AVRUPA BİRLİĞİ-TÜRKİYE İLİŞKİLERİ
“Türkiye’nin resmi[üyelik] başvurusu, Türk halkının kaderini batı Avrupa halklarının kaderine demirleyerek her türlü belirsizliğe son verecektir.”(Başbakan Turgut özal – 14/04/1987)
“AB, Avrupa’ya demirlenmiş ve Avrupa güvenlik mimarisinin bir parçası olan istikrarlı, müreffeh ve demokratik bir Türkiye arzu etmektedir.”(AB Konseyi Dönem Başkanı Alain Lamassoure – 06/04/1995)
AB’nin Türkiye’ye bakışı ve bu doğrultudaki politikaları dönemsel değişmeler göstermektedir. Reel sosyalizmin çöküşüne kadar, Türkiye’ye karşı “idare etme” politikası izleyen AB, 1987’deki tam üyelik başvurusunu ‘kibar bir dille’ reddederken, reel sosyalizmin çöküşü ve Sovyetler Birliği’nin dağılmasının ardından, Türkiye’ye karşı bu ‘kibar’ tavrını da değiştirmiştir. Özellikle 1990’ların başından itibaren AB tarafından, Türkiye’de ‘soğuk duş etkisi yapan’ açıklamalar yapılmaya başlanmıştır. Neo-Liberal politikalar ve küreselleşme saldırılarının etkisinin yeni yeni hissedilmeye başlandığı bu dönemin ardından, başlatılan Körfez Savaşı ve bunu takip eden dönemde AB’nin Türkiye’ye tavrında ‘yeni’ bir süreç başlatıldığı ve Avrupa basınında yeniden Türkiye’nin AB’ye üyeliğinden bahsedilmeye başlandığı görülür. İçinde bulunduğumuz dönem de bu döneme tekabül etmektedir.
1990’ların başlarından itibaren çok sık telaffuz edilmeye başlanan, Türkiye’nin o çok ‘meşhur’ jeopolitik öneminin azalmaya başlaması ‘korkularının’, Rusya’nın da NATO’ya dahil edilmesiyle ayyuka çıktığı bir dönemde, Türkiye’nin AB üyeliği ABD açısından da büyük bir önem taşımaktadır***. Batıdan İngiltere, doğudan Türkiye ile Avrupa Birliğini denetimi altında tutmak isteyen ABD, bazı çevrelerce savunulduğu gibi Türkiye’nin AB’ye üyeliği noktasında engelleyici değil destekleyici bir konumdadır.
Tüm bunları ışığında, AB’nin sürekli vaaz edildiğinin aksine ülkeye refah getirmeyeceği, tam tersine emperyalizme bağımlılık ve yeni sömürgecilik ilişkilerinde bir eşik noktası oluşturacağından, perçinleyici bir rol üstleneceği daha da açık ortaya çıkmakta. Emperyalist saldırı ve tahakküm politikalarının şiddetinin eşi görülmedik bir biçimde arttığı küreselleşme sürecinde, AB başta olmak üzere diğer tüm emperyalist birlikler bu saldırganlığın birer parçası konumundadır.
Türkiye halkları, kafa karıştırılmak suretiyle, bu saldırı politikalarına alet/ortak edilmek istenmektedir. Yapılan kamu-oyu araştırmalarında AB’ye “evet” diyenlerinin oranının %70’lerin üzerinde olması, bu kafa karışıklığı ve ‘umut arayışlarının’ boyutlarını göstermesi bakımından son derece dikkat çekicidir.
Türkiye ve tüm dünya emekçi halkları açısından çözüm, çıkarcı-kapitalist/emperyalist birliklere entegre olmakta değil, emekçi halkın kendi iktidarı olan SOSYALİZMDEDİR. Sermayenin birlik politikalarını ve emekçilere karşı top yekûn saldırılarını geri püskürtmenin yolu, tüm dünyada emeğin birliğini örgütlemekten geçmektedir. Tarihin sonunu ilan edenlerin, unutturmaya çalıştığı sosyalizm, eski-sinden çok daha sağlam ve TEK YOL olarak önümüzde sağlamca durmaktadır. Bu anlamıyla da sosyalizmi savunanların görevi kapitalist/emperyalist sistemin gediklerini kapatmak değil, DEVRİM sürecini örgütlemektir. Türkiye’de dahil olmak üzere tüm yeni sömürge ülkelerde demokrasi, özgürlük, insan hakları ve insanca bir yaşam sadece ve sadece demokratik halk iktidarı ve onun bir devamı olan sosyalizm ile mümkündür
Dipnotlar
1-Dünyada kısa bir süre esen kutupsuzluk lakırdıları, esasen alttan alta şekillenen emperyalistler arası kutuplaşmaları (ABD – AB – Japonya – Şangay Beşlisi (Çin, Rusya, Kazakistan, Hindistan, Özbekistan)) örtmeye yönelikti. Dünyanın tekrar melekler ve şeytanlar arasında iki kutuplu hale getirilişi, hem emperyalistlerin kendi aralarında yaşayacakları sorunlarda bir balans ayarı görevini görecek (daha önce komünizm tehlikesinin yaptığı gibi) hem de yeni sömürge ülkeler bu yapay saflaşmada emperyalizmin dümenine daha kolay gireceklerdir. Nitekim girmeyenlerde derhal şeytan olarak tanımlanıp terörizme karşı mücadelede imha edileceklerdir. Bu gün üç olarak belirlenen şeytanların sayısının ileride koşullara göre artacağı şimdiden öngörülebilir.
2- Emperyalizm, tarımsal sübvansiyon ve destekleme alımlarının küçük üreticilere uygulanmaması konusunda hükümetlere baskı uyguluyor. Kuşkusuz sübvansiyonlar hala var, ancak söz konusu olan dev tekellere yönelik sübvansiyonlardır. Başka ticari ayrıcalıklar olmak üzere, üniversiteler ve hükümet laboratuvarları eliyle yapılan biyolojik geliştirme çalışmaları doğrudan doğruya gıda tekellerinin kullanımına sunulmaktadır. Öte yandan korumacılık ABD ve AB arasında hala aşılamamış bir sorun olarak duruyor Her iki tarafta kendi ülkelerinde yabancı gıda ürünlerini görmek istememektedirler. Elbette ki Türkiye gibi yeni sömürge ülkelerin bu tip pazarlıklarda yer alabilmesi mümkün olamamaktadır.
Örneğin, her ne kadar dünyadaki fındık üretiminin yüzde 70’ini gerçekleştiriyor olsak bile, fındıkla ilgili fiyat, destekleme alımı ve sübvansiyonlar hala emperyalist devletler tarafından belirlenmektedir. (Uluslararası fındık borsası Almanya’dadır.)
3- Mahir çayan- Toplu Yazılar- özgürlük Yayınları
4- Kapitalizmin Kaleleri I- Gaye Yılmaz- Türkiye Mai ve Küreselleşme Karşıtı çalışma Grubu- sy:50-51
* 1977 yılından itibaren topluluk içerisinde bulunan İspanya’daki işsizlik oranı oldukça dikkat çekici boyutlardadır. AB İspanya’nın işsizlik oranı üzerinde “arttırıcı” yönde bir etkide bulunmuştur.
** Ulusal sorun bu noktaya indirgendikten sonra, sorunun çözümü için AB üyeliğini de desteklemek şart değil. Bilindiği gibi ülkemizde oligarşi, sorunu en geri noktaya çekip (bazı kültürel hakların tanınması, dil serbestliği gibi) çözme konusunda 1990’ların ortalarından itibaren istekli gözükmektedir.** Ulusal sorun bu noktaya indirgendikten sonra, sorunun çözümü için AB üyeliğini de desteklemek şart değil. Bilindiği gibi ülkemizde oligarşi, sorunu en geri noktaya çekip (bazı kültürel hakların tanınması, dil serbestliği gibi) çözme konusunda 1990’ların ortalarından itibaren istekli gözükmektedir.** Ulusal sorun bu noktaya indirgendikten sonra, sorunun çözümü için AB üyeliğini de desteklemek şart değil. Bilindiği gibi ülkemizde oligarşi, sorunu en geri noktaya çekip (bazı kültürel hakların tanınması, dil serbestliği gibi) çözme konusunda 1990’ların ortalarından itibaren istekli gözükmektedir.
***Kopenhag’da Türkiye’nin Birliğe aday ülkeler arasında isminin açıklanmasında, dönemin ABD Başkanı Clinton’un ne kadar ‘yoğun çabalar’ içerisine girdiği bilinmekte.
SEÇİM SATHI MAİLİNDE AB TARTIŞMALARI
Türkiye, içinde geliştiği ekonomik ve siyasi yapılarıyla, çözümsüzlüğün olağanlaştığı bir konjonktür içinde bulunuyor. Öyle ki çarpık kapitalist yapılanma temelinde yaşana gelen sürekli kriz, çözümsüzlüğü hiç bu denli derinden hissettirmemişti. Krize çözüm olanaklarını kendi içinde yaratamayan egemen sınıflar ittifakı (tekelci sermaye, orta ölçekli sermaye, asker-sivil üst düzey bürokrasi, aşiret temelli feodal kırıntılar…) içteki çözümsüzlüğün çıkış yolunu dışarıda arıyorlar. Bu paralelde de Avrupa Birliği, Türkiye’nin sorunlarının çözümünün sihirli değneği(!) olarak görülüyor. Kimi çatlak seslere, ayak sürmelere rağmen AB’ye giriş talebi oligarşinin tüm kesimlerinde destekleniyor.
