi için bir dizi yasal düzenlemelere de gidilmiştir. Bunların içinde en öneli düzenleme Türkiye’nin “Uluslararası Tahkim Kurulu”’nu kendi içi hukukunun üstünde kabul etmesidir. Morgan Guaranty’in hazırladığı “Ana Plan”da “yerli”sermayeye ilişkin özelleştirme açısından açık ifadeler kullanmamaktadır. Ancak “Türkiye’de en iyi özelleştirme yabancılara satıştır”diyen Ana Plan’da “Yurtdışından sermaye, yönetim tekniği ve teknoloji akışı teşvik”edildiği taktirde “dünya çapında”rekabete girebilecek teknolojiye sahiplik ve/veya yönetim ile Türk mal ve hizmetlerine dış pazarların açılabileceği hallerde iyi sonuçlar doğuracağı belirtilmektedir.
“Yabancı yatırımlar sayesinde ekonomik politik bağları güçlendirmek”gerektiği vurgulandıktan sonra, “bu ilerde ticaret hacminin genişlemesine yol açacak ve AB, Ortadoğu ve diğer ülkelerde olan ekonomik/politik bağları güçlendirecektir”deniyor. Ancak ilerde görülecektir ki belirtilen bu noktalar tamamen uluslararası sermaye lehine olacaktır.
En iyi özelleştirmenin yabancılara satış olduğunu vurgulayan Ana Plan’da bunun sebepleri açık bir dille şöyle açıklanıyor.
“Yabancı sermaye özellikle Türkiye gibi sermayenin yetersiz kaldığı ülkelerde gelişme açısından can alıcı önemdedir. Kamu teşebbüslerinin satışı yoluyla, yabancı sermaye bir çok ülkeye gelmiştir. Türkiye’de KİT’lerin özelleştirilmesi; çok fazla ihtiyaç duyulan yabancı yatırımların Türkiye’ye getirilmesi için önemli bir adımdır.”
özelleştirme Ana Planı’nın diğer maddeleri ise tek tek başlıklar halinde şöyledir.
- özelleştirme için yasal düzenlemelere gidilmeli,
- özelleştirme erken başlanmalı,
- Her şeyi danışmanlar yapmalı,
- Ana Plan, parlamento dışı, başbakanın atadığı küçük bir komisyon tarafından yürütülmeli,
- En iyi özelleştirme yabancılara satıştır,
- Sermaye piyasası geliştirilmeli,
- KİT’ler özelleştirmek üzere re organize edilmeli,
- Hükümet KİT ürün fiyatlarını belirlememelidir,
- özelleştirilen KİT’lerin borçlarına devlet garantisi getirilmelidir,
- Devlet tekelleri kaldırılmalı, rekabet tüketicinin yararına olmalıdır,
- Uzun dönemli özelleştirmeler için istihdam düşürülmelidir,
- Ticari ve sosyal güvenlik işlemleri bir araya gelince verimlilik düşer,
- Personel rejimi değiştirilmeli, sözleşmeli personel için Anayasa’nın 128. maddesine dikkat edilmeli.
öZELLEŞTİRME METODLARI
“Morgan Guaranty ANA Planı”nda (MGAP) Türkiye için uygun bulunan özelleştirme yöntemleri.
- Tamamen Yönetimdekilere Destekli Satışı: Şirketin az miktarda öz sermaye ve büyük oranda dış kaynak kullanan yöneticilere öz sermaye ve büyük oranda dış kaynak kullanan yöneticilere yatırımcılara tamamen satılması,
- Hisselerin Halka Arzı: Menkul kıymetler borsasında şirket hisselerinin serbestçe satışa sunulması,
- özel Tahsis: Hisse senetlerinin doğrudan bankalara, emekli sandıklarına, sigorta şirketlerine tahsisi,
- Birleşme Satın alma: Yabancı veya yerli şirketlere satışı,
- Ortak Girişim: önemli oranlardaki hissilerinin çoğunlukla yüzde 50 yerli veya yabancı şirketlere satışı,
- Azınlık Hissesi: Şirketlerin yüzde 50’sinden azının özel sektöre satışı,
- Mal Varlıklarının Satışı: Şirket mal varlıklarını bunları daha etkili kullanabilecek olan şirketlere satışı.
- Diğer özelleştirme alternatifleri;
- Gelir Ortaklığı Senetleri: özel kesime gelirden pay verme,
- Kiralama: şirketin mal varlıklarının dış firmalara kiralanması,
- Yönetim Sözleşmesi: Sözleşme bazında şirkete özel yönetimin getirilmesi,
- Hizmet Sözleşmesi: Bazı hizmetlerin sağlanabilmesi için hükümetin özel bir şirketle sözleşme yapması,
- Yavaş Yavaş özelleştirme: Yeni yatırımlara özel sermaye enjeksiyonu ile yavaş yavaş özelleşmesi,
- Hisse Senetlerinin Sermaye Piyasasında Yavaş Yavaş Satışı: Hükümetin rolünün azaltılması, özel sektör alternatiflerinin özel avantajlarının kesilmesi,
24 Ocak sonrası uygulanmakta olan özelleştirme biçimlerin 9 gurupta sıralayabiliriz. Bunlar:
1- Yap-İşlet-Devret (YİD) modeli sonraları Yap-İşlet-Sahip ol modeli.
2- Devletin eğitim ve sağlık gibi tüm toplum yararına sağlaması gereken hizmetlerin özelleştirilmesi
3- Kamu çalışanlarınca yerine getirilen hizmetlerin özele ihale edilmesi,
4- Gelir ortaklığı senedi
5- KİT hisse senetleri
6- özelleştirmeye dair yasal yolların açılması
7- Devlet tekellerinin kaldırılması ve hizmetleri özel firmalara açma,
8- Blok satışlar
9- Yabancıya blok satışlar
YİD ve Yİ modelleri ile yollar vb. alt yapı hizmetleri özel sermayeye yaptırılarak, belli bir süreliğine gelirleri özele verilecektir. Böylece önceleri bedava olan alt yapı hizmetlerinin kullanımı zamanla ücretli bir hal almıştır. Bu uygulama bir alt biçiminde olsa özelleştirmeye doğru atılmış önemli bir adım olmuştur.
Devletin eğitim ve sağlık gibi tüm toplum için yapması gereken hizmetlerinin özele açılması kamu hizmeti veren eğitim ve sosyal güvenlik kurumlarının bazı özel kuruluşlarla sözleşmeli olarak ortak “hizmet”vermeleri özelleştirmenin sosyal kabulünü sağlamak yönünde atılmış önemli adımlardandır. üstelik kamu kurumlarında ki hizmet kalitesi özellikle yetersiz tutularak, halkın özele olan güven ve ilgisinin arttırılması da sağlanmaktadır.
Belediyelerce yürütülen kent içi düzenlemeler, çevre temizliği, yol yapımı vb. gibi hizmetlerin özele ihale ile devredilmesi, örneğin kent içi ulaşımda özel otobüslerin olması gibi hizmetlerin özelleştirmesi esas olarak kamu çalışanlarınca yerine getirilen hizmetlerin özele ihale edilmesidir. Bu yöntem daha kapsamlı özelleştirmelerin yapılması için toplumsal desteğin artırılmasını sağlayan bir hazırlıktır.
Gelir ortaklığı senedi her ne kadar bir özelleştirme değildir dense de, aynı ideolojik yaklaşımın bir ürünü olduğundan özelleştirme kavramı içerisinde değerlendirilebilir.
Asıl olarak iç borçlanma işlevinin yerine getiren Gelir Ortaklığı Senedi, endeksli tahvildir. Köprü, baraj elektrik santrali gibi kamu kuruluşları ve alt yapı hizmetlerinin gelirleri ne devlet garantisi ile özel sektörün ortak edilmesidir.
KİT ve iştiraklerine gerçek ve tüzel kişilerin ortak edilmeleri, ilk kez 2983 sayılı yasa ile yasal dayanağa kavuşturulmuştur. Son dönemde bu yöntem daha fazla ön plana çıkarılıyor. örneğin TUPRAŞ’ın hisse senetlerinin “halka arz”yoluyla özelleştirmesi buna bir örnektir.
Daha sonra (1986) 3291 sayılı yasa ile KİT’ler, bağlı ortaklıkları ve iştirakleri aşağıda sıralanan yollar ile özelleştirileceklerdir.
- KİT ve iştiraklerinin tamamen ya da kısmen, doğrudan satılması,
- Kiralanması,
- İşletme devri hakkı,
- Hisse senetleri ile satışı,
- Devir yada teşvik edilmesi,
özelleştirmede bu yollar her an kullanılabilecektir. En yaygın özelleştirme yöntemi ise özelikle satışların hacmi ile orantılı olarak blok satışlardır.
1988’de yapılan ilk blok satış, Ansa ve Made’nin Coca-Cola’ya satılmasıdır. Daha sonra ise USUS, çitosan ve Yem Fabrikaları’da blok satışlar şeklinde özelleştirmiştir. Ayrıca yabancılara yapılan blok satışlar ise nerdeyse özelleştirmelerin yüzde 90’ını oluşturmaktadır.
özelleştirme yöntemlerinden bir diğeri ise çay, tütün, maden, elektrik üretimi ve iletiminde olduğu gibi devlet tekellerinin kaldırılması ve başta bu alanların sermayeye açılmasıdır. Sosyal, ekonomik, çevresel vb.. nedenlerden dolayı kimi sektörlerde devlete tanınan imtiyazların kaldırılması ile gerçekleşen süreç fiili bir özelleştirme değildir. Ancak, kamu mal ve hizmetlerinin özele devri olmasa da aynı mantık güdüldüğünden özelleştirme kavramı içinde sayılmalıdır.
“Rödenans usulü üretim”Ocakların parça parça ihalelerle sonucu satılması ile kaçak işletilen küçük ‘aile ocakları’ ortaya çıktı ve bu yöntemin doğal bir soncu olarak da, bölgenin kömür vurguncularının birer taşeronu haline geldiler. Bir çoğunun da MHP’li olması işin diğer yanının oluşturuyor. Böylece rödenans yöntemiyle Türkiye Taş Kömürleri Kurumu (TTK) tasfiye ediliyor.
Bu yöntemle, TTK batırılırken, aynı zamanda yıllardır süren kaçak kömür ve maden ocaklarının yasal kılıfı da hazırlanmış oluyordu. Rödenans yöntemi ile önce bazı kişi ve guruplara satılan ocaklar, zamanla daha büyük gurupların elinde toplanarak, yeni özel tekkeler oluşturuluyordu.
Rödenans, hem madenlerin işletilmesi hem de orman arazilerinin tahsisi açısından yasal düzenlemelere de tamamen aykırıdır.
***
1980 sonrası bir çok KİT, Böl-Parçala-Sat modeline göre sermayeye peşkeş çekilmiştir. özelleştirilmesi düşünülen kurum önce bölünüyor, sonra bölünen her parçaya “şirket”statüsü sağlanarak hisse senetleri aracılığıyla satılıyor. Zamanla da bu hisse senetleri belirli ellerde toplanmaya başlıyor.
örneğin, Adana TEKEL, bu şekilde sermayeye satılmak isteniyor. TEKEL’in sigara, yaprak, alkollü içkiler, pazarlama ve dağıtım gibi ayrı yarı bölümleri birbirinden ayrılarak her bölümün “Anonim Şirket”statüsüne sokulmasının nedeni budur.
“TEKEL’in günlük cirosu 6,5 trilyon olarak belirtilmektedir. Karı göz kamaştıran bu kuruluşu 1999 yılı sonunda 1,5 katrilyon lira ciro yapmış ve devletin kasasına 100 trilyon lira kar girmiştir.”[84]
Petrol-İş’in hazırladığı raporda; TüPRAŞ’ın halka arz yoluyla satışının özelleştirme karşıtlarının direncini kırmaya yönelik olduğu belirtildi.
TüPRAŞ hisselerine 167 bin kişinin talepte bulunmasının hiçbir şey ifade etmediğine dikkat çekilen raporda; “çünkü önemli olan bu hisselerin gelecekte ne olacağıdır. TüPRAŞ yönetimine gerçek anlamda kimin hakim olacağı önemlidir. örneğin PETKİM’in yüzde 4.14 hissesini 76 bin 199 kişi aldı. Ancak hisse değeri ancak birkaç kişide toplanmış durumdadır. En azından işçiler ellerindeki hisseleri satmışlardır.”[85] görüşüne yer verildi.
Böylece halka arz yöntemiyle toplumsal destek oluşturma yoluna gidildiği görülüyor.
özelleştirme uygulamalarının işçi sınıfı ve emekçi halk nezrinde “haklı”ve “meşru”laşmasını sağlamak üzere ve toplumsal destek sağlamak amacıyla KİT’lerin sendikalara satılması için değişik yol ve yöntemler denendi. Pek çok çıkar çevreleri ile de ilişkilendirildiler. önceleri özelleştirmelere karşı olduğunu söyleyen bazı sendikalar Karabük Demir-çelik ve Et-Balık Kurumu ve benzerlerine sembolik talip oldular.
“İşçi sayısı 5850 olan, Kardemir’in yüzde 35’i işçilere kalanın yüzde 30’u Karabük Sanayi ve Ticaret Odalarına, yüzde 10’u Esnaf Odalarına ve kalan yüzde 25’inin ise halka satılması kararı alınırken 4 bin işçinin çalıştığı Et-Balık Kurumu ise önceleri tamamen Hak-İş’e satıldı ancak sonradan bu satıştan vazgeçildi.”[86]
KİT’leri satın alma sevdasına giren sendikaların yönetimleri işçi sınıfı düşmanlığını bir kez daha sergilemiş oldular. çünkü bu şekilde sermayenin eline birden fazla koz vermiştir. Bunlardan birincisi; sendikaların işçi sınıfı örgütü olma kimliklerini yitirme tehlikesi, ikincisi; sendikalara yönelik var olan güven bunalımının daha da derinleşmesine katkıda bulunurken, üçüncü; olarak da bu tehlikeli girişimler kapitalizmin ve özellikle de özelleştirme propagandası için bulunmaz bir fırsat yaratılmıştır.
