
Bireysel ilişkilerin ve toplumsal ilişkilerin gün geçtikçe dibe vurduğu günümüz dünyasında neresinden bakılırsa bakılsın bireysel ve toplumsal ahlak çürümenin eşiğinde yer alıyor. Elbette bu çürümenin sosyolojik nedenleri büyük kısmını oluşturuyor. Çünkü hepimiz bir sınıfa mensubuz; duygusal ve fiziksel ihtiyaçlarımız daha da ötesinde ekonomik çıkarlarımız var. Ait olduğumuz sınıfın özelliklerini yansıtıyoruz ve bilincimizi oluşturan varlığımızın yansımalarını taşıyoruz. Ne de olsa insan söylendiği gibi bir homo-economicus. Ekonomik çıkarlar bizi yönlendiriyor. Görmezden gelmeyi ve yalan söylemeyi, boyun eğmeyi, ses etmemeyi daha kolay ve anlaşılabilir hale getirebiliyoruz. Savunma mekanizmamızı da, “Ne yaparsın, ekmek parası! Çocuklar aç mı kalsın?” üzerine kuruyoruz. Yada daha kolayına kaçıp, “Genlerimizde var” diyerek bütün suçu insan genlerine atıp kurtuluyoruz. Yada güçlü olanın ayakta kalacağına inanıp bunu doğanın kanunlarına bağlıyoruz. Güçlü zayıfı ezer. Yada rekabet ortamına uyum sağlama olarak görebiliyoruz. Bir nevi sosyal Darwinizm. Toplumda güçlüler ayakta kalır, zayıflar sistem dışına itilir. Oysa rekabet ve ayakta kalma yalanı besliyor. Bozulma olağan hale getiriliyor. Vaziyet böyle olunca yalan söylememiz daha bir meşru, toplum ve birey gözünde daha kabul edilir duruma gelebiliyor.
Bireyi daha sonraya bırakıp toplumsal yapıya sınıflar açısından baktığımızda, içinde yaşadığımız toplumsal yapının temelinin yalan olgusuna dayandığını görebiliriz. Modern kapitalist toplumu oluşturan burjuva sınıfının ve işçi sınıfının durumlarına bir bakalım. Aralarında görünmez ve gösterilmez büyük bir çıkar savaşı var gerçekte. Ama yalan mekanizmaları ideoloji vasıtasıyla o kadar güzel kurulmuş ki, gerçekte baktığımızın bir görüntü olduğunu özün ise koca bir yalandan ibaret olduğunu göremiyoruz. Oluşturulan ideolojiyi de din ve milliyetçilik duygularıyla kapladığınız an yalan görünmez oluyor. İktidar sahipleri ve sömürenler tarihin her döneminde ideolojik yalanlarını gizleyecek kılıflara ihtiyaç duymuşlardır. Modern kapitalist toplum öncesi, kilise ve aristokrasi sömürebilme adına yalanlarına din kılıfını uyduruyorlardı. “Ezilen insanın içli ezgisini, kalpsiz bir dünyanın sıcaklığını, insanın afyonunu” oluşturan, insan eliyle yaratılan din söz konusu olduğunda yalan ve öldürme meşru bir hale getiriliyordu. Aydınlanma ışığı altında oluşan yeni bir sınıf, burjuva sınıfı, kilise ve aristokrasinin iktidar egemenliğine son verebilmek için ilk önce din yalanını açığa çıkardı ve iktidar gücünü bertaraf ederek dini politik alandan özel alana attı. Fakat yeni iktidar sahipleri de kendi egemenliklerini sömürmek üzerine kurduklarından, kendi sömürü düzenlerini gizleyebilmek için yeni bir kılıfa ihtiyaçları vardı. Bu yeni yalanın adı da milletler ve milliyetçilik idi. İnsanlığı kendi kanında yıkayacak olan bir yalan. Sonradan yaratılan bir kimlik siyasallaştıkça, insanların kendilerini ifade edebilecekleri bir kimliğe dönüşüp insanların duygularını okşadıkça ve onlara diğerleri karşısında üstünlük hissi verdikçe, sonradan uydurulan bu kimlik politik alan içine sıkıştırılıp sömürü gerçekliğinin görünmezliğini sağlayan büyük bir yalana dönüşerek bütün siyasi politikalara ve alınan siyasi kararlara sözde meşru bir zemin üzerinde ülke içinde ve dışında katliam yapma ve bu katliamlara geniş halk kitleleri nazarında meşruluk katma yetkisi vermiştir. Dini özel bir alana hapseden burjuvazi, milliyetçilik konusunda aynı davranışı sergilememekte, tam tersine çıkarları doğrultusunda milliyetçiliği gericileştirip, mikro milliyetçilikler yaratarak, etnikçiliği kışkırtarak ve son merhalede faşizmi doğurarak insanları birbirine düşürüp kana boğmuştur ve boğmaktadır. Oysa kapitalizmin dini, imanı, milleti yoktur. Yalanı gözler önüne seren Karl Marks çok güzel söylemiştir: ” İşçinin milliyeti Fransız, İngiliz yada Alman değil, emek, bedava kölelik, kendi kendini satmaktır. Onu yöneten hükümet Fransız, İngiliz yada Alman hükümetleri değil, sermayedir. Doğduğu yerin havası Fransız, İngiliz yada Alman havası değil, fabrika havasıdır. Ona ait olan topraksa Fransız, İngiliz yada Alman toprağı değil, yerin bir kaç karış altıdır.”