AB’nin, Türkiye’nin tam üyelik sürecine girip girmeyeceği, eğer tam üyelik görüşmelerini başlatacaksa ne zaman başlatacağı sorunlarının cevaplarını vereceği tarih 2004’e ertelenirken, AB eksenli tartışmalar da devam ediyor. Kızışan tartışmalarda, kamuoyuna yansıyanlar ise ilginçtir, çünkü yürütülen tartışmalar AB’ye girilmeli mi?, girilmemeli mi? temelinde sürdürülmüyor. Tartışmaların basın aracılığıyla halka yansıyan kısmı AB’ye girme taraftarları arasında sürüp gidiyor. Kısacası AB’ye giriş konusunu oligarşi ve onun sözcüleri kendi aralarında tartışıyorlar. Bu tartışmalarda ne AB muhaliflerine yer ayrılıyor, ne de halka. Zira halkın büyük kısmı da (yaklaşık yüzde 70), oluşturulan tek yanlı bilgilendirme ve toplumu ikna etme stratejileri temelinden AB’ye girişe destek veriyor. Artık “evet”mi “hayır”mı cevaplarından çok sanki halk tamamen AB’ye evet diyormuş gibi birliğe nasıl gireceğiz, girmek için gerekli reformlar yapıldı mı Türkiye “üstüne düşeni”ne kadar yerine getiriyor konuşmalarını dinliyoruz. Böylelikle tek seçeneğin AB’ye girmek olduğu sinyalleri verilmeye çalışılıyor. Televizyon başındaki birey artık kendi haklarını, iradesini unutup AB güzellemeleri içinde buluyor kendini. Oysaki tam da bu söylemlerin sürdüğü dönemde işçilerin örgütlenmelerinin önüne geçen, kazanılmış haklarını hiçe sayan yeni iş yasası AB desteğiyle onaylanıyor. Yine demokrasi havarisi AB’nin gözetimi altında eskisinden daha anti demokratik bir YöK yasası yürürlüğe konulmaya çalışılıyor. Kuşkusuz ki bu tartışmaların temelinde oligarşik ittifakın kendi iç çelişkileri yatıyor. Egemen sınıflar ittifakının her unsuru, süreçten kendisi için en karlı pozisyonu alarak çıkmak istiyor.
AB etrafında sürdürülen tartışmalarda tartışmacılar(!) kullandıkları çeşitli argümanlarda emekçi halk kesimlerini kendi yanlarına çekmek istiyorlar. Bu süreç içinde AB’den yana en net tavır takınan unsur kuşku yok ki TüSİAD’dır. Çok uluslu şirketleri de kapsayan, sermaye birikim sürecindeki krizin aşılabilmesi için şirket evlilikleri veya satın almaların yaygınlaştığı koşullarda, Türkiye işbirlikçi tekelci sermayesi de kendisine pay çıkarmak istiyor. Büyüyebilmenin yolunu dev tekellere eklemlenmekte gören işbirlikçi tekelci sermaye AB’nin koşulsuz destekçisi oluyor.
Sermayenin küreselleşmesi ekseninde AB sermayesiyle bütünleşmek, işbirlikçi tekelci sermayenin Türkiye içinde girdiği sıkışıklığı aşmasına yardımcı olacağı açıktır. Türkiye’deki tekelci sermayenin başından beri sahip olmadığı ulusal pazar kavramı, burada da söz konusu değildir. Zira Türkiye’de tekelci sermayeyi tekelci yapan, ulusal pazar içindeki hakim gelişimi değil, en başından beri dünya tekelleri ile oluşturduğu işbirliğidir. Bu bağlamda tekelci sermaye kendisini var eden dünya tekelleri ile ortaklıklarına AB ile yeni bir boyut kazandırmak istiyor. Kendi çıkarlarını AB ile bütünleşmekte gören tekelci sermaye geniş halk kesimlerini ve işçi sınıfını ikna edebilmek için, üyeliğin ülkeye yabancı sermaye girişini hızlandıracağını, bunun da kitlelerin refahının artışına neden olacağı argümanını çokça kullanıyor.
Bir yandan AB’ye girişe destek verirken diğer yandan AB tarafından Türkiye’ye verilen ev ödevlerinin (İdam cezasının kaldırılması, anadilde eğitim ve yayın, AB merkezli sermayenin ülkeye tam entegrasyonu…) yerine getirilmesine karşı çıkılması oligarşi içinde yürütülen çatışmanın su yüzüne çıkan yanını oluşturuyor. AB’ye yönelik itiraz veya çekincelerini ortaya koyan kesimler burada iyi belirlenmelidir. Öncelikle şunu belirtmek gerekir ki, oligarşi içinde AB’ye girişten çıkarları zedelenecek olan kesimler, dünyanın ve Türkiye’nin içine sürüklendiği konjonktürden dolayı itirazlarını açıkça gösteremiyorlar. İçinden geçtiğimiz dönemin en belirleyici unsuru, 11 Eylül saldırılarının ardından emperyal güçler tarafından tüm dünyada estirilen kutuplaşma rüzgârlarıdır. Türkiye egemenleri de bu kutuplaşmada her ne pahasına olursa olsun batı ittifakının yanında yer almak iradelerini açıkça beyan etmektedirler. Dünyanın sürüklendiği bu durumun yanı sıra Türkiye’de halkın önemli bir kısmının da AB’den yana olması ve AB karşıtlığının, ülke düşmanlığı ile eşdeğer gösterilmek istemesi oligarşi içindeki AB muhalifi unsurların sesini cılızlaştıran önemli faktörlerden biridir.
AB’ye itiraz eden ve sözcüleri arasında MHP’nin de bulunduğu bu klik ne istemektedir. Ordunun da AB tartışmalarında bu saflarda olduğu bilinmektedir. Askeri bürokrasinin ve onun dümen suyuna gittiği ölçüde sivil bürokrasinin bir kısmının da ülke yönetiminde ağırlığı önemli boyutlardadır. Ülke yönetiminde sahip olunan bu konum, söz konusu çevrelere ciddi ekonomik, siyası ve sosyal çıkarlar sağlamakta, yönetsel açıdan göreceli bir dokunulmazlık sağlamaktadır. AB sürecinin, başta bu yönetsel dokunulmazlıklar olmak üzere pek çok ayrıcalığı törpüleyeceği, ekonomik ve siyasal çıkarları tekelci sermaye lehine etkileyeceği açıktır. Zira Ordu Yardımlaşma Kurumu (OYAK) bugün Türkiye’nin üçüncü büyük holdingi durumundadır. Mevcut ekonomik ve siyasal statükonun korunmasının AB sürecinin doğasına aykırı olduğunun bilincinde olan bu unsurlar, süreci mümkün olduğunca az kayıpla geçirmek istiyorlar. Tam da bu noktada kendilerine halk içinden bir taban oluşturabilmek için Türkiye’nin bağımsızlığının AB üyeliği ile yok olacağı iddiasına dayanan bir dizi argüman kullanıyorlar.
Tam da bu süreçte oligarşi içindeki AB eleştiricilerinin (siz karşıtları anlayın) imdadına, ABD’nin Avrasya Stratejisi yetişmiştir. ABD tarafından uzun zamandır kotarılan ve 11 Eylül sonrasında süratle uygulanma ve yaygınlaştırılma fırsatı bulunan strateji, ABD’nin Avrasya’daki enerji kaynaklarını stratejik işbirliği içindeki dost(!) ülkeler eliyle kontrol altına almasına dayanıyor. İşte kimi sermaye grupları, krizden çıkış yolunu, ABD ile Avrasya’da kurulacak böylesi bir stratejik işbirliğinde görmektedir.
Ayrıca AB’nin egemen askeri ve sivil bürokrasinin etkinliklerin tasfiye etme eğilimine karşılık, ABD’nin Avrasya Stratejisi bu etkinliği askeri alan, dinsel alan, dış ilişkiler gibi farklı düzeylerde artırılmasını içerdiği bilinmektedir. Avrasya Stratejisi ile yeniden ve daha güçlü bir şekilde yapılandırılacak olan bürokrasi, bu nedenle ilgili çıkar çevrelerinin dikkatini çekmektedir. Kuşkusuz bu yapılanma ırkçı ve inanç temelli bir içeriğe sahip olduğundan, MHP’nin de bu saflarda yer alması, sahip olduğu kitle açısından daha makul gözüküyor. Dolayısıyla da MHP ve sahip olduğu taban ABD’nin Avrasya Stratejisinin doğal müttefiki konumundadır.
Türkiye’nin bağımsızlığının hangi dönem ve koşullarda kaybedildiği ortadayken AB üyeliği, bağımsızlığın kaybedilmesi değil, Türki-ye’nin çok uluslu şirketler için daha rahat bir pazar haline gelmesi anlamını taşıyacaktır. Tekelci sermayenin, oligarşik ittifak içinde 50 yılı bulan ağırlığını arttırma mücadelesi AB üyeliği ile yeni bir eşiğe gelip dayanmıştır. Tekelci sermayenin oligarşi içinde tamamen belirleyici konuma gelmesi ittifakın diğer unsurlarının zararına olacaktır.
***
Halkın büyük kısmının AB üyeliğinden yana olması, oligarşi içinde süren tartışmalarda Tekelci sermayenin toplumu daha iyi ikna edebildiğini gösteriyor. Geniş kitleler bu konuda ikna olmuşa benziyor ancak, TüSİAD’ın kullandığı argümanların her birinin tek tek incelenmeye ihtiyacı var.
AB üyesi ülkelerin bugün yakaladıkları ekonomik, siyasal ve sosyal haklar adeta Avrupa Birliği sayesinde ve sonrasında kazanılmış gibi bir algılanış söz konusu. Şu, kısa yoldan izah edilmelidir ki Avrupa Birliği, tüm bu kazanımların nedeni değil, bu kazanımlarla baş edemeyen ve Avrupalı emekçilere karşı Avrupa sermayesinin oluşturduğu bir birliktir.
Avrupalı işçi sınıfının bu gün yakaladığı yaşam standardı onun iki yüz yıldır verdiği ekonomik ve siyasi mücadelenin bir sonucudur. Avrupalı işçi sınıfı bu süre zarfında büyük bedeller ödeyerek kazandığı hakları, simdi esnek üretim, serbest bölgeler, AB, NAFTA gibi ekonomik birlikler aracılığıyla törpülenmek istenmektedir. Dolayısıyla, edinilen haklar ne burjuvazi tarafından işçi sınıfına lütfedilerek verilmiş haklardır ne de Avrupalı işçilerin şansı. AB üyeliği Avrupalı çalışanlarını yaşam koşullarını iyileştirmek şöyle dursun, daha da geriletmiştir. Ekonomik ve demokratik haklarını yavaş yavaş kaybeden Avrupalı çalışanlar, daha şimdiden sendikaları aracığıyla küreselleş-meye ve AB’ye karşı ciddi bir muhalefeti örgütlemektedirler. Bütün bunlar ortadayken, tekelci sermayenin ve onun medyasının her gün AB = Refah, AB = Demokrasi, AB = Ekmek propagandasını yapma-sının ardındaki gerçekler iyi görülmelidir.
Nitekim, oligarşi içindeki baskınlığı ile ülke yönetiminin belirleyicisi olan işbirlikçi tekelci sermayenin Türkiye’deki demokrasinin geliştirilmesi için AB’yi beklemesine ne gerek vardır. Mademki bu kadar demokratlar, mademki bu kadar refah seviyesinin arttırılmasından yanalar, kârlarından küçük fedakârlıklar yaparak da pek ala bazı düzenlemeleri yapabilirler.