Bu girişimlerle hem özelleştirmelere katkı sunuluyor. Hem diğer sendikaların karşı duruşlarının önü tıkanmak isteniyor, hem de sendikalar üyeleri ve halk nezrinde güven yitimine uğratılıyor.
öZELLEŞTİRME “GELİRLERİ”VE EN KARLI KESİM
“Ekonominin genel çizgileri itibarıyla ulusal gelirin yüzde 15’ine yakın bir oranı işletmeci KİT’lerce sağlanmaktadır. Ayrıca satış hasılatı artış oranları enflasyonun üzerinde bir seyir izlemektedir.”[87]
500 büyük firma tarafından ödenen dolaylı vergiler içinde kamunun payı 1997’de yüzde 75, 1998’de yüzde 66.6 gibi satış hacmine göre oldukça yüksek orandadır. “Kamu sektörü satış hasılatının yüzde 20’sini, özel sektör ise yüzde 5’ini dolaylı vergi ile ödemektedir. Gene 500 büyük içinde yer alan 41 kamu kuruluşu yaratılan toplam katma değerin yüzde 40’ına sahiptir.”[88]
Bu anlamda Türkiye’nin en büyük 500 sanayi kuruluşunun içinde yer alan 41 kamu kuruluş, 500 firmanın toplam hacminin yarısına yakın bir büyüklükte ekonomik değere sahiptir. özelleştirmede istenen işte bu paydır.
öİB gibi KİT’leri yok etmek amacıyla kurulan bir kuruluşun elinde olmasında rağmen KİT’lerde bu ekonomik başarı sağlanabilmiştir. Eğer KİT’ler “işletmeci bir kurumun”elinde olsaydı bu performansın daha da ileri seviyelerde olacağı, bu verilerle kesinleşmiştir. Hükümetlerin özelleştirmeleri kamu oyuna kabul ettirebilmek için ortaya attıkları argümanların geçersizliği gün gibi ortadır.
KİT’lerdeki istihdama bakıldığında ise son on yılda yüzde 30’luk bir düşüş bulunmaktadır. Bu düşüşün bir kısmı özelleştirmeler nedeniyle olurken, geriye kalan büyük bölümü ise emekli ayrılan işçilerin yerine yeni işçi alınmamasındandır. özelleştirmeye hazırlıklardan biri olan istihdamın düşürülmesi zorunlu hallerde, taşeron eliyle istihdama gidilmesini beraberinde getirmektedir. 1990-2000 yılı verilerine göre özelleştirme kapsamında olan KİT’ler de dahil olmak üzere, kamuda istihdam 643 bin 58’den 449 bin 414’e düşmüştür. Aradaki fark 193 bin 644’tür.
özelleştirmeden yüksek gelir sağlayacağını belirten hükümet yetkililerinin bu iddiaları temelsizdir. Petrol-İş’in hazırladığı rapora göre özelleştirmelerin tam bir yağmaya dönüştüğü KİT’lerin değerlerinin altında satılmasıyla “özelleştirme mafyasının”oluştuğu kaydedildi. Raporda “1999 yılı sonunda özelleştirmelerden sağlanan tahsilatın 4.1 milyar dolar olduğu satışlar için yapılan harcamaların ise 5.8 milyar dolara ulaştığına dikkat çekilmektedir.”[89]
Esasında özelleştirmeye karşı durmanın dayanak noktası olarak satışlardan az gelir sağladığı argümanı çok da önemli değildir. Zira ederinden çok yüksek fiyatlara dahi satılabilen bir KİT’in özelleştirmesi, kamusal açıdan kabul edilebilir değildir.
1985’de başlayan özelleştirme uygulamaları ile bir çok KİT yok pahasına sermayeye peşkeş çekildi. özelleştirmeler sonucu bir çok kuruluştaki kamu payı da satıldı. Bugüne değin gerçekleştirilen özelleştirmeler sonucunda 32 kuruluşta kamu payı kalmamıştır. “212 kuruluş öİB tarafından özelleştirme kapsamına alındı ve satış işlemleri yapılmaya başlandı.”[90]
öİB 2000’de 24 kuruşun blok, halka arz, varlık ve iştirak satışı yöntemleriyle özelleştirmesinin hedefliyordu. öİB 2000 yılı özelleştirme programının toplam hasılatını 5.2 milyar dolar nakit tahsilatını ise 3.1 milyar dolar olarak belirlemişti. 2000 yılında ilk hedef TüPRAŞ, Erdemir, THY, POAŞ, İs-Demir, Karadeniz Bakır İşletmeleri gibi kuruluşlar oluşturuyordu.
2000 yılı I. çeyreğinde; Deniz Nakliyat, ORüS, Karadeniz Bakır İşletmeleri, TAKSAN, TZDK ve TURBAN’da varlık satışının gerçekleştirilmesi planlanmıştır.
- çeyreğinde; TüPRAŞ’ın halka arzını, POAŞ, Petkim, İs-Demir, iştirakler, KBİ’nin blok satışını, SEKA ve Sümer Holdirg’de varlık satışı ile Trabzon Limanı’nın satışını planladı.
III. çeyreğinde; THY’nin blok satışını, İstanbul Ataköy Marina ve otel satışı, İMKB iştirak hisseleri satışı, iştirakler, Tüpraş ve İgsaş’ın satışları,
IV çeyreğinde ise; Erdemir’in halka arzı, iştirak satışı, Tüpraş’ın blok ve halka arzı, Petkim’in blok ve halka arzı işlemlerinin sonuçlandırılması programlanmıştır.[91]
öZELLEŞTİRME YABANCILAŞTIRMADIR.
1994 yılında özel sektörün borcu basında 4 milyar dolar olarak yer alırken, Aralık 94’te Para Dergisi tarafından yapılan araştırma sonucunda, İMKB’ye kayıtlı şirketlerin borcu 7 milyar dolar olarak bildirilmiştir. KİT’lerin borcu ise 100 trilyonlarda seyrediyor.
Bu durumda KİT’leri kim alacak? Yerli sermaye borç batağında ve iflaslarla boğuşuyor. Yabancı sermaye ‘işe’ ‘stratejik’ olarak bakıyor. örneğin PTT’nin T’sinin kolay alıcı bulması karlı olması nedeniyle değildir. İşin içinde ideolojik ve politik nedenler bulunmaktadır.
Kısacası özelleştirmelerden ancak mafya ve bazı ‘çevreler’ yararlanabilecektir. Arjantin ve Meksika örneklerinde de böyle olmuştur. örneğin Meksika’da yapılan 21 milyar dolarlık özelleştirmenin 11 ailenin çıkarına olduğu ortaya çıkmıştır.
Türkiye’de özelleştirmeden yararlanan ‘çevre’ hiç kuşkusuz ki tekelci sermayedir ve böyle olmaya devam edecektir. öİB verilerine göre yabancı ve yerli holdinglere yapılan özelleştirmelerin toplamı satış hasılatı, 1 milyar 797 milyon dolardır. çalışanlara, birliklere ve kooperatiflere yapılan satışlardan elde edilen tutar ise 42 milyon dolardır. Bu rakam yerli-yabancı sermayeye yapılan satışlarla birlikte hesaplandığında toplam tutarın %2.3’ünü oluşturuyor.[92]
Türk-iş hazırladığı bir çalışma raporunda; “1980-1986 tarihleri arasında gerçekleştirilen özelleştirmelerin %20.4’ünün yabancı sermayeye aktarıldığını belirtiyor. Yabancıların aldığı bu kuruluşların yarısını ise uluslararası düzeyde faaliyet gösteren tekellerin eline geçtiği ve bu oranın %52.7 olduğu vurgulandı.”[93]
Bu verilere göre Türkiye’deki özelleştirmelerde aslan payı yabancı ve onun işbirlikçisi olan yerli sermayeye gitmektedir.
özelleştirmenin büyük bölümü ‘blok satış’ yöntemiyle olmaktadır. “özelleştirme işlemleri dolar değerinden hesaplandığında, satışların %43.9’u blok satış yoluyla gerçekleştirilmiştir. özelleştirme tahsilatının %44.6’sı blok satış yöntemiyle yapılanlardan alınmıştır. Ayrıca ‘Halka arz-Blok satış’ yöntemiyle yapılan özelleştirmelerin de %76.8’i blok satıştır.”[94]
Böylece tablo netleşmiş oldu. öncelikle ‘kamu mülkiyetini halka yayma’ iddiaları çürüdü. ‘Yerli’ ve yabancı sermayeye ‘blok satış’ yöntemiyle KİT’ler hiç pahasına satıldı. Buna ilişkin verilere de bakıldığında; “Mayıs 1994’e kadar yapılan özelleştirmelerden elde edilen gelir 23.1 trilyon TL, bunun 17.2 trilyon TL’si gider ve elde kalan sadece 5.4 triyon TL’dir. Bunun dolar karşılığı ise; gelir 2 milyar 937 milyon, gider ise 2 milyar 583 milyon dolardır. Elde kalan 354 milyon dolardır. Bu rakam 100 trilyona yaklaşan zorunlu tasarruf ve SSK işveren prim alacakları rakamları karşısında minicik bir rakamdır. Böylece özelleştirme sonucu büyük bir gelir sağlanacağı söylemi de çürümüş oldu.”[95]
Dünya Bankası Türkiye direktörü Ajay Chhibber Türkiye’nin enflasyonla mücadele programına ilişkin ‘Türkiye ilk golü attı, oyundan galip ayrılması için hücumu sürdürmesi gerekir’ dedi ve enflasyonla mücadelenin başarıya ulaşması için üç yılda 18 milyon dolarlık özelleştirme yapılması gerektiğini söyledi. Yani sermayenin bu sözcüsü özelleştirilmelerin hızlandırılmasını istiyor. “özellikle uluslararası sermaye için önemli olan alanlarda Chhibber, Türkiye’de üç düzenlemenin hayati önem taşıdığını söyledi. Tarım başta olmak üzere, bankacılık reformunun uygulanmaya konması ve üçüncü olarak da, enerji ve telekominasyon olduğunu belirtti.”[96]
YABANCI SERMAYE VE öZELLEŞTİRME
Neden en iyi özelleştirme yabancılara satıştır? Bu soruya verilecek cevap açıktır ki; Türkiye’de kronikleşen dış borç ve faizlerinin ödenmesi konusu ile iç borçların ağırlığıdır. Türkiye öyle borçlanmıştır ki artık borç olmadan bu çarkı döndürebilecek güç kalmamıştır. Tıpkı, son 20 yılını IMF güdümünde neo-liberal politikaları uygulamakla geçiren diğer yeni sömürgeler gibi. Bu anlamda gene yeni borç ve kredi arama yollarına girişmek ‘zorunda kalan’ devlet, uluslararası finans kurumlarından borç istemek zorunluluğu ile karşı karşıyadır. Uluslararası sermayenin politikaları doğrultusunda davranan IMF ne Dünya Bankası, sermayeye yeni yatırım alanları açılması için sömürge ülkelere bazı politikalarını dayatmaktadır. “özelleştirme politikasıyla sermayeye, sömürgelerde kendine yeni yatırım alanları –örneğin KİT’lerin kendilerine transfer edilmesi- açmaktadır. özelleştirme politikasının en önemli yönlerinden biri budur. Nitekim, özelleştirmelerde ağırlığın yerli-yabancı tekellere verildiğini ve bunun içinde yabancı sermayeye yapılan satış miktarının 302,981 milyon dolar olduğunu öİB açıklamalarından görüyoruz.”[97]
Dünya Bankası ve IMF ile uzun zaman yapılan görüşmeler dahi bu görüşmeler sonrasında kabul edilen Tahkimin, öyle bir anda gelişen ve kabul edilen bir konu olmadığını göstermektedir.
IMF, Türkiye’nin ‘dış kredilendirilmesi’ için, Uluslararası Tahkim’ dayatırken; Dünya Bankası da Tahkim’i ‘mali yardım’ın şartı olarak öne sürmekteydi. Dünya Bankası Türkiye Direktörü Ajay Chhibber’in enerji sektörüne özel sektör sermayesini çekebilmek için tahkimin kabulünün şart olduğunu söylemesi, ilkin tahkimin enerji alanında kabulünde etkili olmuştur.
Kamu imtiyaz şartlaşma ve sözleşmelerinden doğan uyuşmazlıklarda Uluslararası Tahkimin yolunu açan ve Danıştay’ın rolünü ‘görüş bildirme’ye indirgeyen, 21/01/200 tarih ve 4501 sayılı yasa TBMM’den iki defa geri çevrildikten sonra, uzun tartışmalar sonucu kabul edildi.
Peki nedir bu ‘Uluslararası Tahkim Kurulu’ ?
Bu kurul, anlaşmanın bağlayıcı özelliğini oluşturan bir mekanizma olarak, yatırım yapacak ülkenin karşısına çıkacak olan bir merci. Yabancı sermaye, yatırım yaptığı bir ülkede –diyelim ki Eurogold Firması- herhangi bir sınırlamayla karşı karşıya kaldığı takdirde –Eurogold hakkındaki hukuki karar ve süreci hatırlarsak(!)- ortaya çıkan anlaşmazlık bu kurulda görüşülecek. Eğer ‘yatırımcı şirket haklı bulunursa’ taraf olan ülke hem ‘şirketin zararını tazmin edecek’ hem de zarara neden olan ‘yasalarını ve iç hukuk uygulamalarını değiştirmek zorunda kalacaktır.’ Ayrıca yatırımcı şirket, yatırım yaptığı ülkeyi tahkime verebilirken, ‘yatırımlarından dolayı’ çeşitli ‘zararlara uğrayacak olan ülke’ söz konusu şirketi tahkime verememekte, davacı olamamaktadır. Yani uluslararası tahkim kurulunda devletler muhatap olarak bir taraf kabul edilmiyor. Dolayısıyla tahkimde uluslararası tekellerin ‘borusu ötmektedir’.(!) Bu çerçevede, uluslararası kurumların ‘ısrarcılıkları’nın altında yatan neden, uluslararası sermayenin öz
elleştirme ihalelerine girişlerinin hızlandırılmasıdır.