AB üyeliğinin refah ve demokrasi getirdiği görüşünü desteklemek için kullanılan en popüler dayanaklar ise birlik üyeliği öncesi Türkiye ile hemen hemen aynı düzeyde olan Yunanistan, İspanya gibi örneklerdir. Bu ülkelerin bugün Türkiye’den daha gelişkin toplumsal yapılara sahip olduğunu gören halk kerameti AB’de bulmaktadır.
Halkın AB üyeliğine bu kadar sıcak bakmasında tekelci sermayenin propagandaları oldukça etkili olurken, geçtiğimiz yıllarda ülke tarihinin en büyük krizlerinden birinin yaşanmış olması da önemli bir faktördür. Kriz ortamı emekçi halk kesimlerinin yoksullaşmasıyla, yolsuzlukların, banka hortumcularının zenginleşmesinin iç içe geçtiği bir süreci ifade etmesi, geniş halk kesimlerinin ülkenin geleceğinden umudunu kesmesine neden olmuştur. Üstelik işsizlik sorunu eğitimli – eğitimsiz ayrımı yapmaksızın toplumsallaşmıştır. Karşılaşılan bu koşullar, AB’nin istihdam sorununu çözeceği, ülkenin şeffaflaşarak yolsuzlukların azalacağı ön kabulüyle birleşince üyelik lehine bir atmosfer yaratıyor.
Tekelci sermayenin, işsizlik, demokrasi, çalışma koşullarının ve refah seviyesinin iyileştirilmesi için öngördüğü çözüm(!) yabancı sermaye girişinin hızlanmasıdır. Yabancı sermaye girişinin birilerinin refahını artıracağı muhakkaktır, ancak bu kesim işçi sınıfı değil, tekelci sermayenin kendisi olacaktır. Bunun içindir ki tekelci sermaye aslında kendi çıkarına olan değişiklikleri halkın çıkarınaymış gibi göstermektedir. Bunun içindir ki hiç olmadığı kadar demokrasiden dem vurmaktadır. Ama unutulmaması gereken ve dile getirilebilecek yüzlerce örnekten sadece bir tanesi olan bir olgu vardır; AB’ye üyelik sürecinin işçi sınıfına iş, refah ve demokrasi getireceğini iddia eden tekelci sermaye, kuşa çevrilmiş bir İş Güvenliği Yasa Tasarısı’na bile tahammül edememektedir.
Peki, AB üyeliği Türkiye’ye gerçekten yabancı sermaye girişini arttıra bilir mi? Türkiye’nin çok uluslu şirketler için cazibe merkezi olduğu yolundaki yorumların dayanak noktaları şöyle sıralanabilir; ucuz işgücü, 70 milyona yaklaşan nüfusu ile geniş bir iç pazar, Ortadoğu, Kafkaslar ve Orta Asya’ya yakınlığı ile şekillenen jeopolitik konumu, yer altı ve yer üstü zenginlikleri.
Sıralananlar arasında ucuz iş gücü nedeniyle yabancı yatırımların artacağı tespiti, AB üyeliği ile sağlanacağı vaaz edilen refah ve işçi haklarının artışı beklentisi ile çelişmektedir. Böylece Türkiye’de AB üyeliği sonrasında da iş gücü ucuzluğunun devam edeceği, yani yıllık gelirin 2000 dolar civarında kalacağı tespit edilmiş olmaktadır. Gelir seviyesinde bir ilerleme olacaksa, o vakit de yabancı sermayenin ülkeye geliş gerekçelerinden biri ortadan kalkacaktır. Bu koşulların görülebilmesi AB tartışmalarında, üyeliğin, refah işçi haklarının artışını getireceği argümanını boşa çıkaracaktır. Gözden kaçırılmaması gerekin bir diğer nokta da şudur; AB ülkelerindeki toplam işsiz sayısı 10 milyona yaklaşmıştır. Bu da demek oluyor ki, Avrupa sermayesi kendi topraklarında bile milyonlarca insanın iş sorununu çözmede yetersiz kalmaktadır.
Avrupa sermayesinin kendi topraklarındaki işsizlik sorununu çözememesi bir dizi sosyal yansımayı da beraberinde getiriyor. İşsizliğin artmasının diğer anlamı çalışanların sayısının azalmasıdır. Bu da birlik içindeki tüketim taleplerinin gerilemesine ve aşırı üretim maliyetlerinin yükselmesine neden oluyor. Bu döngünün doğal sonucu ise AB’nin ortalama büyüme hızının azalmasıdır. İşsizliğin ikinci bir maliyeti ise işsizlik sigortasının büyük maliyetlere tekabül etmesidir. Daha şimdiden tekelci sermaye işsizlik sigortasını kaynak israfı olarak nitelemeye başlamıştır. İşsizliğin ekonomik boyutlarının yanı sıra siyasal yansıması da yabancı düşmanlığı ve faşist partilerde gözlenen oy patlamaları olarak gösterilebilir. Yaşanan tüm bu gelişmeler Avrupalı sermayeyi kendi ülkelerinde kalmaya zorlayan etkenlerdir. Zira 23 – 24 Mart 2000 tarihinde gerçekleştirilen Lizbon Avrupa Kon-seyi’nin toplanma amaçlarından en önemlisi artan işsizlik olmuştur. AB dünyanın diğer ekonomileri gibi büyüme ve istihdamın yaratılmasında bir duraklama devresi içinde bulunduğu konseyde vurgulanan olgulardan biri olmuştur.
Türkiye’ye yapılacak yatırımların cazibesini azaltan bir diğer etken ise çarpık gelir dağılımıdır. Dolayısıyla bir çırpıda 70 milyonluk pazar diye tanımlanan Türkiye’de Avrupalı sermayedarı ilgilendirecek tüketici sayısı nüfusun yüzde 10’unu ancak bulabilmektedir. Gerçi bu rakamda AB’Ye aday ülkelerin nüfusları düşünüldüğünde az sayılmaz. Ancak Türkiye Gümrük Birliği ile bu pazarı da zaten Avrupa sermayesine açmış durumdadır. Gümrük Birliği; Uluslararası Tahkim Yasası gibi küreselleşmenin en acı şartlarını gönüllü olarak imzalayan Türkiye’de hali hazırda yatırımcı bulunan çok uluslu şirketler (Opel ve Philips…) fabrikalarını kapatmaya başlamışlardır bile.
Veriler sanayi alanında Avrupalı sermayenin söz konusu beklentileri karşılayamayacağını gösteriyor. Gümrük Birliği’nin Türkiye’de 5 yıldır yaptığı tahribat ayrı bir tartışmanın konusu olurken, bundan daha ileri bir birlikteliğin işçi sınıfı ve tarım üreticileri için doğuracağı sonuçların oldukça üzücü olacağı aşikârdır. Bununla birlikte çok uluslu gıda tekellerinin son yıllarda dayattıkları tarımsal politikalar daha şimdiden ülke tarımını bitme noktasına getirmiştir. Bu konuda Şeker ve Tütün gibi alanlarda hazırlanan yasa tasarıları hatırlamakta yarar vardır. Devlet destekleme alımlarını ve sübvansiyonları kaldırıyor, ürün fiyat tespitlerini tekellerin lehine yapıyor. Bu açıkça tarım üreticisi için ayrılan kaynağın tekelci sermayeye ve dünya gıda tekellerine aktarılmasıdır. Türkiyeli küçük tarım üreticileri, verimi yüksek ve kendi ülkeleri tarafından sübvanse edilen Avrupalı gıda tekelleri tarafından yoksulluğa mahkûm edilecektir.
Dünya yüzeyinde sanayie doğrudan entegre olmuş tarımsal üretim, arkasında dünya tekellerini barındırıyor. Gıda tekellerinin devleri eliyle yürüttüğü politikalara karşı Avrupalı çiftçilerin mücadelesi göz önüne alınırsa, Avrupa’da da küçük üreticiye yaşama şansı tanınmadığı fark edilecektir.
Türkiye’nin jeopolitik konumu itibarıyla ulaşılabilecek dış pazarlar argümanı ise, komşu ve çevre ülkelerin içinde bulundukları siyasi ve ekonomik sorunlar nedeniyle vurgulandığı kadar güçlü değildir. Üstelik AB ülkeleri, bu pazarlara ulaşmak için tek kapı olarak Türkiye’yi görmemektedirler. Bunun içindir ki İran ve Rusya ile pek çok ikili anlaşmalar yaparak Türkiye dışında giriş kanalları oluşturmaya başlamışlardır. Verili koşullar içinde Avrupa sermayesinin Türkiye’ye gelişinin ne kadar gerçekçi bir beklenti olduğu şüphe götürmektedir.
Özellikle eğitimli kitlelerin AB’ye üyelik sonrası beklentileri arasında öne çıkan unsur, serbest dolaşım hakkı ile ilgilidir. Serbest dolaşım ise emeğin serbest dolaşımı değil sermayenin ve sömürücünün serbest dolaşımıdır. Özellikle son krizle iş veya hak kaybına uğrayan üniversite mezunu kesim, gözünü serbest dolaşım hakkına dikmiş durumdadır. AB’nin yeni adaylarına veya aday potansiyeli taşıyan ülkelerine şöyle bir göz attığımızda, göze çarpan ilk öğe, tamamının gelir seviyesinin birlik üyesi ülkelerin gelir seviyelerinin çok altında kaldığıdır. Bu da yeni bir tartışmayı gün-deme getirmektedir. AB’ye yeni üye olacak ülkelerin serbest dolaşım hakkı’ndan vazgeçmeleri gibi bir koşul alttan alta gündeme getirilmektedir. Türkiye’nin de daha şimdiden böyle bir sözü AB yöneticilerine verdiği bilinmektedir. AB’de gündeme getirilen yeni mültecilik ve nitelikli iş gücü kanunları, serbest dolaşım hakkının sınırlandırılması ile ilgili ön hazırlıklar olarak algılanabilir. Gelişmelerin bu yönde olması, AB’nin emeğin Avrupa’sını yaratacak bir platform olamayacağı ortaya çıkarıyor. Gelişmeler bizi ya-nıltmadan bir kez daha gösterecektir ki AB projesi sermayenin Avrupa’sını yaratmanın aracıdır. Emeğin Avrupası’nı ve dünyasını yaratmanın yolu, bu ve benzeri oyunlara gelmeden, sınıf kardeşlinin enternasyonalist bakış açısıyla bağımsız kanallardan gelişebilir.
AB DEMOKRASİ GETİRİR Mİ?
Egemen sınıfların AB temsilcileri ile yaptığı görüşmelerde ellerindeki en güçlü koz olarak gördüğü şey, Türkiye’nin jeopolitik konu-mudur. Ortadoğu ve Orta Asya enerji kaynaklarına coğrafi ve tarihsel yakınlığını uluslararası tekellere gümüş tepsiyle sunmaya hazır olan oligarşi, bir yandan da bu bölgelerdeki ağırlığını artırmaya çalışıyor. Bölgedeki ağırlığını artırmanın yolunun emperyalist çıkarlar için girişilecek her operasyonda fedailik yapmakta gören egemen sınıflar bunun için Afganistan’da görev almak için yanıp tutuştular. Geçtiğimiz yıllarda ABD’nin Irak’a girişeceği operasyonda koçbaşı olma niyetlerini gizlemiyorlar. Ancak gözden kaçırılan ve tecrübe ile sabit olan şu ki, Özalcı bir koyup üç alma niyeti, çok uluslu şirketlerin niyetlerinin yanında dikkate alınabilecek hiçbir ağırlığa sahip değildir.
Emperyalist tekeller çok iyi bilmektedirler ki, dünya yüzeyinde hegamonik bir güç olabilmenin yolu, operasyonel bir askeri güce sahip olmaktan geçiyor. AB bu gücü Avrupa Güvenlik ve Savunma Kimliği (AGSK) ile oluşturmaktadır. Bir başka ifade ile demokrasi müjdecisi Avrupa, tekrar militarize oluyor.
Türkiye’nin de tartışmalarında yer aldığı AGSK sorunsuz ilerlemiyor. Türkiye de, bu süreci AB için vazgeçilmezliğini, sahip olduğu askeri güç ve tecrübeyi öne sürerek bir kez daha izah etme çabasıyla geçiriyor. Dünyanın en büyük borsa simsarlarından Soroz’un geçtiğimiz aylarda Türkiye için “sizin en iyi ihraç ürününüz askerinizdir” tespiti(!) ile de emperyalist merkezlerin Türkiye’ye biçtikleri rolde bir değişiklik olmadığı görülüyor. 50 yıldır binlerce genç emekçi insanını emperyalizmin çıkarları uğruna feda ederken, tekelci sermaye ne kadar rahat ve umursamazsa yine aynı tavırla ülke askerlerini halk için bedeli çok büyük olacak yeni maceralara atmaya hazırlanıyorlar. Ve bu uğurda ülkenin sınırlı kaynaklarını pervasız bir silahlanma için harcamaya devam ediyorlar.
AGSK’nin oluşturulmasının ardından Avrupa’nın da neredeyse 2. Paylaşım Savaşı’ndan bu yana görülmemiş boyutlarda silahlanmaya kaynak ayıracağı söylenebilir. 11 Eylül’ün ardından içi güvenlik harcamalarında görülen artışın üzerine eklenecek yeni silahlanma hamlesiyle, AB, demokrasinin geliştirileceği topraklar olmaktan çok yeni savaş çığırtkanlarının ortaya çıkacağı daha militarist bir yapıya sahip olacaktır. Giderek daha fazla militarize olan bir AB ve onun takipçilerini bekleyen gelecek ise daha fazla yoksulluk, kan ve gözyaşından başka bir şey olmayacaktır.
Üstelik Türkiye’nin demokratikleşmesinin AB yolundan geçeceğine inananları boşa çıkaracak tek veri, AB’nin dünyanın geri kalanıyla savaşa hazırlanması değildir. Neredeyse bütün AB üyelerinde bir sağa kayış söz konudur. Yaşanan büyük işsizleşme oranında bunun payı bulunuyor. Özellikle birlik üyesi ülkeler arasındaki işsizliğin genç nüfus içinde yoğunlaşması bu kitlelerin ırkçı partilere yönelmelerini beraberinde getiriyor. AB’nin en sorunsuz üyelerinden biri sayılan Avusturya’da faşist partinin hükümete yer almasıyla gündeme oturan sağcılaşma, en son Fransa’da Faşist Le Pen’in Cumhurbaşkanlığı Seçimlerinde ikinci tura kalmasıyla dikkat çekti.
Fransa’da Sosyalist Parti’den başbakan olan Lionel Jospin’in oy kaybetmesindeki önemli etkenlerden bir tanesi de, Korsika sorununda takındığı ılımlı politikalardır. Korsika’nın özerkliğe yakın bir statüye sahip olması anlamına gelen Korsika Plânı’nı imzalayacağını açıklaması, Jospin’i faşistlerin hedefi haline getirmiş, İç İşleri Bakanı Pierre Chevenment’in görevinden ve partisinden istifa ederek milliyetçi sol bir parti kurmasına neden olmuştur. Avrupa’da gözlenen ırkçılaşma, ülke ve birlik parlamentolarına da yansımaktadır. Bu geliş-melerin kıssadan hissesi, ise, ulusal kimliklere yönelik alınacak kimi hakları AB’ye endeksleyenleredir. Giderek sağcılaşan ve kendi ulusal sorunlarındaki demokratik açılımlara bile daha az tahammül gösteren bir Avrupa’nın duruş noktası, oligarşinin duruşuyla yakınlaşma eğilimi gösterebilir. Sahip olunan sorunlar sahip olunmayan güçlerle değil, yine sahibi olduğumuz, öz dinamiklerle çözülmelidir. AB Parlamento veya başkentlerinden yürütülecek demokratikleşme çabaları, emekçi halk kitlelerini sükutu hayale uğrattığı gibi, AB’nin peşine takılan güçleri bertaraf eder.
AB’de gözlenen sağcılaşma eğilimleri, 11 Eylül sonrasında Terörizme Karşı Savaş adı altındı sürdürülen despotikleşme ile hız kazanmıştır. AB’nin bu süreci ne kadar ileriye götürebileceği, ABD’ye bakılarak anlaşılabilir. AB üyeliği ile Devlet Güvenlik Mahkemeleri ve benzeri faşizan uygulamalardan kurtulma hülyalarında olanlar, ABD’nin 13 Kasım’da oluşturmaya karar verdiği özel yargılama usullerine sahip askeri mahkemeleri görmelidirler.
Saldırıların ardından geliştirilen olağan üstü durumlara özgü adalet(!) biçimi tüm dünyada kalıcı bir zemine oturtulmak isteniyor. Emperyalizmin yeni adaletinin tecelli şekillerinden bir tanesi de ABD’de uygulamaya konulan yurtseverlik yasası(!) oluyor. Bu ya-sanın uygulanmasıyla şüphelileri belirsiz sürelerde gözaltına alma, tecrit hücrelerine hapsetme, telefon, mektup ve internet üzerindeki her türlü haberleşmeyi denetleme, sürgün etme, ikâmetgâhlarını mahkeme kararı olmadan arama gibi uygulamalar yasal dayanaklara kavuşturulmuştur. Yasa uyarınca, yaklaşık 1500 kişi bırakın bir avukatla görüşmeyi hakim karşısına bile çıkmadan tutuklandı. Unutulmamalıdır ki, sermayenin vatanı olmadığı gibi vatansızlığın hukuku da birdir.
AB’nin merkezinde burjuva demokrasisinin kalesi Fransa’da yasaklara giren yöne suç tanımları arasında şunlar da bulunuyor.
Muhaliflerin yasadışılaştırılması: Bu tanımlama ile AB devlet ve kurumları kendilerine muhalif bir toplumsal harekete maruz kaldıklarında özgürlükleri garanti altına alan ilke ve kuralları hiçe sayarak yapılacak her türlü müdahalenin önünü açıyor. Örneğin Anti – GMO (Genetik Değişikliklere Uğramış ürünler) eylemleri ile gündeme gelen Jose Bove ve onun öncülüğündeki CPQ (Köylü Federasyonu)’nun gerçekleştirdiği MC Donald’s eylemlerinden ötürü Bove ve CP militanları mahkum edilirken Avrupa ortak tarım politikasına kaşı çıkmayan resmi ‘Resmi’ köylü sendikası FMSA’nın gerçekleştirdiği eylemler cezasız kalarak sistem “uslu” ve “yaramaz” ayrımını yapıyordu.
Mültecilere yönelik terörle mücadele yasası: Bu yasa ile geçmişte Fransa’ya sığınmış siyasi mülteciler ülkelerine teslim edilmesi hedefleniyor.
İşgaller: çingenelerin kendilerine ayrılan bölgenin dışında ya-şaması suç ve işgale sokuluyor. Ayrıca Fransa’da evsizler alışıldığı üzere kıs aylarında boş evlere sığınarak yaşıyorlar. Yasayla birlikte bu durum mülkiyete saldırı kapsamına alınarak, evsizler işgalci konumuna düşürülüyor.
Vatandaşlık dışı tutmak: Polise size hangi türde bir davranış içinde bulunursa bulunsun, karşılık vermek, küfür etmek gibi davranışlar yasaklamalarla ağır şekilde cezalandırılarak uslu vatandaş kriterleri belirleniyor.
***
Bütün bu tartışmalar yürütüle dursun, ancak bu toz duman bulutunun içinde dikkat edilmesi gereken gerçek bir nokta var. O da, AB’nin Türkiye’yi gerçekten üyeliğe kabul edip etmeyeceğidir. İtiraf edilmelidir ki Türkiye yakın gelecek içinde AB’ye alınmayacaktır. Bu bir kehanet ya da temenni olmaktan çok somut durumdan çıkan bir gerçektir. Üstelik bu durum hem AB yöneticileri hem de Türkiye ege-men sınıfları için bilinemeyeni çok bir denklem değildir. Üyeliğin bu kadar uzak olmasının nedeni Türkiye’nin ev ödevlerini aksatıyor oluşu değil, Türkiye gerçeği ile ilgilidir. Kişi basına düşen milli geliri 3000 doları yakalayamayan, işsiz sayısı 8 milyona yaklaşmış bir Türkiye hangi stratejik öneme sahip olursa olsun AB için katlanılabilir bir külfet değildir. AB yöneticileri Türkiye’yi sırtlamak istememelerine karşın, onu tamamen silip atamıyorlar da. Bu gerçeğin Türkiye’nin yönetici eliti de farkındadır. Peki her iki yönetici taraf açısından aleni olan bu duruma rağmen, neden hala karşılıklı sempatik mesajlar verilmektedir. Tabi ki her iki tarafın da bu durumdan çıkarı olduğu için. AB yöneticileri, hala safça AB üyeliği beklentisinde olan kesimleri küstürmek-ten çekinip, Türkiye’yi bu yolla kendi dümen sularına kanalize etmeye çalışıyorlar. Bu süreçten kendi yararlarına olabilecek bütün tavizleri koparmak istiyorlar. Türkiye egemen sınıfları açısından ise, ülkeyi AB’ye taşıma misyonuyla kitle meşruiyetini sağlamak, AB ülkelerin-den olası sermaye girişlerini artırmak, AB fonlarından yararlanmak için fırsat olarak görüyorlar.