‘Aşırı derecede borçlandırılarak dünya mali sermayesine bağımlı hale getirilen yeni sömürge ülkelerin mali dengelerini kontrol altına alan emperyalizm, yeni sömürgelerde oluşturduğu mali dengesizlik nedeniyle kaynak ayrılamayan ülkelere kendi sermayesini ihraç ediyor. üstelik, yeni sömürgelerin yargı kurallarını bile tanımamak suretiyle'[98]
Bu anlamda uluslararası sermaye; Uluslararası Tahkimlerle, yeni sömürgelere daha risksiz ve daha güvenli bir şekilde girerek, sömürüyü daha da katmerleştirebilecektir.Yabancı sermaye ülkemizdeki özelleştirmelerde “stratejik”alanlara talip olmaktadır. KİT’lere talip olan yabancı sermaye genelde iki alana gözünü dikmiştir.
1- Telefon ve telekomünikasyon (Telekom)
2- Türk Hava Yollar (THY)
Yabancı sermaye KİT’leri satın almak yada önemli miktarlarda pay sahibi olmak için “ayrıcalık-imtiyaz”istiyor. örneğin Telekom’un işletme hakkının “tekel halinde”kendisine devredilmesini istemiştir.[99] Bu anlamda iletişim, havayolları, enerji gibi önemli alanların telek halinde yabancılara devredildiği düşünüldüğünde; örneğin haberleşme alanını yabancılara devrettiğimizde ülkenin tüm enformasyon kanalları uluslararası tekellere zahmetsizce sunulacaktır. Nitekim Meksika ve Arjantin örnekleri de göstermiştir ki, bazı önemli alanlar tekel halinde yabancı firmaların eline geçmiştir. Türkiye’den bir örnek verilecek olursa; Türk Telekom’un özelleştirmesinde büyük pay “stratejik ortak”a ayrılmıştır.
öİB Türk Telekom’un yüzde 40’ını özelleştirme planına aldı. Bu planda Telekom hisselerinin yüzde 20’si “stratejik ortak”olarak nitelenen yatırımcılara satıldığına dikkat çekildi. Yüzde 20’lik “blok satışa”talip olan konsorsiyumda ise yüzde 5’i yabancı ortak şartı ve yüzde 14 “uluslararası halka arz”olmak üzere toplam yüzde 65 yabancı şartı getirildi.[100]
öZELLEŞTİRMEDE HEDEFLER TUTMUYOR.
Yalçın Doğan’ın Milliyetteki yazısında (6.2.2000) ilginç bir saptamada bulunuyor. 1985’de özelleştirme ile tanışan Türkiye’de örneğin Petkim ve Erdemir tam 13 yıldır özelleştirme kapsamında. Ama bu güne değin Petkim’in sadece yüzde 3.57’si Erdemir’in de yüzde 2.71’i ancak özelleştirilebilmiştir. Gene aynı kapsamda yer alan Tüpraş yüzde 3,58, Poaş yüzde 3.09, THY’nin ise yüzde 1.7’si özelleştirilebilmiştir. Ayrıca 1998 yılında özelleştirme hedefi 4 milyar 580 milyon dolar olarak saptanırken, ancak 1 milyar 19 milyon dolarlık bir özelleştirme gerçekleştirilmiştir. 1999’da ise özelleştirme hedefi 4 milyar dolar olarak belirlenirken, 59,3 milyon dolarlık bir özelleştirme gerçekleştirilmiştir. Bu özelleştirmelerden tahsis edilen miktar ise 24 milyon dolardır.
“1995’in başına kadar da 10 KİT’den 8’i, 37 bağlı ortaklıktan 14’ü, 6 bankadan 4’ü, 74 iştirakten 28’i 1987’den beri programa alınmasından beri özelleştirilememiştir.[101]
Dolayısıyla özelleştirmecilere sağlanan tüm desteklere, onca çabaya rağmen çok az sayıda özelleştirmenin yapılabilmesi Türkiye’de özelleştirmenin yapılamadığını göstermektedir.
Dip Notlar
[75] özelleştirme üzerine, Syf:23
[76] özelleştirme üzerine, Syf:25
[77] 93-94 Petrol-İş Yıllığı, Syf: 183-190
[78] özelleştirme üzerine, Syf: 59
[79] Cumhuriyet; 13-10-1998
[80] 93-94 Petrol-İş Yıllığı, Syf: 183
[81] 97-99 Petrol-İş Yıllığı,Syf: 355
[82] 97-99 Petrol-İş Yıllığı,Syf: 355
[83] Milliyet, 29 07 1999
[84] Evrensel, 25 03 2000
[85] Cumhuriyet,04 03 2000
[86] 93-94 Petrol-İş Yıllığı, Syf:183
[87] 97-99 Petrol-İş Yıllığı, Syf: 300
[88] 97-99 Petrol-İş Yıllığı, Syf: 355
[89] Cumhuriyet, 03 04 2000
[90] Evrensel, 11 04 2000
[91] Evrensel, 21 12 2000
[92] 97-99 Petrol-İş Yıllığı, özelleştirme Bölümü tablo 27-28-29 –Syf:.327,328,329,330,331
[93] 19.09.1997-Cumhuriyet
[94] 97-99 Petrol-İş Yıllığı, Syf: 301
[95] 93-94 Petrol-İş Yılığı, Syf:191
[96] 19.01.2000-Radikal
[97] 97-99 Petrol-iş Yıllığı s:331
[98] özgürlük Broşür Dizisi 2 –MAI, Yeni Sömürgeciliğin Yeni Anayasası- s.28. Ayrıntılı bilgi için tamamını inceleyiniz.
[99] Kafaoğlu – Ek: 1-2
[100] Dünya Gazetesi. 9.2.2000
[101] 93-94 Petrol İş Syf: 191
KRİZLER KARIŞINDA KİT’LER VE ÖZEL SEKTÖR
KİT’LERDE İSTİHDAM POLİTİKALARI
1994 yılında istihdam ve işçilik giderleri düşmüş, satış hasılatı ise artmıştır. 1984’de finans sektörüne kaynak aktarmak amacıyla borçlandırılan KİT’ler 90’lara gelindiğinde yok pahasına elden çıkarılmaya yada kapatılmak amacıyla zarar ettirilmeye başlanmıştır. Ancak KİT’ler gene dokuz canlı çıkmış tüm bu olumsuz müdahalelere rağmen yine de olumlu göstergeler ortaya koymuştur.
1994 yılında yaşanan krize rağmen, kamunun sanayi üretim göstergeleri artı verirken, çok güvenilen özel sektör eksi vermiştir. Bu da ortaya koymaktadır ki, sanayi üretiminde özel sektör kriz karşısında çökerken kamu sektörü özelleştirme amaçlı tüm uygulamalara rağmen üretim artışını sürdürmüştür. Bu nedenle sanayileşme açısından KİT’lerin önemi bir daha ortaya çıkmıştır. İstanbul Sanayi Odası verilerine göre; 1998’de en büyük 500 sanayi kuruluşunun gelirlerinin yüzde 87.7’si faizden oluştuğu görülmektedir.
İstanbul Sanayi Odası yönetim kurulu başkanı Hüsamettin Kavi, “Satış karlılığı yüzde 8.3’den yüzde 4,8’e düşüyor. Daha da çarpıcı olanı üretim faaliyet karı yüzde 0.0 (zarar) yani artık üretim yaparak kar etmek mümkün değildir demektedir.[102] Kısacası 500 büyük sanayi kuruluşu verilerinden açıkça görülüyor ki 1998 krizi karşısında özel sektör her türlü devlet desteğine rağmen çöküş içinde, kamu sektörü ise ayakta kalmaya devam etmektedir.
KİT’lerde istihdam ve ücret politikaları öteden beri çalışanlar aleyhine sürdürülmüşken, krizler bunu daha da derinleştirdi. 1989-90-91 yıllarında işten çıkarmaların amacı sendikasızlaştırma iken, 1994 sonrası kriz bahanesi de buna eklendi. 1969-99 yılları arasında 722 bin 742 sendikalı işçinin işten atıldığının derlenmesi, Türkiye’de sendikalaşma yoğunluğunun gerilemesine de bir cevaptır.
özelleştirme sonucu işten atılma oranı yüzde 68.2 sendikasızlaşma oranı ise yüzde 72’dir. 1997-98-99’da özelleştirme nedeniyle 8 bin’e yakın işçi işten atıldı.[103]
Sonuç olarak krizler özel sektör açısından kötü sonuçlar doğururken, kamu sektörünün krizlerden alnının akıyla çıktığı görülmektedir.
KAMUDA üCRET FAZLALIĞI YOKTUR
Kamu sektöründe ücretler, özel sektöre göre yüzde 29 daha yüksektir.Bu verilere bakılarak kamudaki ücretlerin yüksekliğinden bahsedilemez. Tersi, özel sektördeki ücretlerin düşüklüğünden söz edilmelidir. Kamu çalışanlarının göreceli olarak gösterdiği iyi durum, baz alınan kriterin (asgari ücretin) çok düşük olmasındandır. Bu anlamda KİT’lerde ücretler çok yüksek değildir.
İstanbul Sanayi Odası’nın 500 büyük sanayi kuruluşunun verilerine dayanarak açıkladığı sonuçlara göre, katma değerin paylaşımından (sabit fiyatlarla) ücretin (işçilik giderlerinin) aldığı payın kamuda da gerilediği görülüyor. “1982 yılında yüzde 49.4 olan ücret oranı 1993’de yüzde 36,5’e düşmüştür. ücretin aynı dönem içinde satış hasılatından aldığı pay ise yüzde 13’ten, yüzde 11.6’ya gerilemiştir.”[104]
Türk-İş’in hazırladığı çalışma raporunda ise 1993 sonrası raporun çıktığı tarihe kadar ücretlerin yüzde 41.3 oranında gerilediği belirtilmektedir. Raporu göre özelleştirmeden en fazla zarar gören kesim için sadece 53,1 milyon dolarlık harcama yapıldığı vurgulanmaktadır. Raporda söyle denildi; “Bunun 30,3 milyon dolarını sosyal yardım zammı ödemeleri., 10,2 milyon dolarının özelleştirme ye bağlı iş kaybı tazminatı ödemeleri ve 8 milyon dolarının özelleştirme sonrası tazminat ve benzeri diğer personel ödemeleri için yapıldığı belirtilmektedir.”[105]
Böylece KİT’lerin özelleştirmesi propagandalarında kullanılmaya çalışılan ‘ücretlerin yüksek olduğu’ söylemlerinin de mesnetsiz olduğu ortaya çıktı.
öZELLEŞTİRMECİ MEDYA
Televizyon, radyo ve benzeri kanallarda özelleştirme üzerine yapılan yorumlar, adeta gerçekleri çarpıtma yarışına dönüşerek, halkın haber alma hakkı ihlal edilmektedir. örneğin özelleştirme karşıtı eylemlere ya hiç yer vermeyerek, ya da verildiği taktirde de çarpıtılarak verilmesi tamamen gerçeklerin halktan gizlenmesi amacına yöneliktir. Diğer yandan özelleştirmecilerin haberleri allanıp pullanarak seyircinin önüne konuluyor. Bunun nedeni ise, ulusal ve yerel bazda yayın yapan büyük medya kuruluşlarının neredeyse tamamının sermaye tekellerinin elinde olmasıdır. Olmayanlar ise zaten ya süreli ya da süresiz olarak kapatılmaktadır. Ancak tekelci medyada, toplum ahlakına aykırı yayın yapmak nedeniyle süreli kapatmaklara uğrayabilmektedir. Ancak tamamen veya uzun süreli kapatılan bir özelleştirmeci medyaya rastlamak mümkün değildir
Sonuç olarak gerek özelleştirmelerde gerekse genel olarak sermayenin ideolojik bir saldırı aracı olan medyadaki yapılanmayı şematik olarak şöyle gösterebiliriz. “Gazete-Dergi-Radyo- Televizyon- Finans kurumu”Bu şema uyarınca yapılan medya tekellerinin başlıcaları ise şunlardır.
1- Star Gazetesi – Star televizyonu – Kral Tv.- Süper FM – İmar Bankası – Uzan Holding
2- Sabah gazetesi – ATV-çeşitli dergi ve yayın organları – Eti Bank – Bilgin Guru
3- Hürriyet ve çeşitli gazete dergiler- Kanal D – Radyo D – Doğan Gurubu
4- Aksoy Yayıncılık – Shw Tv – Show Raydo – İktisat Bankası – Erol Aksoy Grubu
5- Türkiye Gazetesi – TGRT – TGRT Radyo – İhlas Finans – İhlas Holding – Enver ören
6- Zaman Gazetesi –Samanyolu Tv – çeşitli Dergiler – Saman – Asya Tv – Fetullah Gülen
TüRKİYE EKONOMİSİNE GENEL BİR BAKIŞ
1979 sonlarında ekonomi tam bir tıkanma noktasına varmıştı. 1977 yılında patlak veren bunalımı kısmen erteleyen önlemler dışında köklü çözümler getirilmemişti. 1980’lerin başlarında ise bunalım giderek derinleşmiştir. Yükselen enflasyon ve pahalılık, yokluklar, karaborsa ve ekonomiyi çıkmaza sokan döviz darboğazı biriken dış borçların faizlerinin bile ödenemediği bir ortam yaratmıştır. Bu sorunların kökeninde dışa bağımlı ekonominin yapısal özellikleri bulunmaktadır. Bunalımdan çıkış ancak köklü çözüm yolları ile olanaklıydı.
Türkiye’nin dış borç faizlerini bile ödeyemez durma gelmesi aynı zamanda emperyalist sömürü çarkının da işlememesi anlamına geliyordu. Bu çarkı yeniden işler hale getirmek için Dünya Bankası, IMF ve OECD kolları sıvadı. Dünya Bankası Türkiye uzmanı Halasse’a göre Türkiye “ihracata yönetil bir ekonomi modeline yönelmeliydi”nitekim TüSİAD 1980 yılı başındaki raporunda emperyalist kuruluşların bu önerilerini benimseyen görüşler savunmaktaydı.