***
Peki, Türkiye emekçi halkının yapması gereken nedir? AB’nin emeğin değil, sermayenin Avrupası’nı yaratan bir süreç olduğunun farkında olunduktan sonra, AB karşıtlığında oligarşi içindeki farklı çıkar gruplarının değirmenine su taşımadan kendi siyasetini örgütleyebilmelidir. Bir bütün olarak kapitalizmi hedef almayan AB karşıtlığı, oligarşi içinde AB karşıtı kliğin ekmeğine yağ süreceği açıktır. Bir başka değişle merkezi hedef almayan bir AB karşıtlığı Türkiye’de süre giden oligarşik diktatörlüğün faşizan yönelimlerinin daha da güçlenmesine neden olacaktır.
Emekçi halk kesimlerinin ve işçi sınıfının AB’ye karşı muhalefeti, milliyetçi ve Avrupa düşmanlığı temelinde değil, enternasyonalist bir içerik taşımalıdır. Emperyalizmin politikalarına ancak başta Avrupa ülkelerinin işçi sınıfı olmak üzere dünya işçileri ile uluslararası dayanışma içinde oluşturulacak egemen güçlerden bağımsız ve kapitalizm karşıtı bir cephe ile karşı konulabilir. Tabi burada Avrupa ülkelerinin işçi sınıfı ile bütünleşmenin adresi, yani Emeğin Avrupası’nı yaratmanın yolu AB üyeliği değildir. Nasıl ki, kapitalizm temelinde geliştirilmeyecek bir AB karşıtlığı askeri ve sivil bürokrasinin ekmeğine yağ sürecekse, emeğin Avrupası’nı yaratmak adına AB üyeliğini desteklemekte tekelci sermayenin ekmeğine yağ sürecektir.
Tabi, bağımsız siyaset vurgusu yapılırken, kastedilen işçi sınıfının çıkarlarından bağımsız bir siyaset değildir. Zira kendi sınıf çıkarına bağımlı olmak bağımlılık da değildir. İşçi sınıfının uluslararası dayanışmasını örülebilmesi, ortak mücadele eksenlerinin yaratılması için olmazsa olmaz koşuldur. Bunun yolu ise işçi ve emekçi halk kitlelerinin uzun vadeli çıkarları yönünde politikleştirilebilmesinden geçmektedir.
UYUM PAKETLERİ
AB’nin aday ülkeler için belirlediği Kopenhag kriterlerine uyum sağlamak üzere Türkiye’de gerekli yasal değişiklikleri ve düzenlemeleri içeren yedi uyum paketini meclisten geçirdi.
Paketlerle meydana gelen değişliklerden kamuoyunun dikkatini çekenlerden bazıları şunlardı; idam cezasının kaldırılması, azınlıklara mülk edinme hakkının tanınması, yeni iş yasasının yürürlüğe girmesi, terörle mücadele yasasında değişiklikler, farklı dil ve lehçelerde yayın izni, askerlik süresinin kısaltılması oldu.
AKP hükümeti kurulduğundan bu güne AB’den yana aldığı tavırla birçok yasa değişikliği gerçekleştirdi. Kuşkusuz bunda AKP’nin meclis içi demokraside parmak sayısının fazla olmasının payı büyüktür. Ancak AB’nin tek kurtuluş olduğuna insanlar öyle çok inandırıldı ki değişiklikler dikensiz gül bahçesindeymişçesine çiçeklerle donanacağı inancıyla yapıldı.
Bu dönemde 1475 sayılı iş konunu yerine en başında çalışma ve iş güvenliğini nispeten iyileştiren “iş güvenliği yasası” uygulamaya geçecekken sermayenin isteği üzerine birden esnek çalışma temeline oturan yeni iş yasası meclisten geçirildi.
Uyum paketleri ile hedeflenen demokratik bir düzenleme değil, Kopenhag siyasi kriterlerini kâğıt üzerinde yerine getirmek olarak işlemektedir. Amaç bu olunca düzenlemeler 1982 anayasasının içeriğine dokunmadan teğet geçen bir çizgide yürütülüyor.
1995’ten bu yana neredeyse her altı ayda bir yeni uyum paketleri yürürlüğe konuluyor. Demokratikleşme, insan hakları, ifade ve örgütlenme gibi hak ve özgürlüklerin kullanılmasında hiçbir ilerleme sağlanamamıştır. 7. uyum paketi ile birlikte ulusal program olarak adlandırılan düzenlemede 88 yeni yasa çıkarılmış, 52’sinde değişiklikle-re gidilmiştir. Yine 283 yeni idari düzenleme getirilmiş ve 81 idari düzenleme de değişiklik yapılmıştır.
Oligarşi, yaptığı düzenlemelerle ülkemizde demokratikleşme havası yaratmaya gayret ederken, cumhuriyetin en derin sorunlarından biri olan Kürt sorununu da en geri noktada çözgü eğilimindedir. Kürt sorununa çözüm için Kürtçe yayını geri bir nokta olarak kendisi-ne belirleyen oligarşi bu uygulamayı da olabilecek en geri düzeye endeksliyor. Zira bu bile RTüK ve TRT tarafından düzenleme ve yönetmelikler oluşturulmadığı için uygulanamıyor.
Söz konusu değişiklikler Terörle Mücadele Yasası’nın 8. Maddesini kaldırmayı hedefliyor. Ne var ki söz konusu eylemlerin suç olması vasfı TCK’nın 312’nci maddesinde korunmaya devam ediyor.
Görüleceği gibi AB kriterlerinin maksadı bu derece sınırlıdır.
AVRUPA BİRLİĞİ TARTIŞMALARI ve DEVRİMCİ MUHALEFET
Son dönem ülkemiz burjuva siyasetine yön veren “Avrupa Birliğine katılım” süreci birçok ‘tartışmayı’ da beraberinde getirdi. Fakat bu tartışmalar içerik bakımından ya Kopenhag Kriterleri diye adlandırılan ‘ön koşulların’ aynen kabulüne dayanan “tam teslimiyetçi bir katılımı”, ya da ‘onurlu’ bir üyelik diye adlandırılan “taviz vermeden bir katılım” noktasından ileriye gidememekte. Yani ‘tartışmalar’ tamamen AB’ye “EVET” çerçevesinde gerçekleştirilmektedir.
AB’ye “HAYIR” demek ise, çağdaşlaşmanın ve demokratikleş-menin önünde engel teşkil etmek ve en kaba tabiri ile ‘gericilik’ olarak ilân edilerek tartışma konusunun dışına çıkarılmaktadır. Geniş halk kesimleri açısından AB bir ‘son şans’ niteliğine büründürülürken AB’ye HAYIR diyenler ise neredeyse ‘Halk Düşmanlığı’ ile suçlan-maktadır. Bunun asıl nedeni ise, sürecin asıl muhataplarından olması gereken devrimcilerin AB’ye karşı örgütlü bir politik hat oluşturamayışı ve yine (12 Eylül sonrasının kronikleşen bir hastalığı haline gelen) gündemi ıskalayışlarında aranmalıdır.
Sosyalist yayınların birçoğunda (istisnalar hariç) konu, salt emperyalizmin bir oyunu olarak değerlendirilip, bu emperyalist politikaların teşhirine gerek dahi görülmedi. Bir kısmı ise hala ‘TARTIŞ-MAYA’ devam ediyor. On yılı aşkın bir süredir tartışmadan öteye geçemeyen bu anlayışın ne karara varacağı ise tüm çevrelerce ‘merak-la’ beklenmekte. Halktan kopukluktan başka bir anlam ifade etmeyen bu yaklaşımların verdiği mesaj gün gibi ortada; “Geniş halk kesimlerinin gündemi bizim gündemimiz değil, biz şu an kendi iç sorunlarımız-la meşgulüz(!)”
Devrimcilerin politika üretemeyip sürece müdahale edememesinin en can alıcı örneklerinden birisi olan Avrupa Birliği tartışmalarının bir diğer ayağını ise, AB’ye ‘evet’ diyen Kürt Ulusal Hareketi oluşturuyor. İçine girdiği tıkanıklığı ‘aşma’ noktasında, Kürt Ulusak Hareketi kendini tamamen AB’ye endekslemiş durumda. Kendilerini Kürt Ulusal hareketine endekslemiş yapılar ise, her ne kadar AB’ye HAYIR deseler de, son tahlilde ‘gıdalandıkları’ yer noktasında “Avrupa Birliğine katılım yanlısı” bir politika izlemiş oluyorlar. Yani son dönem politik arenada tam anlamıyla “at izinin iti izine karıştığı” belirsiz bir ortam hakim kılınmaya çalışılmaktadır.
* * *
Asıl işlevi şundan bundan yana değil, halktan yana politikalar üretmek olması gereken devrimcilerin, yüzlerini yeniden halka çevirmeleri gerekmektedir. Çözüm Avrupa Birliği gibi emperyalist birliklere entegre olmakla değil geniş halk kesimlerinin örgütlü mücadelesi ile mümkündür. Tıkanıklığı aşmanın yolu sermayenin birliği temelleri ü-zerine kurulmuş Avrupa Birliğine entegre olmaktan değil, emeğin birliğini örgütlemekten geçmektedir.
Bu gün açısından ise, geniş halk kesimlerinin ‘umut’ bağladıkları Avrupa Birliği ve onun emperyalist politikalarının teşhir edilmesi özel bir önem taşımaktadır.
AVRUPA’DA BİRLİK ARAYIŞLARI VE AB’NİN KURULUŞU
- Paylaşım Savaşı sonrası yaşanmaya başlayan ve halen içinde bulunduğumuz, emperyalizmin 3. Bunalım döneminde “… emperyalist ilişki ve çelişkiler biçim olarak iki temel cephede değişikliğe uğramıştır.