“Türk ekonomisinin kurtuluşu dışa açılmaktır. Dışa açılmada ilk hedef ihracatı artırmaktır. İç pazarın cazibesi sürdüğü, iç talep tahminlerin üzerinde büyümeye devam ettiği sürece bu olmaz. İç piyasada satmaktansa ihracat yapmayı daha karlı kılmada araç, fiyat-kar politikasıdır.”[106] Bunlara binaen, hükümet 24 Ocak 1980 Tarihinde “Ekonomik İstikrar Tedbirleri”adı altında bugün 24 Ocak Kararları olarak bilinen kararları aldı. Bu kararların alındığı aynı gün IMF taleplerinin de üstünde (yüzde 49) bir oranla devalüasyon yapıldı. Ve dolar 70 TL’ye yükseltildi. Arkasından da zam kararları bir bir gelmeye başladı. Dünya ekonomik buhranına çözüm olarak ortaya sunulan neo-liberal politikaların Türkiye’de yaptığı bu ilk hamle ile uluslararası sermaye;
“- Döviz giriş çıkışları önündeki engellerin kaldırılması, ekonominin döviz üretebilir güce kavuşması ve ticaretin liberalize edilmesi,
– Fiyat ve faizin serbest bırakılması,
– Mali piyasalarda çağdaşlaşmanın sağlanması,
– Sermaye hareketleri serbestisi,
– KİT’lerin ekonomiye baskısının azaltılması,
– özelleştirme,
– Yapısal değişimin finansmanın kaynaklarının bulunması,
– Ve bütün bunlar olurken serbest piyasa ekonomisi düzeninin gelişmesini sağlamaya dönük biçimde kamu kesiminin, idari yapının yeniden düzenlenmesini istiyordu.”[107]
“Uluslararası sermaye çevrelerinin, emperyalist kapitalist sistemin sömürge ülkelere yönelik politikaları, her değişen süreçte ‘uyum’, ‘yapısal değişim’ gibi sözcüklerle maskelenmekte ve sonuçta, emperyalist sisteme daha fazla bağlanmanın ve aynı sistem çerçevesinde daha açık bir Pazar haline gelmenin politikaları”olmuştur/olmaktadır. [108]
Uluslararası sermayenin istediği bu ‘düzenlemelerin’ sorunsuz gerçekleşebilmesi içinde ideolojik bir hegemonyanın varlığı şarttı.
“Devlet müdahalesinin, bireysel yararın gerçekleşmesinde kamusal düzenleme politikalarını refah artışını engellendiği, sosyal adalet ve denge kaygısının zenginliği ve yaratıcılığı yok ettiği düşüncesi genel kabul göremedikçe, bağımlı kesimlerin sermaye egemenliğine rıza göstermesi olanaklı olmayacaktır. [109] Yeni sermayenin önündeki bütün devlet kısıtlamaları, sanki genelin çıkarınaymış gibi kaldırılmalı, ideolojik bir yaklaşım ile halka kabul ettirilmeliydi. Diğer yandan güçlü bir devlet ‘müdahalesi’ olmadan bu sürecin gerçekleşmesi mümkün değildir.
Zira, 12 Eylül askeri faşist cuntası tüm halk kesimlerini “susturarak”24 Ocak kararları’nın bir bir hayata geçirilmesinin ortamını oluşturdu. Böylece sermaye halka “serbest piyasa”yı öven sloganlarla politikalarını ve isteklerini empoze etmeye başladı.
Böylesi baskıcı bir dönemde ortaya sürülen burjuva politikalarına karşı etkin bira muhalefet geliştirilememiş, öyle ki önceki dönemin bazı “sol”cuları, burjuvazinin bu ideolojik saldırılarına teslim olarak “liberal sol”, ‘sivil toplumculuk’ vb. gibi savrulmalara uğramaları, işin en dramatik yönünü oluşturmuştur.
1930’ların başındaki krize “devletçilik”uygulamalarını çözüm olarak getiren burjuvazi, 1970’lerin krizine ise “özelleştirme”uygulamalarını çözüm yolu olarak gösteriyordu.
Türkiye’de de ortaya sürülen bu neo-liberal politikalar 1980’lerden beri gündemimizden hiç düşmemiştir. Diğer yandan 1930’ların krizinden farklı olarak bu yeni kriz süreklilik taşımaktaydı. Nitekim, 1990’lara gelindi, yani eski krizlerin aksine 1970’lerde başlayan ve 1980’lerde ise boyutlanan kriz bir “sürekli krizler”dönemini açtı. Bu nedenle de uygulanan politikalar, krizi gidermekten ziyade “krizi yönetme”ye yöneliktir.
Sürekli krizlerle birlikte, sermaye, uluslararası entegrasyonunu da en geniş ölçülerine ulaştırmıştır. Bu dönemde “küreselleşme’, post-fordizm’, ‘esnek üretim’ vb. bazı kavramalar öne çıkarıldı. Bu kavramalar salt ekonomik düzeyde kullanılan kavramlar değil, ideolojik bir saldırıyı içeren kavramlardır. Bu kavramların altında yatan gerçek, sermaye dolaşımının ve dolayısıyla sömürü ağının hızlandırılması, yoğunlaştırılması amacını maniple edici nitelik taşımaktadır. Emperyalizm kavramının yerine “globalizm-küreselleşem”kavramının kullanılması gibi…
Neo-liberalizm kisvesiyle kendini gizleyen “Mancherter Kapitalizmi”, 20 yüzyıl sonunda, beraberinde tam bir bozulmayı da getirdi. Egemenlik sisteminin gelişimi tam da bu deformasyonun devamına ve kalıcılaşmasına dayandırılmaktadır. Bu süreçte sistem apolitik bir toplum yaratmış ve bunu sonucu olarak toplumun tam bir duyarsızlık içerisine girmiştir. Diğer yandan bugünkü sistem “toplumsal uzlaşma “. ‘toplumsal barışını tesisi’ türünden demagojik söylemlerle ulusal düzlemde bir kontrol ağını yeniden kuruyor. Bunun kurumsal hali ise ‘Başkanlık Sistemi’dir. Bu sistem; Arjantın ve Meksika’da hayata geçirilmiştir. İlk elden sonuçları ise oldukça dramatik görüntüler vermektedir.
Sermayenin giderek daha da merkezileştiği, dünya nüfusunun çok küçük bir bölümünü oluşturan bu kesimin ‘gelirinin daha arttığı bir tabloya karşın, dünyanın geriye kalan büyük kısmının süratle yoksullaştığı, yeni sömürgelerde yaşanan sosyal dengesizliklerin derinleştiği bir diğer tablo ile karşı karşıya kalıyoruz. Bu “Egemenlik sisteminin asıl özü, tüm rejimi toptan bir yıkıma götürmeden, bu dengesizlikleri mümkün kılmaktır.”[110]
Dolayısıyla Türkiye’de de 1980 sonrası uygulamaya konulan neo-liberal (yeni sağ-muhafazakar) politikalar nedeniyle sosyal ve ekonomik alanlarda, dengesizlik ve adaletsizlik, ‘sürekli’ hale getirilmiştir. Nitekim 5 Nisan kararları ile tekelci sermaye açısından öncelikle hedeflenen ‘dengelerin oluşturulması’ temennilerinin, günümüze değin sağlanamaması, burjuvazinin ‘istikrara politikalarının başarısızlığını ortaya koymuştur. Yani dengesizlikler süreklileşmiştir.
5 Nisan Kararları’nı yeterli bulmayan tekelci sermayenin ortaya koyduğu ortak istemleri, Vehbi Koç’un ‘mektup’undan çıkan sonuçlar üzerinde özetlersek;
- “Toplumsal uzlaşma sağlanmalı, çalışan kesimleri ikna edilmeli,
- IMF’nin öngördüğü özelleştirme kararları dahil bir dizi önlem cesaretle alınmalı,
- Devlet küçültülmeli
- Sermayeye fon aktarımının önündeki engellerin ortadan kaldırılması”gerekmektedir.[111]
1994 başlarında patlak veren krizin bir ‘finansman krizi’ olduğunda ortaklaşılırken, kriz bundan başlayıp bir bütün olarak ekonominin tamamını şiddetli bir şekilde etkilemiştir. 1994 krizinde Türkiye’nin milli geliri 117 milyar dolar civarındaydı. Yaklaşık 60 milyar dolarlık bir servet o süreçte el değiştirmiştir. Bir kısmı dışarı çıktı, bir kısım da gelir dağılımı içinde eridi, ücretler düştü, insanların sahip bulundukları varlıkları eridi, çok büyük miktarda gayrimenkul stokları düşük fiyatlarla el değiştirdi, küçük tasarruflar ile borsada oynayanlar ellerindekileri yitirdiler. Kısacası sermayenin yeniden paylaşımı bir kez daha halkın zararına olacak şekilde gerçekleştirildi.
5 Nisan Ekonomik istikrar paketi devreye sokulurken, tekelci sermaye açısından bu ‘kararlar yeterli görülmemekteydi. Dolayısıyla daha sonra ekonomik politikaları Vehbi Koç’un mektubunda belirttiği gibi, net bir şekilde açımlanmakta ve genel çerçevesi ortaya konmaktadır. Kısacası sermaye elde ettiği karları, kendisine aktarılan kaynakları yeterli bulmuyor ve daha fazlasını istiyordu,
Türkiye’nin emperyalist sisteme eklemlenmesi sürecinde, Dünya Bankası, IMF, WTO, OECD vb. uluslararası mali kuruluşların dayatmasıyla ortaya çıkan tablo ise son derece çarpıcıdır.
- Yüksek oranlı devalüasyon, reel ücretlerde düşüş ve bunun sıkı denetimi,
- Sübvansiyonların kıldırılması,
- Fiyatların yükseltilmesi ve halın allım gücünün düşürülmesi,
- Başta eğitim ve sağlık olmak üzere sosyal harcamaların sınırlanması,
- Denk bütçe, sıkı para politikası ,
- özelleştirme programı kamu harcamalarının düzenlenmesi amacıyla devlet işletmelerinin kapatılamsı yada özelleştirmesi ve özelleştirme sonucunda elde edilen gelirlerin öncelikle dış borç ödemelerinde kullanılması,
- Dış ticarette liberalleşme, sınırların açılması, gümrük muafiyetleri.
Böylece emperyalizmin sömürü politikaları ülkenin kaderini belirleyen hemen her konuda geliştirmektedir. Yani ‘Dışa açılma’, ‘Küreselleşme’, ‘entegrasyon’ vb. adlandırmalarla ortaya sürülen bu politikalar ülkenin tüm kaynaklarının sermayeye açılarak sınırsız bir talan ve yağmaya maruz kalması ve halkın ağır bir yoksulluk ve sefalete terk edilmesidir.
Dünya Bankası’nın yönlendirilmesiyle dayatılan değişiklikler mali sermaye kesimleri ile yeni bir işbirlikçi sermaye ve finans yapısını zorlamaktadır. Dolayısıyla öncelikle finansal yapı yeniden düzenlenmektedir. Taşıdıkları önem nedeniyle dışa açılmayı zorlayıcı ve örneğin ilk planda var olan devlet bankalarının zayıflatılması ve giderek ortadan kaldırılmasına yöneliktir. Bu konuda son dönemde banka sektöründe yaşananlar göz önüne alındığında epey bir yol alındığını göstermektedir.
Uyum politikaları finans kesimlerini disipline, modernize edici nitelikleriyle sermaye piyasasının etkilerine ilişkin iki önemli gelişim içermektedir.
1- Sermayenin dolaşımının hızlanması ve verimliliğin artması
2- Genişleme ve hızlanma sonucu hükümetlerin karar verme ve ülke ekonomisi üzerinde etkili olma gücünün uluslararası sermayenin ekonomideki ağırlığına bağımlı olarak giderek azalması.
Emperyalizmin dayattığı yapısal uyum politikalarının başarısı ülkemize yabancı sermaye girişinin sağlanabilmesi için bir ön şart durumundadır. Sermaye sadece risk ve kar kavramlarını gözetmektedir. Dolayısıyla sermaye aktarımının önündeki tüm engellerin bertaraf edilmesi zorunludur. Sömürülen ülkelerin temel sorunu da bu olmaktadır. Türkiye gibi jeo stratejik önemi olan içte ve dışta çok önemli sorunların ortasında bulunan bir ülkede alınan tüm tedbirler sistemin yeni işleyişlerinin önündeki engelleri bertaraf etmeye yeterli gelmemektedir. çünkü sorunun kaynağı bizzat uluslararası sermaye ve işbirlikçisi sermaye çevrelerinin kendileri olmaktadır.
Bu nedenle istikrar ve kriz olguları tüm bağımlı ve sömürge ülkelerde kendini tekrarlayan bir süreklilik arz etmektedir. Türkiye’de sömürü ve istikrar programının başarısı yada uygulanabilirliği emekçi halk kesimlerinin disipline edilmesine uygulanan politikalara onay vermesine endekslidir. Devletin küçültülmesi tüm sermaye çevrelerinin dilindedir. Bu konu TüSAD’ın ‘Optimal Devlet’ başlığı ile hazırlattığı raporunda Türkiye’nin müdahalece ve sosyal devletten sınırlı sorumlu devlet anlayışına geçmesi istenmekte ve bu yeni devlet anlayışının benimsenmesinin ana koşulunun toplumsal uzlaşma olduğunu iddia etmektedir.
Bu anlamda oluşturulacak ekonomik ve sosyal konseyin devletin yeniden yapılandırılması projesini inşa edeceği iddia olunmaktadır. TüSİAD’ın bazı önermelerinde devlete biçilen rol şu şekilde ifade edilmektedir.
- “Mal ve hizmetleri devlet değil özel sektör sunmalı,
- Devlet güvenlik, diplomasi, adalet ve yargı ile alt yapı hizmetlerinden sorumlu olmalı,
- Eğitim, sağlık, bayındırlık ve çevre hizmetleri yerel yönetimler devralmalı,
- Ekonomide hedef özelleştirme ve rekabetçi piyasa koşullarına ulaşmak olmalı.
Bu önermelerin gerçekleşebilmesi için bir anayasal reform yapılması, gerektiği raporda belirtilmiştir. TüSİAD devletin uzun vadeli ekonomik- politik stratejilerine uygun olarak biçimlendirilmesini istemektedir.
TüSİAD önerilerinin Türkiye’nin önündeki rotayı tayin edici olduğunu ve devletin üzerindeki etkisi öİB’nin Mart 2000 tarihinde yayınlanan broşüründeki özelleştirme felsefesi ve amaçlarındaki aynılıkları göstermektedir. Broşürden çıkan sonuç şöyle ki;
- Devletin küçültülerek adalet, güvenlik ve sermayenin yüklenemeyeceği riskli bulduğu alt yapı yatırımlarından sorumlu olması,
- Devletin işletmecilik alanından tamamen çekilmesi
- KİT’lerin satılması, özelleştirme
- Sermaye piyasasının geliştirilmesi, tasarrufların daha büyük bir kısmının mali piyasalara yönlendirilmesi böylece oluşacak fonların sermaye piyasasına akışına imkan verecek bir ekonomik yapının oluşturulması
Bu hedefler doğrultusunda bir rapor daha hazırlattıran TüSİAD bir an önce devletin küçültülmesi ve özelleştirmelerin zaman geçirilmeden yapılmasını orta vadede kayıt dışı ekonominin kontrol altına alınmasını istemektedir. Kayıt dışı ekonominin ortaya çıkış nedenleri TüSİAD’a göre vergi yükünden kaçma, kamu düzenlemelerinin maliyeti, vergi indirimleri, teşvik, sübvansiyon ve primler olurken, rüşvet, uyuşturucu, silah kaçakçılığı bunları çeşitlendiren unsurlar olmaktadır. “Avrupa’da ele geçirilen eroinin yüzde 80’i ABD’ye sokulanın yüzde 25’i Güney Doğu Asya’dan getirilip Türkiye üzerinden pazarlanıyor. İstanbul uyuşturucu simsarının gözdesi durumunda.”[112] Burada TüSİAD açısından ana sorun tekelci sermaye havuzuna akması gereken birikimlerin önünün tıkanması, başka eller tarafından paylaşılması, kar-faiz dengesinin aleyhte seyretmesi ve 2 katrilyon civarında olduğu tahmin edilen bu meblağın tekelci sermaye elinde toplanabilmesi için gerekli düzenlemelerin yapılabilmesidir.
Tekelci sermaye açısından sermayenin nereden geldiği, yasal ya da olmayan yollardan kazanılıp kazanılmadığı önem taşımıyor.
Bu doğrultuda hazırlanan ve kayıt dışı ekonomiyle ilgili yasa tasarısında yer alan hükümler en azandan hükümetin sermayenin taleplerini karşılama gayretini göstermektedir.
- Kaçakçılığa uygulanan hapis cezaları ağırlaştırılacak
- Ortalama kar haddi müessesi kaldırılacak
- Menkul sermaye iradının vergilendirilmesi ve tespit edilmesi için hamiline uygulanmasına son verilecek
- Yatırım indirimi yeniden düzenlenecek, küçük ve orta boy işletmelere teşvik sağlanacak, arsa ve bina harcamaları yatırım kapsamına alınacak
Taslakta yer alan hükümler, kayıt dışı ekonominin ıslahı ve kabul edilebilir sınıra çekilmesi istemini yansıtmaktadır. Kara paranın aklanmasıyla da yasa dışı sayılan sermayenin yasal sınırlara çekilmesidir. Türkiye ve benzeri ülkelerde kayıt dışı ekonomik birimlerin ortadan kaldırılması ya da ihmal edilebilir sınırlara çekilmesi var olan bağımlılık ve kapitalistleşme sürecinin çarpık yaşanmasından dolayı mümkün değildir. çünkü bizzat bu ilişkiler yasa dışı gelirleri doğrucu temellerde şekillenmişlerdir. Nitekim uluslararası raporlarda devlet mafya bağlantılı uyuşturucu ve kaçakçılık faaliyetlerinden söz edilirken bunların araştırılmasına dair gerekli prosedür meclisteki engellemeler nedeniyle yerine getirilememektedir. Bu durum emperyalist devletlerin işleyişlerinde de aynı şekilde geçerlidir.
Bu doğrultuda bir kereye mahsus olmak üzere mali milat uygulaması getirildi. Buna göre nereden kazanıldığı kanıtlanmak zorunda olmayan paralar bir günlüğüne bankalarda bloke edilerek kayıtlara geçirilecekti. Bunun sonucunda 25,4 milyar dolar sermaye artırımı, 4 milyar dolar bankaya yatırma, 301 milyon dolar altın kayda geçirme ile toplam 30 milyar dolarlık bir sermaye kayıt altına alındı.[113] Bu arada ekonomik politikaların amaçlanan hedeflere ulaşması halinde yatırıma yönelmesi beklenen sermaye kesimleri iki grupta toplanmaktadır.
1- Spekülatif Sermaye (faiz, döviz ve borsa üçgeninde yer alıyor)
2- Sanayi Kesimi (Sabit sermaye yatırımı ağırlıkta olan kesim)
Bunların aynı zamanda içice geçmesi de söz konusudur.
Ekonomide varolan dengesizliklerin yarattığı ortamda kısa dönemde oldukça büyük reel gelirler sağlayan spekülatif sermaye, sürecin yarattığı yüksek ranttan dolayı en çok palazlanan kesim olma özelliğini taşımaktadır.
Aslında her iki kesimin beklentisi de, yönetimin emekçi halk kesimlerinin karşılarına alma pahasına, IMF patentli reçetelerin uygulanmasıdır.
Tüm bağımlı ülkelerde ve dolayısıyla Türkiye’de de IMF reçeteleriyle verilen sözleri arısında bir ayniyet vardır. İktidarın zaman zaman IMF’ye sundukları niyet mektupları nelerin yapılmak istendiği yolunda teminatları içermektedir. Bu taahhütleri sermayenin çizdiği çerçevededir.
- ücretlerin reel olarak düşürülmesi
- Daha sıkı para politikası
- Sosyal kazanımların asgari düzeye çekilmesi
- TL’nin reel değer kaybını önleyici para politikası (faizlerin yükseltilmesi)
- Dış borçların düzenli ödenir olması
Türkiye 1 Temmuz 1998’de IMF ile “Yakın İzleme Anlaşması”imzaladı. Buna göre Türkiye ekonomisi çeşitli kriterlerle üç aylık dönemler halinde sürekli izlenecek ve sonuçlarına göre uluslararası piyasalarda kredi puanı verilecekti. Yani IMF politikaları ne kadar iyi uygulanırsa, IMF’den o kadar olumlu puan alabilecek ve bu puanla göre uluslararası düzeyde kredi sağlanacaktır.
Gene Temmuz ayında hükümetin IMF’ye sunduğu ‘Ekonomik Politikalar Bildirgesi’ oldukça geniş tartışmalara yol açmıştı. IMF’ye verilen taahhütler şöyleydi;
- Kamu çalışanlarının maaşlarının sınırlandırılması
- Tarımsal destekleme fiyat artışlarının hedeflenen enflasyonla sınırlandırılması
- Vergi reformunun yapılması
- özelleştirme gelirlerinin arttırılması
- Telekomünikasyon ve enerjide özelleştirmeler için gerekli yasal düzenlemelerin yapılması
- Petrolde otomatik fiyatlanmaya gidilmesi
- Emeklilik yaşının yükseltilmesi
- Enflasyonun düşürülmesi
- Hükümet de bu taahhütleri çerçevesinde hareket etmiştir. Hemen ardından da IMF’ye kapsamlı bir niyet mektubu verilerek bir dizi taahhüttü daha bulunuldu. Ayrıca IMF ile yapılan ‘stand-by’ anlaşması sonucunda, IMF icra direktörleri kurulu üç yılda 4 milyar dolar tutarında bir kredinin taksitler halinde Türkiye’ye verilmesini onayladı. IMF üçer aylı devrelerle Türkiye’nin ekonomik performansını değerlendirecek ve kredilerin veriliş koşulları buna bağlanacaktır. Ayrıca Dünya Bankası tarafından da 3 milyar dolarlık kredi verilecektir.
1980 sonrası uygulanan ekonomik politikalar borçlanmayı giderek artırmıştır. Oluşturulan bütçeler ise adeta birer borç ödeme bütçeleri durumuna getirilmiştir. Dünya bankasının verilerine göre 133 ülke arasında yapılan sıralamada Türkiye 85’inci sırada yer almaktadır. Ayrıca 1997 yılında dış borcu 94 milyar dolar olan Türkiye’nin 1998 yılında toplam dış borcu 98 milyar 431 milyon dolardı. (Faizler hariç)
Türkiye’nin 1998 yılında yaptığı dış borç ödemesi 2 katrilyon 388 trilyon iken iç borç ödemeleri 13 katrilyon 283 trilyondur.
1997 bütçe açığına gelince, yüzde 27.3 ve 1998’de yüzde 24.3 olarak belirlendi. Açıkların GSMH’ya oranı ise yüzde 12’dir. Açıkların büyük kısmı vergilerle kalan kısmı ise iç borçlanma ile karşılandı. Bütçelerin iç borç ödemelerine ayrılan kısmı da giderek genişledi. “1997 başında 3 katrilyon 835 trilyon TL olan iç borç stoku 1998 sonunda 11.katrilyon 613 tirlyon TL’sına yükseldi. 1999 Kasım sonu itibariyle iç borç stoku önceki yılın aynı dönemine göre yüzde 95 artarak 22 katrilyon 672 trilyon TL’yi buldu.[114]
İç borcun hızlı artışı karşısında dış borçlanmanın gündeme gelmesi yatırımlar ya da iç tüketimle finansmanın sağlanamadığı koşullarda, tek kaynak dışardan gelen para oluyor. Paranın banka sistemi üzerinden TL’ye çevrilmesi ile ya da hazine bonosu ve tahvillerin satın alınması sonucunda devlet resmi anlamda dışarıdan borçlanmamış bile olsa bankalar sistemi bunu dolaylı biçimde devlet adına gerçekleştirmiş oluyor. Günümüzde devlet iç borçlanma tahvillerinin büyük bölümü bankaların denetimindedir. Bankalar tahvilleri, finansman kaynağı olarak portföylerinde tutmakta ve ya da repo benzeri operasyonlarda kullanmaktadırlar. Bu işlemlerin sonucunda böylesi bir sistem içinde yer alan bankalar iki açıdan açmazla karşılaşmaktadırlar. Birincisi bunların asıl işlemlerini kenara bırakıp sıcak parayı kamu bankalarına dönüştürme misyonunu üstleniyor olmalarıdır. Bu yöntem bankalar için asıl kazanç kaynağı haline gelmiştir. İkinci olarak da bankalar; fonksiyonlarıyla mali sistemin zayıf karnı haline gelmektedir. Büyüme dö
nemlerinde yasal düzenlemenin sınırlarını da aşarak döviz yükümlülükleri ile artıkları arasındaki farkı yani açık pozisyonlarını giderek arttırıyor ve kriz esnasında kapatamıyorlar. Dolayısıyla krizleri hem başlatan hem de hızlandıran bir mali yapı durumunda kalıyorlar. Ayrıca bütçe harcamalarının 1997’de yüzde 28,5’i, 1998’de ise yüzde 39.9’u faiz ödemelerine ayrıldı.[115]
Bütçe faiz giderlerinin vergi gelirlerine oranı ise 1992’de yüzde 28 civarında iken 1998’de yüzde 80 dolaylarına çıkmıştır. Gene 1980’de yüzde 20 olan yatırım payı sürekli düşerek 1997’de yüzde 7.9, 1998’de ise yüzde 6.8 olmuştur.
1996 yılında Gümrük Birliği’ne giren Türkiye ekonomisindeki gelişmeler izlendiğinde söylemlerin tersine genel olarak dış ticarette eğilimin ithalattın artması yönünde olduğu görülmüştür. Beklenen boyutta yabancı sermaye alımı da gerçekleşmemiştir. Toplam ihracat ve ithalat içinde AB ülkelerinin payı büyük bir değişiklik göstermedi. Toplam ihracatımız içinde AB ülkelerinin payı 1997’de yüzde 46.6, 1998’de yüzde 48.6’dır. Toplam ithalatımız içinde AB ülkelerinin payı ise 1997’de yüzde 51,2, 1998 yüzde 52.4’tür. Bu verilere göre Gümrük Birliği’ne giriş sonrası AB ülkelerine yapılan ithalatta görece bir artış olduğu anlaşılmaktadır. Bunun Türkçesi Gümrük Birliği uluslararası sermayenin çıkarına işlemiştir. Ayrıca Türkiye ile AB ülkeleri asındaki ticarette AB lehine olan açık büyüyerek devam etmiştir. 1995 yılında 5,8 milyar dolar olan ticaret açığı 1998 Yılına gelindiğinde 10.6 milyar dolar olarak gerçekleşmiştir.
Türkiye ile ABD arasında yapılan Serbest Ticaret Anlaşması (29.10.1999) dünya çapında büyük tepkilere yol açan MAI şartlarına benzer şartları içerdiği ortaya çıktı.
Kuşkusuz Türkiye bu anlaşmayla ABD’ye daha da bağımlı hale gelmiştir. Bu anlaşma hükümleri arasında; ithalat vergilerinin kaldırılması, hizmet sektöründe özelleştirmelere gidilmesi , çevre standartları ve sendikal haklar aleyhine bir dizi madde yer alıyor.