1) Emperyalistler arası rekabetin (uzlaşmaz çelişkilerin) emperyalistler arası yeniden paylaşım savaşına yol açması im-kanı ortadan kalkmıştır
2) Emperyalist işgalin biçimi değişmiştir.”
Yüzyıllar öncesine dayanan “Birleşik Avrupa” hayali ancak, emperyalistler arası rekabetin yeniden paylaşım savaşına yol açması ihtimalinin ortadan kalkmasının bir sonucu olarak yaşam şansı bulabilmiştir. Avrupa Topluluğu (AT) düşüncesinin hayata geçirilebilmesi noktasındaki ilk adım, Avrupa’da savaşın kaynağı olarak görülen kömür ve çelik sanayileri üzerinden gerçekleştirilmiştir. Yani Fransa ve Almanya’yı savaştırmamanın yolu, bu iki ülkenin kömür ve çelik sanayilerinin yönetimlerini uluslar üstü bir otoriteye bırakmaktan geçer, böylece bu iki sektör kontrol edilmiş olunur düşüncesi AT’nin kuruluşuna neden olmuştur. Bunun için de II. Paylaşım Savaşı’nın hemen ardından, 1951 yılında Paris Anlaşması imzalanır. Bu anlaşmayı Almanya, Fransa, Hollanda, Belçika, İtalya, Lüksemburg imzalayarak AT’nin ilk adımını kömür ve çelik sektöründe atmış olurlar.
Bu topluluk daha sonraları üye ülkeler ve kapsam bazında çeşitli genişleme dönemleri geçirmiştir. Bu genişleme dönemlerinde topluluk İngiltere, İrlanda, Danimarka, Yunanistan, İspanya, Portekiz, Avusturya, İsveç ve Finlandiya’nın da katılımıyla son halini almıştır (Norveç halkı, Norveç’in bu topluluğa katılımına kabul oyu vermemiş-tir). Topluluk kapsam bazında ise çelik ve kömür sektörlerinde oluşturduğu birliği zamanla ilerletmiş ve bugün ortak paraya kadar vardırmıştır. Bir dönem sonrası içinse “tek pazar” planları yapılmaktadır.
Ülke sayısı ve politik etkinlik olarak genişleyen ve zaman içerisinde Avrupa Birliği şekline dönüşen topluluk, son genişleme sürecini Sovyetler Birliği’nin dağılmasının ardından Doğu Avrupa ülkeleriyle sürdürmek istemektedir. Türkiye burjuva siyasetinin politikaları da bu genişleme sürecine Türkiye’nin de dahil edilmesi noktasındadır.
TÜRKİYE VE AVRUPA TOPLULUĞU İLİŞKİLERİ
Türkiye’nin Avrupa Topluluğu ile ilişkileri ilk kez 1959 yılındaki üyelik başvurusuyla başlar. Bunun sonucu olarak 1963 yılında Ankara Anlaşması imzalanır. Bunu 1971’de imzalanan Katma Protokol ve 1987’de yapılan tam üyelik başvurusu izlemiştir.
Ülkemiz burjuva siyasetinin son 20 yılına damgasını vuran en önemli gelişmelerden birisi olan Avrupa Birliğine Katılım, sürekli olarak ekonomik krizler, enflasyon, işsizlik sorunlarıyla nefes alamaz bir duruma getirilen geniş emekçi kesimlerin gözünde ‘tek kurtuluş’ ve ‘olmazsa olmaz’ noktasında gösterilmeye çalışılmıştır. Bu şekilde de halkın geniş bir kesiminin desteğini arkasına almayı başarmıştır.
Avrupa Topluluğu, tamamıyla bir çıkar ortaklığıdır. Bu çıkar ortaklığının Türkiye Halklarının tüm dertlerine derman olacağı ve her türden belirsizliğe son vereceği şeklindeki yalanlarla sağlanan bu ‘toplumsal desteğin’ en büyük dayanak noktasını ise Avrupa Birliği’nin ‘refah’ getireceği yalanları oluşturmaktadır.
AB’nin kuruluşunda da işçiler ve örgütlerini aldatmaya için güzel yalanlara başvurulmuştu. Sosyal refah artacak, işsizlik azaltılacak, ekonomik istikrar sağlanacak, sınırlar kaldırılacak ve emek serbest dolaşıma kavuşturulacaktı.
Ancak işler işçiler acısından öyle yürümedi. Çalışanlar lehine daha da baskıcı rejimleri oluşturan AB uygulamaları pembe tabloların bozulmasını acı yalanların açığa çıkmasını sağlamıştır.
AB’nin uslulaştırma politikalarına çarpıcı bir örnek İngiltere’de yaşanan liman işçileri direnişidir. Emek hareketi tarihine Liverpool Liman işçileri direnişi olarak geçen olay; bu kez İngiliz emekçilerinin sermaye dayatması karşısında ne kadar yalnızlaştığını gözler önüne seriyordu. Haftalarca süren direniş sırasında ABD liman işçilerinden bile dayanışma grevi desteği alan İngiliz liman işçileri ne yazık ki ekonomik olmanın yanı sıra artık politik ve sosyal bütünleşmeye de ulaştığını zannettikleri Avrupa Birliği Sendikal hareketinden bu tarz bir destek göremediler.
Bunun nedeni olarak ise dayanışma grevine gitmelerinin Avrupa sermayesini kızdırabileceği ve sermayenin doğu Avrupa ya da Asya ülkelerine kaçmasına neden olabileceğiydi. Tabi bu da daha fazla işsizlik ve sendikasızlaştırmaya yol açabilirdi. Bu savunma çok acı bir gerçeği de açığa çıkarıyordu: Sanayi devrimini yaşamışı mücadeleler sonrasında kazanımlar elde etmiş güçlü Avrupa emek hareketi AB sonrasında tam bir uyumlulaşma sürecini yaşıyordu.
AVRUPA BİRLİĞİ REFAH GETİRİR Mİ?’
Emperyalizm, içine düştüğü krizlerden kurtulabilmenin çarelerini dünyanın birçok bölgesinde, ticari birlikler kurarak çözme uğraşı içerisindedir. Bu amaçla Avrupa Birliği, EFTA, NAFTA gibi pek çok ‘birlik’ oluşturulmuştur. Avrupa Birliği’ni diğer emperyalist birlikler arasında öne çıkaran ve güçlü kılan, AB’yi oluşturan ülkelerin dünyadaki toplam mal üretimi ve ticaretinde önde gelen ülkeler oluşundan kaynaklanmaktadır.
……………………………………… Japonya….AB……ABD
Nüfus (milyon kişi)…………………….. 127….. 292……. 270
Ulusal gelir (milyar Euro)………………. 3327…. 5774…. 7592
Dünya üretiminden aldığı pay (%)…….. 13.8…. 31.2…. 26.6
Dünya ticaretinden aldığı pay (%)…….. 10.3…. 20.4…. 18.3
Varlıklarının dünya piyasasındaki değeri. 3301…. 3191…. 9680
Bu gücün oluştuğu yer ise, Avrupa’nın yüzyıllar boyunca sür-dürdüğü “sömürgeci” politikalara dayanmaktadır. Kapitalizm öncesi süreçten başlayıp, emperyalizm dönemine kadar uzanan “açık sömürgeci” politikalar sayesinde, Avrupa’ya sömürge ülkelerden, eşi görülmedik bir şekilde kaynak aktarımı olmuştur. Bu şekilde güçlenen Avrupa, 3. Bunalım Döneminde ABD’nin yeni sömürgeci politikalarının ‘doğal ortağı’ konumuna gelmiştir. Yeni sömürgeci politikalar ABD ve AB başta olmak üzere emperyalist merkezlerin ‘gücü’nü perçinlemektedir.
Ülkemizdeki AB savunucularının dillerinden hiç eksik etmediği, “AB’nin Türkiye’ye refah getireceği” yolundaki tezlerine en güzel cevabı, yine AB’nin kendisinin 1999 yılındaki Türkiye Raporunda verilmektedir. Bu rapora göre;
“- Türkiye’de enflasyonist gelişmelerin esas nedenleri, tarımsal destek amaçlı kamu harcamaları ile kamu sektöründe ücretlerin hızla büyümesidir. Oysa Türkiye’de 1984 yılına kadar toplam 23 farklı tarım ürünü için destekleme yapılırken 2000 yılında desteklenen ürün sayısı 3’e gerilemiş, tarımın ülke GSMH’sından aldığı pay ise 1980’deki %24 düzeyinden 1997 yılında %12.7’ye gerilemiştir. Kamu kesimindeki reel ücretlerin gerilemesi ise artık tüm Türkiye halkı tarafından bilinen bir gerçektir.
– Türk Hükümeti, enflasyonist ataleti kırmaya çalışmış ve tarımsal fiyat desteği ile kamu sektörü ücretlerinin geriye doğru değil, ileriye doğru endekslenmesine geçmiştir. Enflasyonun çıkış trendinde olduğu dönemlerde geriye doğru çalıştırılan ücret artışları, enflasyon düşerken de tam tersi bir şekilde ileriye doğru endekslenerek emekçilerin her şekilde kaybetmesinin ortamı hazırlanmış ve Avrupa Komisyonu da bu oyuna alkış tutmaktadır.
– Merkezi Hükümet Maliyesi, IMF rehberliğindeki konsolidasyon hedefleriyle büyük ölçüde uyumlu olmaya devam etmiştir. Bu daha önceki konsolidasyon girişimlerine kıyasla dikkate değer bir başarı ve önemli bir değişimdir. Bugün artık tüm dünya emekçileri ve yoksul halkları tarafından protesto edilen IMF politikaları, Avrupa Komisyonu tarafından takdirle karşılanmaktadır.
– Devlet Bankalarının hala çok büyük olan rolünün azaltılması vb. yeni adımlar atılması gereklidir. Bu saptama ile Kamu Bankalarının kapatılması veya özelleştirilmesi gereğine işaret edilmekte, kapatılan bankaların topluma yüklenen bedelinin IMF’den alı-nacak kredilerin iki katından bile daha fazla olduğundan ise hiç söz edilmemektedir.
– Türkiye’de fiyatlar prensipte serbest piyasa süreçleri tarafından belirlenmektedir. Ancak, tüketici fiyat endeksleri se-petindeki kalemlerin kabaca 1/3’ü hala idari (kamu tarafından) fiyatlanmaya tabidir. Kamunun tüm fiyat müdahalelerine engel olmayı amaçlayan bu anlayış, acaba gelecekte asgari ücret tespitine de karşı çıkacak mıdır?