Gerek ABD gerekse AB ve diğer emperyalist ülkelere verilen ‘tavizler’ göz önünde tutulacak olursa , hükümetlerin stand.by anlaşması öncesinde uygulanmaya başlanan ekonomi politikalarını şöyle sıralayabiliriz;
- -Sosyal güvenlik yasasında yapılan değişikliklerle emeklilik yaşının yükseltilmesi
- -Bankalar kanununun çıkartılması
- -ücretlere gerçekleşen değil , beklenen enflasyon oranında artış yapılması
- -Hızlı bir özelleştirme programının uygulanması ve özelleştirme gelirlerinden borç ödemede yararlanılması (IMF’ye sunulan mektupta 7.6 milyar dolarlık bir özelleştirme öngörülmektedir.)
- -Tarımsal destekleme kredilerinin kaldırılması
- -Vergilerin arttırılması , vergi affı çıkarılması
- -Kamu personelinin sayıca azaltılması
- -Kamu iç borç oranının düşürülmesi
- Hükümet işe başlar başlamaz uluslararası sermayenin istemleri doğrultusunda bir dizi ekonomi politikaları yürütmeye başlamıştır. IMF; WTO gibi uluslararası kuruluşlar önümüzdeki süreçte nasıl bir siyasi yapıyla işbirliği yapılması gerektiğini ‘Milenium Round’ ve MAI ile, dile getirmektedirler.
Diğer yandan Türkiye de emperyalizme bağımlılığın gerekleri çerçevesinde, uluslararası sermayenin önündeki tüm engelleri yıkan neo-liberal politikalarını uygulama yönelimi içindedir. Bu anlamda, uluslararası tekellerin istekleri;
- -özelleştirmelere hız kazandırılması
- -Tarımın ‘piyasa ekonomisi’ koşullarına uygun şekillendirilmesi
- -Sağlık ve sosyal güvenlik hizmetlerinin ‘piyasa ekonomisine’ bırakılması
- -Devletin finans piyasalarındaki yönlendiricilik rolünün son bulmasıdır.
Bu koşullara uymayanlar ise ya dış kaynakları kısılarak yada askeri müdahalelerle ‘hizaya’ getirilmektedir.Kısacası uluslararası sermayenin çıkarları doğrultusunda Türkiye’nin ekonomik ve sosyal yapısı yeniden şekillendirilmektedir.
WTO’da tarımda tam liberalizasyonu sağlayacak anlaşmalar hazırlanırken, IMF ‘küresel bütünlüğün’ sağlanması doğrultusunda, Türkiye’nin tarım politikalarını değiştirmesini¸ köylünün destekleme alımları ve ucuz kredilerle desteklenmesinden vazgeçilmesini istemektedir. Dış kredi anlaşmalarında da bu hususu pazarlık konusu yapmaktadır.
Dış kredi sağlanması için pazarlık konusu olan en önemli konu da özelleştirmedir..MAI’nin hiçbir engele takılmaması , üretim ve fiyat politikalarıyla piyasa üzerindeki ‘müdahaleci’ etkisinin kaldırılması için kitlerin hızla satılması istenmektedir.
Diğer bir IMF şartı da ‘vergi reformu’dur. Burjuva partilerin ‘vergilerin düşürüleceği’ vaadinin aksine; tüm partilerin ‘enflasyonla mücadele’ programlarında kamu gelirlerinin arttırılması için vergi gelirlerinin arttırılması ve ‘acil istikrar programları’ öneriliyor.
Ayrıca Swiss Otel’de TüSİAD, İTO, İstanbul Sanayi Odası ve TOBB başkanlarının katıldığı bir toplantıda (09/02/2000), özelleştirmeden sorumlu Devlet Bakanı Yüksel Yalova’dan beklentilerini şöyle sıraladılar;
- -özelleştirmeler hızlandırılsın
- -özelleştirilecek her kurum için ayrı metot geliştirilsin
- -özelleştirme uygulamaları sadece bankacılık sektörünün içerisinde bulunabileceği nitelikten arındırılsın
- -özelleştirmede sermayenin tabandan destekleneceği bir yol haritası belirlensin
- -Kamu KİT’lerinin özel sektör KİT’lerine dönüştürülmesine yönelik engelleyici tedbirler alınsın. (Dünya Gazetesi)
“Bakan Yalova’nın bu toplantıda özelleştirme çabalarına ilişkin verdiği bilgilerde ise 2000 yılında 7 sektörden çekilebilecekleri ve yılın ilk yarısın da 49 KİT’in özelleştirileceğini tekelci sermaye çevrelerine müjdeliyordu(!).”[116]
Toplantının yapıldığı gün, çerçevesi Ziraat Bankası’nın özelleştirilmesi olan bir yasa taslağı Devlet Bakanı Recep önal’a gönderildi. Ancak bu yasa taslağına Dünya Bankası müdahale etti ve bütün kamu bankalarını kapsayan bir taslağın hazırlanmasını istedi.[117]
Aynı gün yaşanan bu iki olay aslında 57. Hükümet işbaşına geldiğinden beri alışılan bir manzaraydı. Bu yılın bütçe görüşmelerinde Bakanlar Kurulunun IMF direktifleriyle hareket etmesi , MHP’li bakanı bile “Bari bırakın bütün bütçeyi IMF yapsın”demek zorunda bırakmıştı.[118]
Avrupa Enerji Şartı, Uluslar arası Tahkim, MIGA sözleşmesinde yapılması düşünülen değişiklik, Bakü-Ceyhan Anlaşması, Sosyal Güvenlik Yasası, Tarım Reformu gibi alanlarda da hükümetin tavrı aynı olmuştur. ‘IMF böyle istiyor, Dünya Bankası şöyle istiyor’ türünden açıklamalarla, bütün iktisadi politikalar, uluslar arası bir gerekçelendirmeyle halka empoze edilmeye çalışılıyor.
Enerji Bakanı, Dünya Bankası Enerji Raporuna göre enerji politikalarını açıklıyor, Devlet Planlama Teşkilatı (DPT) verilerini ise bırakın dikkate almayı yalancılıkla suçlayabiliyor ve ABD Enerji Bakanlığı’nın verilerine göre Türkiye’nin enerji krizi yaşadığını iddia edebiliyor. 5 yıllık plan ortadayken, Maliye Bakanı çıkıp, bütçeyi IMF ile imzalanan ‘stand-by’ anlaşmasına göre şekillendireceklerini açıklayabiliyor. Dünya Bankası daha da pervasızlaşarak ‘Artık belediyeleri merkezi iktidardan kurtarın ve borç almak ve özelleştirme yapmak için bize gelsinler’ diyebiliyor. Bir ‘emir-komuta’ zinciri içerisinde Bakan Yalova belediyeleri dolaşarak Dünya Bankası’nın bu isteğini iletmek üzere ‘Borç istiyorsanız bize gelmeyin , Dünya Bankası’na gidin’ diye tebliğde bulunarak görevini(!) ifa ediyor.
Uluslararası sermaye ‘kanunlarını ve reçetelerini’ devletlere dayatıyor. Zira ‘küreselleşme’ adıyla anılan bu süreç, piyasaların mantığının hayatın bütün alanlarına dayatılması sürecidir. Hükümetler ve bankaların rolü ise uluslararası sermayenin ‘kanunları ve reçetelerini bir ‘gölge oyunu’ ile sahneye’ koyup halka enjekte etmekten ibarettir.
“Küreselleşme sahnesine çıktığında devlet striptiz yapmaya başlar, gösterisinin sonunda üzerinde yalnızca çıplak zorunluluklar, yani baskın güçleri kalır. Maddi temeli tahrip olduğundan, egemenliği ve bağımsızlığı iptal edilmiş, politik sıfatı silinip kaybolmuş ulus devlet mega şirketlerin basit bir güvenlik birimi haline gelir. Dünyanın yeni efendilerinin doğrudan yönetmeye ihtiyacı yoktur. Ulusal hükümetler onların adına işleri yoluna koyma görevini üstlenmiştir.[119]
Nitekim devlet uluslararası tekellerin önüne çıkarak malını mülkünü satmak için ‘striptiz’ yapmaya başlar. Ecevit ABD’de Clinton’a GAP’ı ‘övüyor’, Davos’ta 25 milyar dolarlık 35 projeyi görücüye çıkarıyor, IMF heyeti her ay gelip Türkiye’ye verdiği ‘ödevleri’ kontrol ediyor, beğenirse ‘10 puan’ veriyor. Ardından Dünya Bankası geliyor sosyal politikalardan vazgeçilmesini istiyor. Hükümet ve bakanlarda ‘onların adına işleri yoluna koyma görevini’ yerine getirmek için büyük bir çaba sarf ediyorlar.
Sonuç olarak; 1970’lerin krizine çare olarak getirilen ‘Neo-Liberel’ (yeni sağ) politikalardır. özelleştirme politikası bunlardan en önemlisidir. Sonuç: Kriz derinleşmiştir. Sürekli krizlerin bir sonucu olarak , sermaye uluslararası bazda ve hızlı bir şekilde dolaşıma geçti. Bu süreçte uluslararası finans sermayesi dünya genelinde ‘ipleri eline geçirdi’ ve bu nedenle de bağımlı ve sömürge ülkeler de spekülatif sermaye işbirlikçi sermaye içerisinde daha bir öne çıktı. Bu değişimler, aynı zamanda devletin işlevini de değiştirmeyi dayattı. Devlet güvenlik, adalet ve sermayenin riskli bulduğu yada yatırım yapmayacağı altyapı alanlarından sorumlu hale getirilerek ‘küçültülmeye’ çalışılıyor. Emperyalizm, hegemonik, hiyerarşik ilişkilerle ‘yeniden yapılanıyor’.
İşte böylesi bir tabloda, satılmak istenen KİT’lerin ekonomideki ağırlığına bakacak olursak
- -“İmalat sanayiinde Toplam üretimin %31’ini KİT’ler gerçekleştirmektedir.
- -Dış ticaret hacminin %23’ü KİT’lerindir.
- -Toplam banka kredilerinin %70’i, yönetimi Hükümet tarafından belirlenen bankaların kontrolündedir.
- -Toplam yatırım harcamalarının %17-%20’sini Toplam kamu yatırımlarının %40’ını KİT’ler yapmaktadır.
- -KİT’lerde 600 bin kişim çalışmaktadır.
- -Türkiye’nin 500 büyük özel kamu kuruluşunun üretiminden satışları içinde KİT’lerin payı %59 öz sermaye toplamındaki payı %59, net aktiflerindeki payı %60, sabit değer toplamındaki payı %69, çalışanlar toplamındaki payı %55 ve toplam katma değerdeki payı %47’dir.”[120]
Tablodan da anlaşılıyor ki sermayenin hemen her kesiminin iştahını çeken KİT’lerin ekonomideki payı tartışmasız çok büyüktür. Bu anlamda 1980’lerden beri satılmak istenen KİT’ler gerek ‘yerli’ gerekse yabancı sermayenin iştahını çekmektedir.
‘Kısa dönemli sermaye girişi’ biçiminde açıklanan ‘sıcak para’nın önemi ve yarattığı sonuçlar sadece ‘kısa’ dönemli oluşundan kaynaklanmıyor. önem taşıyan yönü, Meksika örneğinde de görüldüğü gibi, ekonomi üzerinde yarattığı yıkımdır.
Borsa, faiz ve döviz gibi ana yatırım araçlarında yoğunlaşmanın varlığı, sermayenin bu alanlarda kısa dönemli yüksek kar oranlarını cazip bulmasına neden olmaktadır. Yabancı sermaye açısından kapitalist ülkelerde reel %5-8 arası bir oran söz konusu iken, bu bağımlı ülkelerde %100’leri aşan getiri sağlamaktadır.1981’de gelişen ülkelere aktarılan fonların %80’inden fazlasını orta ve uzun vadeli krediler oluştururken, bu oran bugün tam tersine çoğunluğu kısa vadeli sermaye oluşturmaktadır.
İşte böyle kolay kazanç sağlanabilen bir ortamda, ekonomik sistem giderek daha fazla ve hızlı bir şekilde üretimden uzaklaşıp spekülatif alanlara yönelmekte ve ülke tam bir spekülatif kazanç cenneti haline gelmektedir.
Böylesi bir ortamda, 1980 sonrası Türkiye’deki ekonomi politikalarına bakıldığında, yasal olmayan faaliyetlerden elde edilen sermayenin önünün açıldığı bu süreçte, Türkiye’nin bunu bir ‘ekonomik kalkınma modeli’ olarak tercih ettiği görülmektedir.
Nitekim ‘Kayıt Dışı Ekonomi’ adlı kitabında, eski Maliye Bakanlığı Müfettiş kurulu Hesap uzmanı Şinasi Aydemir’de “Kara para ile ekonomi finansmanının bir çok bağımlı sömürge ülkede dış kaynak sağlamak için getirilen bir ‘model’ olduğunu vurgulamaktadır.”[121]
“Dünya Uyuşturucu Jeopolitiği (La Geoplitique Mondial des Rogues) tarafından hazırlanan 1995-1996 raporunda Türkiye uyuşturucu madde üreticisi ve satıcısı ilan edildi. Raporda Türkiye’nin 1970’li yıllardan beri ‘Altın Hilal’ yolu ile uyuşturucu trafiğinin sevk edildiği ana ülke olduğu vurgulandı.”[122] “Ortadoğu uzmanı Prof. John Waterbury’de yer altı ekonomisi çok güçlü olduğu için mali krizlerin Türkiye’yi sarsmadığını söyledi.”[123]
1980 sonrası özal zamanında hayali ihracatta aklanan kara para; daha sonrasında çeşitli kara para kazanma ve aklama faaliyetlerine dönüştü. örneğin; 1990’ların tekstil sektörüne İtalya’dan trilyonlarca liralık makineler geldi. Bu makinelerin fiyatları faturalara bir çırpıda ‘nakit’ ödendi diye geçirildi. İtalya’nın ‘temiz eller’ operasyonunun meşhur savcısı Di Pietro’nun listesinde, Bursa’nın büyük tekstilcilerinin çoğunun isimleri vardı. Bu listede en dikkat çeken isim Cavit çağlardır. “İtalyan İstihbarat örgütü SISMI’nin raporunda da aynı şekilde Türk mafyasının devlet himayesinde olduğu açıklandı.”[124] Yine “SISMI raporuna göre devlet destekli mafya ile diğer kanallardan Türkiye’ye giren para 42.8 milyar dolar olarak saptanıyor.”[125]
İstanbul Emniyet Müdürlüğü Mali Şube eski Müdürü Salih Güngör, yaptıkları hesaplamalarda kara paranın Türkiye’de dolaşan miktarının 100 milyar dolara ulaştığını belirterek, ekonomiyi ayakta tutan, bankacılık sektörü yolu ile Hazineye ve devletin finansmanına uzanan kaynakların önemli ölçüde kara paradan sağlandığını belirtiyor. Bu da İtalyan İstihbaratını ve Dünya Uyuşturucu Jeopolitiğini haklı çıkarıyor.
Kara paranın en büyük kalemi olan uyuşturucu trafiğinden, dünyada yıllık 500-600 milyar dolarlık gelir elde ediliyor ve bunun 60 milyar dolarını alıyor. ‘Bizimkiler uyuşturucunun sanayisini kurdular’ diyen Şinasi Aydemir,60 milyar dolarlık bu girdiye dikkat çekmek için şöyle söylüyor:
“Biz IMF’den 5-10 milyar dolar almak için tavizler veriyoruz, sosyal dengelerle oynuyoruz, politik kararlarımızdan vazgeçiyoruz. 5-10 milyar dolar bir para alalım diye bu kadar tavizler verirken 60 milyar dolar gibi bir rakam için ne gibi tavizler verileceğinin de düşünülmesi lazım gelir.”
AB ve Fransa Hükümeti’nin finanse ettiği Uyuşturucu Jeopolitiği Gözlemi’nin (OGD) yayınladığı 1997-98 raporunda, “Türkiye’deki ülkücü mafya, siyasetçi, istihbaratçı işbirliğini örneklerle ortaya koyarak, Nurcuların Lideri Fetullah Gülen’in uyuşturucudan elde edilen gelirleri başta Suudi Arabistan olmak üzere körfez ülkelerinde akladığı iddia edildi.”[126] Kısacası rapor Türkiye’nin devlet olarak uyuşturucu trafiği içinde yer aldığını kanıtlamaktadır. öyle ki; MİT, Kontr-gerilla, MHP, Korucular, Ordu, Milletvekilleri hatta hükümetlere kadar Türkiye uyuşturucu trafiğinin içinde yer almaktadır.
Uzmanlara göre Türkiye’de dönen kara paranın yıllık miktarı 60-100 milyar dolardır.Gene son yıllarda patlayan ‘kaset ve belgeler’, Türkiye’de son 5-6 yıldır parasına para katan işadamlarının, banka genel müdürlerinin, MİT ve Emniyet Teşkilatına kadar uzanan yüksek mercilerdeki bürokratların, kara para trafiğinde yer aldıklarını kanıtlamaktadır. Ayrıca Uzmanlar Türkiye’de işadamı, mafya, politikacı ilişkisinin bir tercih olduğunu ve kara paranın ‘siyasetin finansmanında’ kullanıldığını belirtiyor. öyle ki “mafyadan maaş alan milletvekilleri var’ ve tabi ki mafyacılar bu sayede korunuyor, hatta ‘çakıcı’ya kaç diyen bakanı hepimiz tanır ve biliriz.”[127]. Tüm bunlarla birlikte Şinasi Aydemir, kara para için oldukça elverişli bir ekonomik ortam yaratıldığını belirtiyor.
1984 yılında çıkartılan servet beyanı zorunluluğunun kaldırılması ile ilgili yasal ‘düzenlemesi’nin , kara para için uygun bir ortam yarattığını belirten Aydemir, ‘incelemeyi yapıyorsunuz, görüyorsunuz, yatırımlarını görüyorsunuz, tasarruflarını, nakitlerini biliyorsunuz; harcamaları, tasarrufları, gayrimenkul edinimini görüyorsunuz…ama ‘Nereden Buldun?’ diye soramıyorsunuz’ diyor ve bunun bir tür ‘ekonomik politika’ olduğunun altını çiziyor.
özal döneminde ‘sıcak para ekonomisi’ olarak adlandırılan kara para ,Refah-Yol döneminde çıkarılan ‘altın stoklarının affedilmesi’ kaynak paketi ve diğer kaynak paketleri de aynı amaca hizmet etti.
Yılmaz hükümeti ise daha ileri götürerek ‘Mali Milat’ uygulamasıyla uyuşturucunun,silah ve her türden mal kaçakçılığı ile yolsuzluk, rüşvet, hayali ihracat, vergi kaçırma gibi yollardan kazanç elde edenlerin gelirlerini de ‘kayıt altına alarak ekonomiye kazandırma’ yönünde uygulama başlattı. Kayıt dışı servetleri kayıt altını alan ‘Mali Milat’ uygulamasıyla “4 Milyar doların kayıt altına alındığı Maliye Bakanı Zekeriya Temizel tarafından açıklandı.”[128].
Türkiye’de 1984-1998 arasında hiçbir denetim yapılmazken, isimsiz hesaplar, gizli hesaplar, hamiline çek sistemiyle bankacılık sektöründe kara para aklanmasını oldukça kolay hale getirdi. Bankaların yüklü para transferlerinde isim sorulmaması ise kara para için oldukça uygun bir ekonomik ortam yarattı.
Bankacılık işlemleri, turizm ve inşaat sektörü kara para aklanmasında en önemli alanlardır.Türkiye’de hayali ihracat ve sonrasında bu sektörde olağanüstü büyümenin de bir gösterge olduğu açıktır.
IMF açıklamalarına göre ‘özelleştirme mafyanın gözdesi’ durumuna gelmişti. Mafyanın ‘hakemlik’ yaptığı uygulamalarıyla ilgili İTO Başkanı Mehmet Yıldırım ‘çetelere komisyon ödemeden devlet ihalelerine katılmak imkansız’ açıklamasını yaptı. Yine “TüSİAD Başkanı Muharrem Kayıhan’da Yüksek İstişare Toplantısı’nda siyasilere ‘üzerinizdeki çete gölgesini kaldırın’ çağrısında bulundu.”[129].Bu veriler ışığında görülüyor ki özelleştirme, mafyaya bir tür kaynak yaratma mekanizmasını dönüşmüştür. Nitekim ‘Susurluk’ sonrasında ortaya çıkan kaset ve belgelerden de anlaşılıyor ki, özelleştirmeler, devletten mafyaya bir tür kaynak transferi yapmanın aracı olmuşken, ayrıca gene kirli paranın bir kısmının özelleştirmede aklanması sağlandı. Ayrıca OGD raporlarına göre de uyuşturucu ve kara icradan elde edilen kazançlar özelleştirme üzerinden aklanmaktadır.
Yaşanan bazı olaylara bir göz atacak olursak; Türk Bank’ı alan Korkmaz Yiğit ve Alaattin çakıcı ile ilgili kasette de ,Türk Bank ihalesinde mafyanın devreye girdiği görülmektedir.
‘Kaset’ aynı zamanda, Erol Evcil’in, isminin geçmesiyle, hükümetin en önemli özelleştirme başarısı olarak tanımladığı Petrol Ofisinin satışının atlında yatan gerçeklerin de gün yüzüne çıkmasına neden oldu.
Petrol Ofisi ihalesinden hemen sonra Nesim Malki öldürüldü. Bunun üzerine Hayyam Garipoğlu gözaltına alındı.Garipoğlu bilindiği gibi Sümerbank’ı almıştı. İşte bu nedenle de gözler Sümerbank’ın satışına çevrildi.
Tüm bu özelleştirmelerde ortaya çıkan gerçek ise ;Emniyet Genel Müdürlüğü’nde haklarında kara para aklamak nedeni ile işlem yapılan Evcil, Garipoğlu gibi bir çok ismin özelleştirme yasasındaki yasaklayıcı hükümlere rağmen ihalelere sokulmaları ve hatta kazanmalarının sağlanmasıdır.
Bu özelleştirme ihalelerini kapatanların, görüldüğü üzere ‘devlet için kurşun atan vatanseverler’ olduğunu da belirtmeliyiz. Yani bu ihaleleri kapatanların ilişkilerini kontr-gerilla örgütlenmesinin inisiyatifi dahilinde olduğu görülmektedir. örneğin Mehmet Ağar ‘sıkıştığı’ her noktada ‘her yaptığımı devlet için yaptım ve yaptıklarımın tamamından MGK’nın haberi var’ demektedir. Susurluk tartışmaları ve JİTEM bağlantıları da bunu kanıtlar niteliktedir. Gerçekten de birçok ‘uygulama’dan MGK’nın haberi var. ‘28 Şubat kararları’na imza atan ‘emekli generaller’ bugün kara para trafiğinde oldukça önemli rolleri ve mevkileri olan ‘Holdingler’de ‘danışmanlık’ yapmaktadırlar.
Sonuç olarak 1980 sonrası uygulanan ekonomi politikaları sebebi ile, 1990’lı yıllara değin yeni bir sınıf şekillenmesi olmuştu. Banka, Faiz ve Borsa üçgeninde yer alan bu yeni ‘zenginler’ ülke ekonomisinde de belirleyici role sahip olmaya başladılar. Bu ‘zenginleşme sürecinde’ yasadışı sermayeye değişik ‘yasallaştırma’ uygulamaları getirildi. ‘Yasallaştırılamadığı’ noktada ise ‘değişik yollardan’ bu kesimin paralarının aklanmasının, devlet olarak ‘önü açıldı’ göz yumuldu. Nitekim özelleştirme Yasasındaki yasaklara rağmen, bu kesimin özelleştirme üzerinden kara para aklamaları pekala mümkün olabilmiştir.
Dip Notlar
[102] Milliyet, 29.7.1999
[103] 97-98 Petrol İş, 301
[104] 93-94 Petrol İş Syf: 191
[105] Cumhuriyet, 12.9.97
[106], (TüSİAD Raporu 18. 01. 1980 Akt. O: Müftüoğlu, Syf: 339
[107] Uras Syf: 24
[108] öZGüRLüK Dergisi, Sayı:4, syf: 8
[109] Bir Haberleri, Syfi: 15
[110] ülke ve özgürlük, Marcos’un Mektupları, Syf: 155
[111] öZGüRLüK Dergisi, Sayı: 4, Syf: 8
[112] Radikal .03.1997
[113] 97-99 Petrol İş, Syf: 106
[114] 97-99 >Petrol İş, Syf:104
[115] 97-99 Petrol İş, Syf: ?
[116] Evrensel, 11.02.2000
[117] Evrensel,11.02.2000
[118] Evrensel, 11.02.2000
[119] Marcos, Syf:77, Z. Bauman, Ayrıntı yayınları
[120] Uras, Syf: 39-40
[121] Artı Haber, Syf: 4, 5.Ekim.1998
[122] Gündem, 27.09.1997
[123] Radikal, 03.04.1997
[124] Artı Haber, 5. Ekim.1998, Sayı 4
[125] Gündem, 12.10.1997
[126] Cumhuriyet, 22.10.1998
[127] Hürriyet, 25.08.1998
[128] Hürriyet, 9.10.1998-
[129] Hürriyet, 27.9.1998-
SONUÇ
KİT’ler ülkemiz koşullarının dayattığı bir gerçektir. öyle ki 1950’lerden beri KİT’leri özelleştireceklerini söyleyenler(!) iktidara gelince KİT’leri kullanmış hatta KİT’lere yenilerini eklemişlerdir. Bazı KİT’lerin ise çalışma alanlarını geliştirmek zorunda kalmışlardır.
Sonuçları üzerinden görüldüğü gibi KİT’lerin satılması ne ekonomik ne de sosyolojik açıdan doğru değildir. Bu satışın tek nedeni siyasal ve ideolojiktir. Nitekim özelleştirmelerin kaynaktarlığını yapan IMF’nin bir sözcüsü Prag’da ‘özelleştirmeyi ideoloji düzeyine çıkarmak gerekir’ diyerek özelleştirmenin arka planını çaresizce gizlemeye çalışıyordu.
Sermayenim uluslararası kurumları olan Dünya Bankası, IMF gibi kuruluşlar, bağımlı ülkeleri uluslararası sermayenin kullanımına, toplumsal sonuçlarına bakılmaksızın, sonuna kadar açmaktadırlar. İzlenen politikalar büyük bir yıkımın, yoksullaşmanın ve işsizliğin ön koşullarını hazırlamıştır/hazırlamaktadır. IMF ve Dünya Bankası gibi uluslararası kuruluşların ‘özelleştirmeyi yapın, ücretleri düşürün’ türünden komutlarını da uyguluyor ve bunun için bitmek bilmeyen ‘özveri’ ve ‘fedakarlıklar’ isteniyor.
Dünyada 1960’ların sonlarına doğru eğilim düzeyinde olan politikalar 1980’lerde özellikle Reagan-Thatcher politikaları ile zirveye ulaşmıştır. özelleştirme sermayenin krizine köklü bir çözüm iddiası ile dayatılmaktadır.
Günümüzde daha çok Yeni Dünya Düzeni ve Küreselleşme kavramları etrafında açımlanan bu politikalar, dünya genelinde sermaye krizinin aşılması için devreye sokulmuş stratejik bir saldırıyı içermektedir.
Sosyalizmin pratik olarak çözüm merkezi olma özelliğini yitirdiği bu süreç, emperyalizmin yeni hareketine istediği manevra alanını açmıştır. Açılan yeni manevra alanında emperyalizmin tüm düzeylerdeki politikaları yaşam alanı bulabilmektedir.
1970’lerde başlatılan özelleştirme saldırısı, 2000’li yıllarda tamamlanmak isteniyor. Kapitalizmin ısrarla bu saldırıyı sonuçlandırmak istemesinin gerçek nedenleri; bilinçli bir biçimde yaratılan manipülasyon ortamında gizlenmek isteniyor.