– Avrupa Birliğinden Türkiye’ye ithal edilen gıda maddeleri üzerinde mevcut olan gümrük muayeneleri acilen kaldırılmalıdır. Doğrudan toplum sağlığını ilgilendiren bir konuda bile sermaye çıkarlarına öncelik veren Avrupa Birliğinin insan hakları, tüketici sağlığı, çevre ve gıda tüzükleri acaba sadece göstermelik düzenlemelerden mi ibarettir?. AB üyesi ülkelerde kullanılması yasaklanan pek çok katkı maddesi Türkiye için üretilen mallarda rahatlıkla kullanılabilecek ve çeşitli sanayi mallarında gördüğümüz çifte standart gıda da görülebilecektir. Ayrıca ülkemizin tarım üreticileri AB tekellerine karşı tamamen korumasız bırakılarak yok oluşa sürükleneceklerdir.
– çelik sektörü ile ilgili olarak, Ereğli Demir çelik işletmesinin özelleştirilmesi, 1997 yılı için planlanmış olduğu halde hala gerçekleşmemiştir. Liberalizasyonun öncüsü konumunda olan ülkelerde bile stratejik bir öneme sahip olduğu gerekçesi ile en az %30’u kamunun elinde tutulan çelik üretimi alanında ülkemizde özelleştirme için, Komisyon tarafından gösterilen bu acelenin kimler adına olduğunu tahmin etmek güç olmayacaktır. Üstelik ABD ve AB arasın-da kızışan çelik kavgasının nedeni iyi gözlenmeli ve bu sektöre yönelik yaklaşımlar ona göre belirlenmelidir.
– Türkiye’nin enerji politikaları büyük ölçüde AB’ninkiler ile uyumludur. Nükleer enerjiden yararlanma ve inşa edilmesi planlanan Akkuyu nükleer santralı konusunda henüz, önemli herhangi bir politika değişikliği olmamıştır. AB ülkelerinde yıllar itibariyle sayıları azaltılan nükleer santrallerin ülkemizde başlatılması konusundaki teşvikine rağmen, komisyonun enerji politikalarımızın AB ile uyumlu olduğu yönündeki bu görüşü kendi içinde bile çelişmektedir.”
Refahın, insan haklarının kısacası medeniyetin simgesi hali-ne getirilmeye çalışılan AB’nin 1999 tarihli Türkiye Raporu, emekçilere yönelik hiçbir kazanım olmadığını göstermesi yönünden oldukça ilgi çekicidir. AB, diğer emperyalist birlik ve ülkeler gibi 3. Bunalım Döneminin, kendine has çelişmelerini içerisinde barındırmaktadır. AB üyesi ülkelerin işsizlik ve demokrasi karnesi ise, burjuva ideologların vaaz ettiğinin aksine bir durumu sergilemektedir.
- a) Avrupa Birliği ve İşsizlik: Kapitalist ekonominin en büyük sorunlarından bir tanesini istihdam sorunu oluşturmaktadır. Burjuva iktisada göre kapitalist bir ekonominin ‘sağlıklı’ işleyebilmesi açısından kaynakların tam ya da tama yakın kullanımı sağlanmalı ve işsizlik oranı %2-3 arasında seyretmelidir. Ülkemizde işsizlik, (emperyalizme bağımlı olarak geliştirilmeye çalışılan kapitalizmin bir sonucu olarak) en başından beri yapısal bir sorun halindedir. Türkiye ekonomisinde “taşların yerine oturtulamamasının” en büyük sebebi olarak görülen işsizlik sorununa AB’nin ‘çare’ olacağı düşünülmektedir. Oysa AB üyesi ülkelerde de işsizlik giderek artmaktadır. Hatta sanayileşmiş ülkeler arasında işsizliğin en fazla olduğu ülkeler Avrupa Birliğine üye olan ülkelerdir.
1992 yılı verileriyle, bazı AB üyesi ülkelerde işsizlik; Belçika’da %11.6, Danimarka’da %7.2, Almanya’da %7.1, Yunanistan’da %7.8, İspanya’da %21.8*, Fransa’da %10.2, İrlanda’da %18.2, İtal-ya’da%9.6, Portekiz’de %10.5, İngiltere’de %8.8, Hollanda’da %11.4 oranındadır. Aynı yıl Türkiye’deki işsizlik oranı ise resmi rakamlara göre %10.4’tür.
1998 yılında ise işsizlik, Almanya’da %9.4, Fransa’da %11.7, İngiltere’de %6.3, İtalya’da %12.3 oranındadır. Bugün ise, AB üyesi ülkelerde işsizlik oranı ortalama %12’nin üzerindedir.
Ülkemizde AB yanlısı olanların, AB’ye katılma yönündeki gerekçelerinden birisini oluşturan işsizlik sorununun, AB üyesi ülkelerde de çözülemediği ve günden güne arttığı gözlenmektedir. Tüm dünyadaki kapitalist ekonomilerde olduğu gibi AB üyesi ülkelerde de bir kriz ortamı yaşanmaktadır. Sektörlerdeki kârlılık oranlarının düşmesinin bir sonucu olarak uluslararası sermaye yeni yatırım alanlarına yönelmekten kaçınmaktadır. Tüm dünyada hızla fakirleştirilen emekçi kitleler, üretilen malları satın alamayacak bir konuma getirildiklerin-den, kapitalizm açısından sorun günden güne içinden çıkılmaz bir hal almaktadır. Bunun faturası da işsizlik olarak yine emekçi kitlelere ke-silmektedir. Bu anlamıyla kendisi de işsizlikle karşı karşıya kalan AB’nin, emekçi halkımızın işsizlik (istihdam) sorununu çözmekten oldukça uzak olduğu görülmektedir.
- b) Avrupa Birliği ve Demokrasi: ülkemizde AB yanlısı politika izleyen bir kısım ‘eski tüfeklerin’ AB’ye “evet” demesinin nedenleri arasında, en başta saydıkları kavramlardan birisi de, -ne acıdır ki- demokrasidir. Bu kişi/kurum/parti/yapılara göre AB üyeliği sonrası ülkemizde demokrasi gelişecek (sanki varmış gibi), yargısız infazlar azalacak/bitecek, işkence başta olmak üzere her türden insan hakları ihlalleri son bulacak, düşünce suçu (ne demekse) ortadan kalkacaktır. Ve bu gelişen demokratik(!) ortamda sol güçlenerek, ‘yeniden’ iktidar perspektifi kazanacaktır. Tabi tüm bunlara ulusal sorunu da eklemek gerek. Ne de olsa AB, yüzyıllardır kendi iç dinamikleriyle çözülemeyen ulusal soruna ‘mutlaka’ bir çözüm getirecektir. Mesela anadilde radyo/televizyonlar kurulabilecek ve okullarda anadil seçmeli ders olarak okutulabilecektir. ** En önemlisi de AB’ye girişin ön koşullarından birisi olarak, idam cezası kaldırılacaktır.
Sorunun çözümünün kendisinde olmadığına ‘inanmaktan’ başka bir anlam ifade etmeyen bu sakat yaklaşıma göre, “dışarıdan burjuva demokrasisi ithal edilmelidir. ”Ununu eleyip, eleğini duvara asmış ‘yorgun demokratlar’ın kıblesi haline gelen AB’nin burjuva demokrasisi, devrimcilerin demokrasi anlayışlarının çok uzağındadır.
* * *
Geride bıraktığımız günlerde AB üyesi olan Yunanistan’da 17 Kasım örgütüne yönelik operasyonu düzenlendi. Yine bir AB üyesi olan İngiltere’nin cezaevlerinde uyguladığı baskılara tepki olarak, IRA tarafından gerçekleştirilen açlık grevleri halen hafızalarımızdaki yerini korumakta. Aynı şekilde, Almanya’nın RAF’a, İtalya’nın Kızıl Tugaylara karşı uyguladığı şiddet ve yargısız infazlar unutulacak cinsten değil. Bu olayların birçoğunun 20-25 yıl önce gerçekleştiğini ve bugün bunlardan bahsetmemizin anlamsız olduğunu söyleyebilecekler için, şunu hatırlatmakta fayda var; bugün RAF, Kızıl Tugaylar ve IRA’ ya uygulanan baskılar ve insan hakları ihlallerinden bahsedemiyorsak, AB üyesi ülkelerin o çok kutsanan ‘demokrasi’ anlayışından ötürü değil, o dönemlerde uygulanan baskı ve şiddet politikalarının bir sonucu olarak bu tip örgütlenmelerin kendilerini var edememelerindendir. AB’nin demokrasisi, “yılanın başını küçükken ezen” cinsten bir demokrasidir. Avrupa İnsan Hakları Mahkemesine götürülen dosyalarda ilk üç sırada olanlar Yunanistan, İtalya ve Türkiye’dir.
Türkiye’de 19 Aralık 2000’de gerçekleştirilen cezaevi katliamları büyük desteğini, ABD ve AB üyesi ülkelerden almıştır. Katliamı gerçekleştirenler, katliamlarını tüm toplumun gözünde meşrulaştıra-bilmek için, F tipi olarak adlandırılan “hücre” sistemi tabutlukların, AB üyesi ülkelerde yıllardan beri kullanılmakta olduğunu ve Türkiye’nin bu anlamıyla ‘Avrupa standartlarına yükseldiğini’ söylediler.
Yani AB açısından demokrasi, ancak belli kriterler çerçevesi içerisinde geçerlidir. En ufak bir tehdit karşısında gerçek yüzünü göstermekten çekinmeyen AB içerisinde tam anlamıyla bir demokrasi aldatmacası yaşanmakta ve bu da emekçi halkımıza bir ‘son umut’ olarak pazarlanmaya çalışılmaktadır.
- c) Avrupa Birliği ve Yabancı Sermaye: AB savunucularının dillerinden eksik etmediği bir diğer konuyu ise, AB üyeliği sonrasında ülkemize yabancı sermayenin yatırımlarını arttırması ve ülkeyi gerek GSMH’nın artması gerekse istihdam konusunda olumlu yönde etkileyeceği şeklindeki görüşler oluşturuyor. Bu doğrultuda Türkiye’de “serbest bölgeler” oluşturulması düşünülüyor. Uluslararası sermayenin son yıllarda içine girdiği krizin sonucu olarak, tüm dünyada sermaye ihracı ve dış yatırımlarda azalmalar yaşanmaktadır. Bu anlamda da Türkiye en çok “ucuz emek” gücü sayesinde avantajlıdır. Tam da bu noktada AB üyeliği sonrası emeğin AB standartlarına göre değerlendirileceği yalanı kendiliğinden ispatlanmaktadır. Kendi ülkelerindeki işsizliğe çare olamayan AB sermayesinin, büyük ölçekli dış yatırımlara yönelebilmesi için “ucuz emek” faktörünü sonuna kadar değerlendirmesi gerekmektedir. Türkiye’ye yönelecek dış sermayenin ve yatırımların emekçiler açısından bir kazancı olmayacaktır, aksine ülkemizdeki yeni sömürgeci ilişkiler perçinlenecek ve bağımlılık artacaktır.