Bugün kapitalist sistem açısından krizi aşmanın yegane yolu genişleyen yeni üretimdir. Kapitalizm tarihi bir bakıma krizlerle kesintiye uğrayan yada kaçınılmaz biçimde krizin tarihi derinleşmesine yol açan farklı birikim tarzıyla örülüdür.Kapitalizm egemenlik alanını sürekli genişletmesi, derinleştirmesi ve bir bağımlılık sistemini oluşturması onun gerçek doğası gereğidir.
Krizler günümüzde yerel ya da uluslararası ölçekte hep sürüyor. Bu sistemde her siyasi ve iktisadi kriz sürekli başka bir krizle aşılmaya çalışılmaktadır. Her bir kriz adeta bir sonrakini koşulluyor. 1960’lı yıllardan itibaren kapitalist sistem tıkanmaya başladığında, sorunların çözümü yeniden üretim için burjuvaziyi (devlet kontrolünün ortadan kaldırıldığı yeni yöntemler aslında eski liberal ekonomiden mirastır) geliştirilmeye başlamıştır.
“özelleştirme ile; kapitalizmin içine düştüğü bunalımdan çıkış için getirdiği değişikliklerin sonuçlarından biri olarak, aynı zamanda özel sermayeye kaynak aktarıcı, dünya finans sisteminin gereksinimi ödemelerin yapılmasına olanak verici kamu mal ve hizmetlerinin özele devri veya kamunun el çekmesi biçiminde, toplumda doku oluşturmuş ekonomik yapılar yerinden oynatılmak isteniyor.”[130] Yeni Dünya Düzeni’ ile birlikte kullanılan ‘Küreselleşme’, ‘bilgi çağı’, ‘kriz’, ‘serbest piyasa ekonomisi’ kavramlarının en belirleyici olanı belki de ‘özelleştirme’dir. Bu kavramlar günümüzdeki siyasi-iktisadi gelişmelerle birlikte düşünüldüğünde bütün yaşananların bir rastlantı olmadığı açıkça görülecektir. özelleştirme son 20 yılda yaşamımıza dayatılmış olan politikalar içerisinde belki de en öldürücü olanıdır.
“özelleştirme güçlü devlet dolayısıyla da kamusal alanın sermayeleştirilmesi”[131] olarak tanımlanabilir. Fakat ‘sermayeleştirme’nin kapsamı yerel değil uluslararası bir içeriğe sahiptir. üstelik salt ekonomik değil ideolojik politik boyutta evrensel bir saldırı olduğu gerçeği kavranmak zorundadır.
Dünyada 1970’lerin ortalarından itibaren serbest piyasa ekonomisinin baskısı artarak hissedildi. örneğin, İngiltere’de işçi partisinin giderek doğrudan serbest piyasa yanlısı ve emek hareketi aleyhine politikaları benimsemesi sonucunda 1950-1970 yılları arasındaki mevcut toplumsal konsensüs hızla bozulmaya başlamıştır.
özelleştirme ve serbest piyasa ekonomisi iç içe kavramlar olarak sunulmuştur. Bu nedenle her iki olguyu birlikte düşünmek ve alternatif program oluşturmak gerekmektedir. Ayrıca özelleştirme ‘devletin küçülmesi’ politikasının en önemli ayağıdır.
özal’ın serbest piyasa ekonomisini teşvik eden ve bunu toplumun bütününe yaymak için sarf ettiği cümleler birçok şeyi açıklamaya yetiyor. ‘Ben insanın zengin olanını severim’ diyen özal bireycilik, bencillik ve köşe dönmecilik felsefesini toplumda geçer akçe haline getirdi. Emeği ile geçinmenin aşağılandığı , vicdanlar da dahil her şeyin satılık olduğu, toplumsal ve kültürel yabancılaşmanın yaşandığı bir sürece böyle girildi.
özelleştirme için devlet yetkilileri ‘para için yapılmakta’, ‘kaynak israfını önlemek için yapılmakta’, ‘çağı yakalamak için yapılmakta’, ‘sermayeyi halka yaymak için yapılmakta’, ‘tekelleşmeyi önleyip, serbest rekabeti geliştirmek için yapılmakta’, ‘KİT kamburundan kurtulmak için yapılmakta’, ‘piyasa ekonomisi için yapılmakta’ gibi birbiri ile çelişen ideolojik amaçlı olan açıklamalarda bulunmaktadırlar.
Bugün yoğun tartışmalara sebep olan ‘KİT’lerin artık karlı olmadığı ve bundan dolayı özelleştirilmesi gerekir’ doğrultusundaki önermeler basit fakat son derece ciddi bir ideolojik saldırını olduğunu açıklamış bulunuyoruz.
Emperyalist ülkelerin düzenleyici kurumları olan IMF; Dünya Bankası gibi kuruluşlar artık ‘sosyal devlet’ kamburundan hızla kurtulmak istemektedirler. çünkü on yıllardır KİT’leri batırmaya ve talan etmeye ant içmiş, ülkenin tüm değerlerini yerli ve yabancı sermayeye peşkeş çeken iktidarlar ve yöneticiler, bu politikaları uygulamaya gönüllü soyunmuşlardır. Dolayısıyla bu politikalar ‘devletin küçülmesi’ amacıyla yapılmaktadır.
özelleştirmeye gerekçe sağlamak için KİT’ler bilinçli olarak yüksek faiz yükünün altına sokularak işbirlikçi tekelci sermayeye ucuz girdi sağlamaktadır. Diğer taraftan ise, zarar ettirilen KİT’lerin satılmasının nakaratı yapılıyor.
Bugün ülke gündemini belirleyen özelleştirme politikalarının gerekliliğine zemin oluşturmak amacıyla emekçi kesimler yoğun bir ideolojik bombardımana tabi tutularak; özelleştirmelerin gerekliliğine ikna edilmek istenmektedirler.İdeolojik bombardımanın en önemli aracı da medyadır. Medyanın özelleştirme kararlılığının nedenleri bilinmektedir.
Türkiye’de son 20 yıldır uygulanan ‘Yapısal Uyum Programları’ politik, sosyal, ekonomik düzeylerde tam bir yıkıma yol açmış, toplumu çürütmüştür. Sosyalizmin bir alternatif olarak cazibesini yitirmiş olması, kapitalizmin pervasız saldırısını daha da cesaretlendirmiştir. Yaşanmaya çalışılan sosyalizm deneyimlerinin olumsuz sonuçlara varması, inandırıcılığını yitirmesi, belli bir dönem karşı çıkışları etkisizleştirici bir faktör olmuştur. Son derece elverişli koşullarda özel mülkiyet kutsanmış, serbest piyasa toplumsal bir ‘amentü’ haline gelmiştir. Yine teknolojik gelişmelerin toplumu maniple etme amacıyla yoğun biçimde kullanılması sonucunda kapitalizm, bireyin boş zamanlarını bile denetleyen hakim bir güç haline gelmiştir.
Kapitalizmin bugün özelleştirme ile amaçladığı şeylerden biri de ‘ortaklaşa’ ‘dayanışmacı’ yaşam biçimlerini ideolojik açıdan ve fiilen ezmektir. Uluslararası mali oligarşi ve işbirlikçi tekelci sermayenin emekçilere karşı yürüttükleri saldırı dalgası, tek başına devletin ekonomik rolünden tasfiyesi olarak algılanmamalıdır. Evrensel bir saldırı olan serbest piyasa ekonomisinin asıl hedefi, devletçilik değil, kollektif üretim ve yönetim biçimlerinin temelinden dinamitlenmesidir. Bu anlamda kapitalist bir sistem dahi olsa, KİT’ler gibi, küçük bir toplumsal mülkiyeti bile istememektedir. ‘Bireyselleşme’ belleklere kazınmak istenmektedir.
Bugün yaşadığımız dünyada emperyalizmin tahakküm altına almadığı ülke/ve alan kalmamıştır. Her teknolojik gelişme kapitalizmin daha fazla tahakküm kurmasına olanak sağlamakta, zenginlik arttıkça, dünyada işsizlik ve yoksulluk da artıp sefalet derinleşmektedir. Dünyadaki en zengin 227 kişinin servetinin değeri 1 trilyon doları aştığı ve bunun dünya nüfusunun %45’ini oluşturan 2.5 milyar insanın yıllık gelirine eşit olduğu BM iktisatçıları tarafından itiraf edilmektedir. öte yandan dünyanın en zengin 3 kişisinin serveti 48 ülkenin gayri safi yurt içi hasılasına eşit olduğu günlük burjuva basını tarafından utanmazca aktarılmaktadır.
O halde bugün yaşanan ‘küresel kriz dünyanın herhangi bir tekil bölgesinde yoğunlaşmıyor’. Ulusal ekonomilerin birbirine bağlandığı bir süreçte, 750 uluslararası kuruluş tarafından kontrol edilen dünya ekonomisi her tür ekonomik sınırı aşmaktadır. Teknolojik gelişmeyle ve hızlı bilgisayar bağlantıları aracılığıyla uluslararası ticaret günümüz dünyasıyla bütünleşmiş durumdadır.
***
Bugün bir yandan dünya genelinde yaşanan ekonomik kriz derinleşirken bir yandan da dünya ekonomisi bir avuç uluslararası banka ve küresel tekelin gölgesi altına girmiştir. Dünya genelinde yerleşiklik kazanan siyasi ve iktisadi krizin teknik açıdan bir çözümü olası değildir.
Günümüzde yaşanan en büyük tehlike, somut olarak mali servetin büyük yoğunlaşması ve toplumsal bir azınlığın gerçek kaynaklar üzerindeki egemenliğidir. Bu durumun emek lehine köklü bir çözümü ancak uzun süreli toplumsal mücadele neticesinde sağlanacak toplumsal-siyasal bir dönüşümle kısacası bir devrimle mümkündür. Bugünden başlatılacak karşı çıkışlar böylesi bir dönüşümün yaşanmasını hazırlayacak kapsamda olmalıdır.
Buna karşı mücadele ‘temel bir önem taşımakta ve dünya tarihinde benzeri görülmemiş derecede bir dayanışma ve enternasyonalizm gerektirmektedir. Küresel ekonomik sistem ülkenin iç bölünmüşlüklerinden ve ülkeler arası bölünmüşlükten besleniyor. Farklı gruplar ve toplumsal hareketler arasındaki amaç birliği ve dünya genelindeki koordinasyon ilişkisi bu mücadele için hayati önem taşımaktadır. Dünyanın tüm önemli bölgelerindeki toplumsal hareketler yoksulluğun ortadan kaldırılması ve kararlı bir dünya barışının sağlanması ortak hedef ve kararlılığı ekseninde bir araya getiren büyük bir hamleye ihtiyaç var.
O halde bugün evrensel bir saldırı olarak işçi ve emekçilere yönelmiş olan özelleştirme dalgasına karşı durabilmenin yolu, sermayenin güç aldığı ve güçlü durduğu noktalara saldırarak, serbest piyasa ideolojisinin karşısına çıkmaktan geçecektir.
Yerküremizde, işçi ve emekçilere karşı başlatılmış olan bu saldırı kampanyasına hangi alternatif politikalarla karşı çıkacağımız ise büyük önem taşımaktadır. özelleştirme saldırısına karşı ortaya koyacağımız alternatif anlayışımız öncelikle açık ve inandırıcı olmalıdır. Soyut ve teorik formülasyonların ötesinde yaşam içinde karşılaştığımız sorunların çözümünü içermektedir. Yaşamdan kopuk, yaşamda bir karşılığı olmayan ya da somut sorunların çözümüne ışık tutmayan önermeler geçerli olmamakta ve sürecin kavranmasında bir anlam ifade etmemektedir. O halde güncel politikamızın hem toplumsal projemizden doğması hem de toplumsal projemizin ortaya çıkmasında ilerletici olması için hangi araç ve yöntemlerle neyi önerdiğimiz kuşkusuz bir önem arz etmektedir.
KİT’ler özelleştirilmesin veya özelleştirmeye hayır önermeleri, kendi alternatif politikamızla birlikte ifade edilmezse soyut bir önerme olarak kalmaktadır. Haliyle ciddi bir önerme olarak toplumsal sürecin etrafında birleşilecek bir yapıştırıcılık içermemektedir.
Bu bağlamda bugünkü sorunları geleceğe ertelemek, devrime havale etmek de Devrimci ve Marksistler’in işi olamaz. O halde günümüze ilişkin sorunların çözümünü içeren, bir arada yürütülen bir program anlayışı savunulmalıdır. Bu program, bugünden yarını gösterebilmeli, devrimci dönüşümü, gelişeni ve değişeni içerip; yeni insanın ve yeni bir toplumun taratılmasına ışık tutucu olabilmelidir.
özelleştirmeye karşı çıkmak ne yalnızca işsiz kalan ya da ücretleri düşürülen kitlelerin nede çalışacak bir işi olanların sorunudur. Saldırı çok yönlü ve kapsamlı geliştirilmektedir. Bu da tekelci burjuvazinin emekçileri bölüp parçalayarak güçsüzleştirmesi programını kolaylaştırıcı olmaktadır. özelleştirme saldırısına karşı duruş politikalarımız, tekelci burjuvazinin genel saldırı politikalarının bütünlüğü içerisinde karşılanmaya çalışıldığında daha anlamlı sonuçlar alınabilecektir. Evrensel saldırı dalgası halini almış olan bu saldırı, tüm insanlığın sorunudur. Buna karşı mücadele de emperyalizme ve oligarşiye karşı topyekün, tutarlı bütünlüklü mücadele örgütlenme hattıyla mümkündür. Ancak böylesi bir mücadele anlayışıyla hareket ettiğimiz takdirde sosyalizm perspektifiyle tutarlı ve özgürlükçü bir proje yaratabiliriz.
KİT’lerin bundan böyle devletin ‘sosyal’ payandaları olmaktan çıkarılması ve emekçilerin ortak malı haline getirilmesi gerekir. KİT’lerin özgürlük ve demokrasi mücadelesinde tüm toplumun ortak malı olarak yerini alması koşullarında üretenlerin söz ve karar sahibi olmaları mümkün olacaktır.
Dip Notlar
[130] 93-94 Petrol-İş, Syf: 192
[131] 95-96 Petrol-İş, Syf: 48