AB sonrası diğer bir beklenti ise, dış ticaretin (ihracatın) artacağı ve Türkiye’nin kronikleşen dış ticaret açıklarının kapanacağı yönündedir. Bilindiği gibi kapitalist burjuva iktisatta uluslararası ticaret, ülkeler arasındaki üstünlükler ve mukayeseli üstünlükler ilkelerine dayandırılır. Türkiye’nin AB pazarına bugünkünden daha fazla mal ihraç edebilmesi için, üstünlüklerini arttırması gerekmektedir. Oysa yeni sömürgeci ilişkiler bunun önündeki en büyük engeldir. Türkiye’nin göreceli üstünlüğü olan sektörler ise (tekstil gibi), Yunanistan ile benzerlik göstermektedir. Yunanistan bu sektörlerde daha etkin bir üretim gerçekleştirdiğinden, uluslararası ticarette Türkiye’nin bir adım önünde yer almaktadır.
Türkiye’nin avantajlı bulunduğu alanlarda, bu avantajın kaynağını ise yine “ucuz emek” gücü oluşturmaktadır. Türkiye’nin mevcut koşullarda pazar payını arttırabilmesinin tek yolu, AB üyesi olan diğer ülkelerde üretilen ürünleri, daha az maliyet ile üretmesinden geçmektedir ki, bu da emek sömürüsünün daha da arttırılması demektir.
Kısaca, AB’nin yoksul emekçi kesimlere vaat edilen tüm ‘getirileri’, aslında emekçilere yönelik saldırıların daha da arttırılmasından başka bir anlam ifade etmemektedir. Oligarşi içerisinde yer alan bazı kesimlerin kârlarına yeni kârlar eklensin diye, tüm toplum bir muammaya sürüklenmek istenmektedir.
* * *
Türkiye’nin AB üyeliğini savunanlar yıllardır, “AB’nin 70 milyonluk bir pazarı görmezden gelemeyeceği” şeklindeki bir görüşü tekrarlayıp durdular. Öyle ki bu görüş, “asıl onlar bize muhtaç” iddialarına kadar varıp dayandı. Egemen sınıfların içine düştükleri krizden çıkış yolları bulma konusunda gönül soğutmaktan başka bir anlamı olma-yan bu iddiayı da, Türkiye’nin kişi başına düşen milli gelir rakamları çürütmeye yetmektedir.
Türkiye bugün 70 milyonluk bir ülke olabilir ama kişi başına düşen milli geliri 3 bin dolar civarındadır. Avrupa Birliği içerisinde ise bu rakam ortalama olarak 20 bin dolar civarıdır. Yani Türkiye’de ya-şayan geniş halk kesimlerinin alım gücü AB standartlarının çok altındadır. Bu anlamıyla da Türkiye AB açısından, Gümrük Birliği ile elde edilenden ‘daha iyi’ bir “Pazar” niteliği taşımamaktadır.
Nitekim Türkiye’nin topluluğa tam üyeliği ile ilgili olarak, Almanya’daki Bilim ve Politika Vakfı Uluslararası Güvenlik İçin Araştırma Enstitüsünün hazırladığı bir raporda; “AT’nin Türkiye ile ticareti ihmal edilebilir, Türkiye olmazsa AT hiçbir sıkıntı çekmez” görüşüne yer verilmiştir.
Türkiye’nin AB’ye giriş çabalarını hızlandırmasına neden olan etmenlerden bir tanesini, 1992 yılından itibaren AB’de “tek pazara” geçme hazırlıklarının başlatılması oluşturuyor. Bu durumun topluluk dışında kalan birçok ülke gibi Türkiye’yi (işbirlikçi burjuvaziyi) de etkileyeceğinden korkuluyor(!). Sermayenin birliğinin dışında kalmak, Türkiye’deki oligarşi içerisinde yer alan bazı çevrelerin ‘karabasanı’ haline gelmeye başladı.
GÜMRÜK BİRLİĞİ VE TÜRKİYE
Bilindiği gibi Türkiye ile Avrupa Birliği arasında 1995 Martında Gümrük Birliği anlaşması imzalanmış ve bu anlaşma 1996 yılından itibaren yürürlüğe girmiştir.
Anlaşmanın kapsamını, mal ve hizmetlerin serbest dolaşımın-da gümrük vergilerinin ve eş etkili engellerin kaldırılması, üçüncü ülkelere karşı ortak gümrük tarifesi uygulanması oluşturmaktadır. Türkiye bu amaçla ortak ticaret ve rekabet politikalarını, ortak Gümrük Birliği anlaşmasıyla kabul etmiştir.
Anlaşmanın içeriğinde, serbest rekabete konu olan metalar; sanayi ürünleri olarak belirlenmiştir. Tarım ürünleri anlaşmanın dışın-da tutulmuştur. Türkiye’nin sanayi ürünleri olarak kabul ettiği işlenmiş tarım ürünleri ve bu bağlamda ihraç edebileceği birkaç üründen biri olan bu metalar (şeker, salça, zeytinyağı gibi), AB tarafından tarım ürünü sayıldığı için ihracında gümrük vergisi uygulamasına devam edilmektedir.
Anlaşma maddelerinden bir tanesi de, demir-çelik ürünlerinin serbest dolaşımı ile ilgilidir. Bu metaların serbest dolaşımı anlaşmaya dahil değilken AB, -lütfedip- bu metalarda gümrük vergisi indirimine gidiyor. Ne var ki, GATT anlaşmasına imza koyan tüm ülkeler, zaten mecburen 2000 yılına kadar demir-çelik ürünlerinde vergileri indirmek/kaldırmak zorundaydı.
Diğer bir madde, ortak ticaret politikalarına mutabık kalmakla ilgili. Anlaşma gereği, topluluğun üçüncü ülkelere uyguladığı, tercihli ticaret rejimlerine Türkiye de uymak zorunda. Bu maddeyle AB’nin Afrika, Karayipler ve Pasifik’teki eski sömürgelerine tanıdığı tüm ticari ‘ayrıcalık’ları Türkiye de tanımak zorunda kalıyor.
Sonuçları itibarıyla oluşturulan Gümrük Birliği Türkiye açısın-dan hiç de iç açıcı değil. Egemenler halka, bu anlaşmayla ihracatın artacağı, ithalatın da azalacağı yönünde propaganda yaparken, tam tersi bir durum ortaya çıktı. 1995’te toplam ihracat içinde %51.2 olan AB ülkelerinin payı, 96 yılında %49.7’ye gerilemiş ve ertesi yıl da %46.6’lık payla düşüş sürmüştür. Buna karşılık 1995’te toplam ithalatta %47.2 olan AB üyesi ülkelerin payı, Gümrük Birliği anlaşmasının yürürlüğe girdiği yıl %53’e yükselmiş ve bu artış 1997’de %54 ile devam etmiştir.
Tüm bunlara rağmen anlaşmanın yarattığı olumsuzluk, salt ihracatın düşmesindeki ya da ithalatın artmasındaki rakamsal ifadelerle yeterince anlaşılamaz. Yeni sömürgeci döneme uygun, tek yönlü uzmanlaşabilmiş Türkiye ekonomisi, Gümrük Birliği öncesi uluslararası pazara ancak birkaç ürün çıkarabilmekteydi. Örneğin tekstil, ihracatın %40’ını oluşturuyordu. Anlaşma gereği, miktar ve kotaların kaldırılması ile ihracatta tekstil ürünlerinin payının artması bekleniyordu. Gerçekte ise artış, tekstil ürünlerinde değil de, tekstil hammadde ve yarı mamullerinde oldu. Bu da ihracatın reel anlamda daralmasına, hammaddenin, yatırımların, istihdamın vb. azalmasına neden oldu. Salt bu örnekten de anlaşılacağı gibi, sömürünün olumsuzluğu bu denli çok, çarkı bu denli geniştir.
Diğer yandan, anlaşmanın getirdiği, üçüncü ülkelerle ticarette ortak tarife uygulaması gereği, anlaşma Türkiye açısından (burjuva iktisada göre) “ticaret saptırıcı” etki yaratmıştır. Örneğin Türkiye pet-rolü üretici ülkelerden geçmişte ucuza alırken, anlaşma gereği, AB’nin getirdiği tarife üzerinden daha pahalıya almaya başlamış-tır. Yani Türkiye’nin dış ticaretinin, AB’nin ‘uygun’ gördüğü ülkelerle, AB’nin getirdiği tarifeler üzerinden yapılması dayatılmıştır.
GB anlaşmaları ticareti olumsuz yönde etkilediği gibi bununla da yetinmeyip sektör yapılarına da el atıyor. Mesela Gümrük Birliği anlaşması ile AB politikaları gereği tarım ürünlerindeki destek alımlarının, sübvansiyonların aşamalı olarak kaldırılması öngörülmüş, bu da beraberinde kota uygulamasını başlatmıştır. Böylelikle, zaten emek yoğun metotlarla gerçekleştirilen tarım üretimi bir de korumasızlaştırılarak, uluslararası sermayenin “insafına” terk edilmiş oldu.
Türkiye AB içerisinde yer almadan Gümrük Birliği anlaşmasını imzalayan tek ülkedir. Bu yolla, emperyalizme göbekten bağımlı Türkiye oligarşisi, bağımlılığını daha da pekiştirmek üzere ülke pazarını tamamen açık hale getirerek, anlaşmanın başından itibaren -dilediği gibi kullansın diye- uluslararası sermayeye açık çek kesmiştir.
Son olarak AB taraftarlarına küçük bir parantez açarak belirtelim: birliğin pragmatist düşüncesiyle; Avrupa Türkiye’yi birliğe niye alsın? Zaten Gümrük Birliği anlaşmasıyla Türkiye’den istediğini fazlasıyla elde etmiştir. Türkiye’nin bu uğurda ‘feda’ edecek daha neyi kaldı ki(!)